SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (29.BÖLÜM)
C- Sokrates böylesi bir gidişatın ortalığı tozu dumana kattığı bir dönemin ürünü olarak ortaya çıkar. Ağırlaşan toplumsal sorunlar izah ve çözüm ararken, bunun yöntem ve içeriğinin nasıl olması gerektiği temel sorun olmaktaydı. Sofistler kargaşayı körüklemekten öteye bir rol oynamıyorlardı. Düzeni laçkalaştırıyor, sarsıyor, ama alternatifini ortaya koyma sorumluluğundan kaçınıyorlardı. Sorumsuz bir gençlik kuşağına yol açılıyordu. Bu gençlik kendini hiçbir değer ve inançla yükümlü saymayacaktı. Tehlikenin büyüklüğü buradan ileri geliyordu. Sokrates (M.Ö 470-399) bu durum karşısında çok köklü bir ahlaki öğretinin temelini atmakla tarihi bir rol oynar. Sokrates’in esasen cevaplandırmak istediği soru; her şeyin, özellikle her işin bir erdemi (mükemmeliyet ölçüleri, yasası, geleneği) olduğudur. Biraz daha açıldığında, bir konu, bir iş hakkında konuşmak için ilk yapılması gereken şey, o işin, o konunun esaslarını bilmektir. Bu konudaki parola meşhur “kendini bil” ilkesidir. Konu ve iş hakkında yeterli, hatta mükemmeliyet derecesinde bilgisi olmayanlar konuşmamalı, o işe soyunmamalıdır. Bilgisizlik, cehalet tüm kargaşanın, yanlışlıkların, dolayısıyla kötülüklerin anasıdır. İyiliğin yolunu açmak isteyen, onun bilgisini de kazanmalıdır.
Bu bilginin de genel ölçüleri vardır. Herkesin kendine göre ölçüleri olamaz. Her mesleğin, kurumun kendi ölçüleri ve yasaları vardır ve bunlar tüm meslek ve kurumların eş düzeydeki kolları için de geçerlidir. Askerlik, siyaset, çiftçilik, zanaatlar, dindarlık gibi tüm toplumsal kurumların bilgiye dayanan tam ölçüleri vardır. Bu ölçülerle hareket edildiğinde, o kurum, o meslek rolünü hakkıyla oynayacaktır. Bunun için en çok gerekli olan; işin, mesleğin konusu olan her çabanın bilgiye dayanması gerektiğidir. Bilgisi olmayanın yaptığı iş, eninde sonunda çıkmaz bir yola sapacaktır. Bir anlamda “sağlam pratik, sağlam teoriye dayanır” ilkesinin temelini seslendirmektedir. Dikkat edilirse bu tavır, Budha, Konfüçyüs ve Zerdüşt’ün de peşinde koştuğu bir tutumdu. Sokrates’in özgül bir konunun içeriğine dair kapsamlı bir görüşü veya kitabı yoktur. O daha çok yöntemle, “nasıl yaşamalı” sorusuyla uğraşmaktadır. Yöntem olmayınca, biriktirilecek bütün bilgiler eşeğin sırtına vurulacak kitaplar gibidir; belki de ondan daha tehlikelidir. Çünkü insanın elinde yanlış bir yöntemle kullanılacak bir bilgi, eşeğin sessizliği yanında bin kat daha tehlikeli ve yanlış bir duruma yol açabilir. Sokrates, bu temel sorunda haklı olarak çok radikal bir tavrın sahibi olarak karşımıza çıkıyor. Zaten derdi çok bilgi edinmek değil, bilgiyi niçin ve nasıl elde ettiğidir. Nedeni ve nasılı olmayan bilginin değeri olduğuna hiç inanmaz. Aynı zamanda “niçin bilgi” sorusuna cevap doğru verilince, o bilgi ve ona dayalı işte doğru da ortaya çıkar. Sokrates’te doğru düşünmek iyi yapmaya götürür. İyi yapılan iş de güzel olan iştir. “Doğru düşün, iyi (mükemmel) yap, güzel ol” ilkesi Sokrates ahlakının özüdür. Zerdüşt’te bu ilke “doğru düşünme, doğru söz, doğru eylem” biçiminde formülleştirilmiştir.
Aslında birbirine benzeyen bu öğretilerin ortak yanı, bozulan sistemi reformdan geçirmektir. İlk kurucuların yaptıkları bunun gereğini hâkim kılmaktır. Tabii bunalım toplumundan çıkarı olanlar, bu ilkeli ve katı tutumu hoşnutlukla karşılamayacaklardır. Her dönemde görüldüğü gibi bunalımın rantından geçinenler, kanundan, adaletten kopuk tiranlar ve diktatörler durumundadır. En büyük silahları, demagoji (sözle aldatmaca sanatı) ve zorbalıktır. Sokrates’in gençliğin ahlakını köklü bir reformdan, doğru ilkelere dayalı bir dönüşümden geçirmesi, yargılanmasının esasıdır. Ama gerekçesi “Atina’nın yüce birlik ve bütünlük ilkelerini ve koruyucu tanrılarını inkâr ediyor” adı altında düzenlendiğinde, Sokrates’in verdiği cevap ve aldığı tutum eşsiz ve unutulmazdır. Yasalara uymayı “erdem” olarak kabul etmekte, erdem ilkesine göre yaşamaktadır. Öğrencileri kaçmayı teklif ettiklerinde, bunu erdemsizlik sayar ve reddeder. Büyük bir rahatlık içinde baldıran zehri dolu kadehi başına dikerek şerefle şehit olmanın ölümsüzleri arasındaki birincilik yerini alır.
D- Eflatun ve Aristo ile klasik felsefe çağı doruk noktasına varır. Toplum felsefesinde ikisi de Sokrates’in öğrencisi sayılır. Eflatun, hocasının anısına bağlılığın gereği olarak doğru, iyi, güzel kavramlarını Atina devletinin kurtarılmasında ve filozofça yönetilmesinde bir model haline getirmek için “Devlet” adlı kitabı yazar. Eflatun’un dünyasında “idea” esastır. Maddi dünya, idealar dünyasının zayıf hatırlanan anılarından ibarettir. Önce öz, yani idea vardır. Sonra yoğunlaşarak maddi türlerin varlığına yol açarlar. Kendi başına madde düşünülemez. Bu, Parmenides’in us anlayışının daha geliştirilmiş bir biçimidir. İdealizmin en büyük filozofu sayılmaktadır. Peygamberliğe yakın bir konumu vardır. Bu haliyle biraz da Zerdüşt’e benzemektedir. Sokrates’le Eflatun’un toplamını, Zerdüşt öğretisine yakın bir cevap olarak da düşünmek mümkündür. Bilgeler yönetimi, sanatkarane görünüm, atletik bir fizik, Eflatun felsefesinin temel özellikleridir. Seçkinler böyle yetiştirildiğinde, devlet sağlam yönetilir. O da Sokrates gibi diyalog yöntemini esas alır. Tarihte ilk defa derslerini Atina yakınlarında Akademia adlı yerde verdiği için bu adla birlikte anılır. Akademia geleneği ve kurumlaşması, yöntemiyle bağlantılıdır. Sınıflı toplumun filozofudur.
Tüm insanların eşitliğini düşünmemektedir. Köleci uygarlık doğal ve sürekli bir düzen olarak düşünülmektedir. Atina devleti bu doğal düzenin en güçlü ideası olarak “Devlet” adlı diyaloğunda tasarlanmaktadır. Greklerin kendileri dışındaki herkesi küçük görmeleri de bu düşünce tarzıyla bağlantılıdır. Kendisinden sonra birçok idealist düşünür Eflatun’u çeşitli biçimlerde geliştirmeye, dönemlerin öğretilerini onunla izah etmeye çalışır. Neo Eflatunculuk; genelde dini düşünceyle felsefi düşünce, özelde de bunun Hıristiyanlık somutunda gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir. İslam dini ve felsefesi üzerinde de derin etkisi vardır. Tüm yakın çağ idealist anlayışlarda da bu etki esaslı rol oynar. Aristo (M.Ö 386-320) klasik çağın son büyük felsefi düşünce yaratıcısıdır. İskender’in hocasıdır. Atinalılar kendisini pek sevmez. Grek kalıbına biraz sığmaz konumdadır. Kendi dönemine kadar olan tüm dini ve felsefi düşünceyi bir ansiklopedik kafa gibi incelemiş, öğrenmiştir. Doğa üzerinde derin bir gözlemcidir. Hem usa hem duygulara eşit yer verir. Usla duygu ve algıları arasındaki bağı sağlam kurmaya çalışır. Dönemin tüm bilgilerini öğrenmeye çok meraklı olduğundan, doğa ve toplum ayrımını yapmaksızın toplamaya çalışır. Bu çaba onu genellemeci, tümdengelim metoduna götürür. “Aristo mantığı” denilen de budur.
Aslında o döneme kadar biriken bilgi ve düşüncelerden genel mantık esaslarını inşa etme çabasıdır. Aristo bu anlamda o dönem için insan zihniyetinin bir toplamı, genel gücü olarak da tanımlanabilir. Sistematik bilgi ve düşüncenin hep doruktaki sembolü olarak adlandırılması, bu özelliğinin bir sonucudur. Somut ifadesi ve uygulaması, Büyük İskender’in en büyük cihan imparatorluğunu gerçekleştirmesidir. Bu büyük düşüncenin büyük uygulanması, evrensel düşüncenin evrensel iktidarı anlamına da gelmektedir. Tanrıyı yadsımaz. İlk neden olarak düşünüp daha sonraki süreçleri doğanın kendi kendine gelişimi olarak inisiyatifli sayar. Her şeyin sonuçta ilk nedenle, yani tanrıyla birleşeceğini söylemekle amaçlı evren anlayışını ortaya koyar. “Her şeyin bir nedeni ve bir amacı vardır” düsturu Aristosal bir formüldür. Dolayısıyla tanrısaldır. Bu yönüyle tek tanrılı dinler üzerinde büyük etkisi olduğu gibi, orta çağın İslam ve Hıristiyanlık felsefesi üzerinde etkisi de büyüktür. Daha doğrusu İslam ve Hıristiyanlık felsefesi Eflatun ve Aristo düşüncesi kullanılarak geliştirilmiştir. Günümüze kadar vasat, ortalama insanın mantık yapısına da Aristocu görüş egemendir. Diyalektik mantık henüz insan zihniyetine hakim olmaktan uzaktır. Bu özelliği nedeniyle mantıkta halen güçlü bir biçimde yaşayan da Aristo’dur. Müminin inanç felsefesinde yaşayan da odur. Dolayısıyla küçümsenemez. Ama aşılmadan da çağımızın doğru düşünce tarzını ve bilimini öğrenmek mümkün değildir.
Aristo’nun felsefi düşünce tarzında büyük bir aşama olarak değerlendirilmesi, ama bilgilenme düzeyinin çoktan aşılması, fizik, kimya, biyoloji ve toplumsal bilimlerdeki büyük ilerleme nedeniyle de artık tutuculuğun inanç ve mantığındaki durak olarak görülmesi önemlidir. Bu durakta durmak günümüz için gericiliktir. Aristo’yu bu temelde aşmak günümüz için büyük bir önem taşıyıp, ilerleme ve dönüşmenin kaçınılmaz bir gereğidir. Grek düşünce yapısında daha sonrasında bu büyük filozofların çeşitli yorumlarına dayanan birçok farklı okul geliştirilmiştir. Yakın çağa, Renaissance’a kadar başta İslam ve Hıristiyanlık olmak üzere bir yandan çok çeşitli dinsel felsefeler, diğer yandan din dışı birçok felsefi okulun gelişiminde dolaylı veya doğrudan kaynak rolünü oynamışlardır. Uygarlık tarihinin düşünce akışı da bir nehir gibidir. Ana kaynağı Verimli Hilal’in dağ etekleri iken, oradan aldığı kollarla Sümer’de bir ana dalga akışı olur. Mısır’dan, Anadolu’dan, Hint’ten, Çin’den, İran’dan aldığı kollarla Grek darboğazında bir felsefe barajı olarak enerji kaynağı haline gelir. Tekrar akış gücü kazanır. Orta çağın kurutucu engellemelerine rağmen, yakınçağda Avrupa’da tekrar büyük bir güce kavuşup günümüzün önünde durulması zor bir sel akışı haline gelir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER