KADININ ZİNDAN DİRENİŞ TARİHİ
Tarih boyunca egemenler kendilerine muhalif olan, itiraz eden, başkaldıran; kısaca kurdukları sistemle uyuşmayan kişileri cezalandırmak, hizaya getirmek, terbiye etmek adına ya fiziki imhasını gerçekleştirmiş ya da toplumdan soyutlayarak bir yerlere hapsetmiştir. Böylelikle korku iklimi yaratarak otoritelerinin tartışılmaz olduğunu kanıtlamak için toplum sindirilmek istenmiştir. Daha ilk çağlardan beri geliştirilen bu politikalar birçok kültürün yaratılış mitlerinde de yansımasını bulmuştur. Tanrıya başkaldıran Lilit cennetten kovulup ceza olarak dünyaya yollanır. Her ne kadar tanrının sevgili kulları olsalar da Adem ile Havva da aynı akibeti paylaşmaktan kurtulamaz ve cennetin nimetlerinden men edilip dünyayla cezalandırılırlar. Benzer bir hikaye de Yunan mitolojisinde karşımıza çıkar. Bu defa yasaları çiğneyen Prometheus’tur ve cezası ömür boyu kayalıklara zincirlenmektir. Tarihin seyri bu ve benzeri hikayelerle örülmüştür. Böylece tüm ideolojiler egemenlerin cezalandırma kudretini meşrulaştırarak topluma kabul ettirmeyi birincil görevleri saymıştır. Özgürlük eğilimi daha fazla olan kadınlar ise tarih boyunca bu ideolojilerin kurbanları olmuşlardır. Engizisyon mahkemelerinde en çok onlar yargılanmış, en çok onlar yakılmıştır. Jan Dark gibi Fransız surlarında en çok hapsedilenler de onlardır. Çünkü Marduklardan Erdoğan’a kadar erkek egemenlikli düzene en fazla kadınlar baş kaldırmış, isyan etmiş ve zalimlere geçit vermemiştir.
Devletli uygarlıkla birlikte sistemleşen baskı ve soykırım uygulamaları
Tarihte insanları hapsetmek için ilkin surlar, kaleler, kuleler, manastırlar, tımarhaneler vb yerler kullanılıyordu. Zaman içerisinde bu yapıların yerine sadece hapsetme işlevini gören özel mekanlar inşa edildi. Devletli uygarlıkla birlikte sistemleşen talan, katliam, taciz, tecavüz, baskı ve soykırım olgularına karşı direnen demokratik modernite güçleri bu mekanlarda ‘ıslah’ ve imha edilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden zindanların tarihi çok eskilere dayanır. Günümüzde de egemenlerin hala başat sindirme ve “cezalandırma” kurumları olarak zindanlar geçerliliğini koruyor. Tabi günümüzde daha çok sistemli ve inceltilmiş politikalarla uygulanıyor.
TC Devleti, ulus devlet esaslarına göre kurulduğundan Sünni İslam ve Türklük dışında kalan tüm halkları, inanç ve kültürleri soykırıma uğratmaya endeksli bir devlet olmuştur. Haliyle zindanlar bu soykırım politikalarının yegane mekanları olarak önemini hep korumuştur. Bir tehdit unsuru olarak zindanları Demokles’in kılıcı gibi halkların başında sallandırmış ve zulüm kaleleri haline getirmiştir. Dolayısıyla zindanlar birçok hakikat arayışçısının yaşamının belli bir kısmını geçirmek zorunda kaldığı veya işkencelerle yaşamını yitirdiği mekanlar olagelmiştir. Bu gerçeklik en çok kadın ve Kürtler şahsında somutlaşmıştır.
Kendi varlığını Kürt soykırımı üzerinden gerçekleştiren TC Devleti, bunu sürdürmek için Kürtlük adına ne varsa tarihten silmeye yeminli politikalarla günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Kuruluş yıllarını takiben gerçekleşen Kürt isyanlarını büyük katliamlarla tasfiye etmiştir. Ağrı isyanından sonra “muhayyel Kürdistan burada meftundur” diyerek bir bütünen Kürtlüğü bitirmeyi amaçladıysa da, Ankara’da bir grup öğrencinin kıt kanat imkanlarla başlattığı devrim yürüyüşünün önünü alamadılar. Günden güne kitleselleşen bu hareketin daha fazla yayılmadan, önceki isyanlar gibi bastırılması için soykırım politikalarını devreye koydular. 12 Eylül faşist darbe rejiminin ön hazırlığı niteliğinde özellikle Apocu Hareketin ilk örgütlendiği Dersim, Maraş, Malatya ve Elazığ gibi yerlerde katliamlar gerçekleştirdiler. Her ne kadar Türkiye sol, sosyalist ve demokrasi güçleri de bu hedef kapsamında olduysa da asıl ezilmesi, yok edilmesi gereken Kürt Ulusal Mücadelesi ve Hareketiydi. Özgürlük Hareketi çıkış yaptığı andan itibaren hareket ve eylem tarzıyla tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Devlet bir türlü diğer örgütlerde yaptığı gibi bu hareketi denetimi altına alamamıştı. O yüzden faşist sömürgeci düzenin varlığına kasteden Apocu Hareket bir an önce tasfiye edilmeliydi. Bunun için 1979 yılında başta Elazığ ve Diyarbakır olmak üzere Kürdistan’ın birçok kentinde aralarında parti öncü kadrolarının da olduğu geniş çaplı tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında birçok devrimci kadın da yer alıyordu. Böylece Kürdistan’da kadın devrimcilerinin günümüze kadar süren zindan direniş geleneği de başlamış oldu. Elazığ grubunda tutuklananlar arasında yer alan Sara (Sakine Cansız) gözaltından başlayarak düşmanın faşist işkencelerine karşı sergilediği devrimci duruşuyla PKK’de kadın direnişçiliğinin sembolü haline geldi.
12 Eylül faşist cuntasının Kürt soykırımının yeni adresi Diyarbakır Zindanı
Sakine Cansız (Sara) arkadaş daha grup aşamasındayken Apocu Hareketle tanışır ve 1977 yılında tereddütsüz bir şekilde devrimci çalışmalara aktif olarak katılır. 27 Kasım 1978 yılında yapılan PKK’nin Kuruluş Kongresi’ne Elazığ delegesi olarak katılır. 22 kişilik kongrede yer alan iki kadından biridir. Elazığ’da örgütsel çalışmalar yürüttüğü esnada 1979 Mayıs ayında birçok arkadaşı ile beraber tutuklanır. Günlerce süren ağır işkenceli sorgulamalarda devrimci duruşundan taviz vermeyerek düşmana karşı müthiş bir direniş geliştirir. Gözaltı sürecinden sonra tutuklanarak Elazığ cezaevine götürülür. Kısa süre içerisinde zindandaki aktifliği düşman tarafından fark edilir ve tek başına arkadaşlarından koparılarak Malatya’ya sürgün edilir. Diyarbakır Zindanı’na götürülene kadar da Malatya’da adli tutsak kadınlarla beraber kalır. Malatya cezaevinden kaçar, fakat talihsiz bir şekilde tekrar yakalanır. Kadın ve zindan olgularının tezatlığını derinden hisseden Sara arkadaş 12 yıllık zindan yaşamı boyunca hep firar etme arayışında olmuştur.
12 Eylül 1980’de Türkiye’de NATO Gladiosu tarafından askeri faşist darbe gerçekleştirilir. Öncesinden bunun hazırlıkları yapılmış, toplumsal yarılmalar körüklenmişti. Türkiye rejiminin başına Orgeneral Kenan Evren geçmişti. 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte kent, köy, dağ, bayır, Kürdistan baştan başa toplumun bütün kesimleri baskı ve işkenceden geçirilmiş, Diyarbakır ve çevresi başta olmak üzere Kürdistan’ın her yerinden tutuklamalar gerçekleşmişti. Yurtsever, sempatizan, kadro, PKK ile bir biçimde ilişkisi olan ve hatta hiç politikaya bulaşmamış binlerce insan tutuklanıp zindanlara tıka basa doldurulmuştu. Diyarbakır Zindanı 12 Eylül faşist cuntası tarafından Kürt soykırımının yeni adresi olarak seçilmişti. Bunun için her şey soykırımcı faşist rejimin planları dahilinde işliyordu. Diyarbakır Zindanı’nda zulüm ve işkencenin yürütücüsü olarak Binbaşı Esat Oktay Yıldıran özel olarak görevlendirilmişti. İnsanlık namına herhangi bir emare bulundurmayan bu şahıs daha önce Kıbrıs işgali sırasında masum Rum halkına karşı geliştirdiği katliamlarla rüştünü ispatlayan biriydi.
Sakine Cansız ve Elazığ grubu PKK ana davası kapsamında 1980 Mart başlarında Diyarbakır Zindanı’na götürülür. Zindana varır varmaz daha giriş kapısından itibaren işkenceler başlar. Gözaltında ve savcılıkta sergilediği tutumla düşmanın çoktan hedefi haline gelmişti. Onu cezaevine girişte işkenceci Esat Oktay karşılar ve herkese sorduğu soruyu sorar “Türk müsün?” der. Sara, kendinden emin bir şekilde Türk olmadığını, Kürt olduğunu ama her şeyden önce devrimci bir kadın olduğunu söyler. Böylelikle ardı arkası kesilmeyen işkenceler başlar. Uzun bir süre tek başına bir hücrede tutulduktan sonra kadın arkadaşların bulunduğu koğuşa gönderilir. Koğuşta yaşlılar, gençler, anneleriyle getirilen çocuklar, farklı Kürt örgüt taraftarları, Türkiye sol sosyalist partili kadınlar bulunur. Hepsi de devletin işkence ve baskılarından geçmiş, yıpranmış kadınlardır. Korku, tedirginlik, inançsızlık, kararsızlık ve karamsarlık ortama hakimdir. Sara arkadaş bu psikolojik havayı dağıtmak, güven ortamı yaratmak için hemen yaşamı komün ekseninde örgütlemeye başlar. Zorlu çabalarla yaratılan ortak yaşam manevi duyguları harekete geçirir. Böylece yaşamın bütününde ortaklaşmak daha kolay hale gelir.
Sara arkadaş düşmanın bu politikalarla neyi hedeflendiğini çok iyi çözümlüyor. Sonrasında kaleme aldığı kitabında o günlere ilişkin şunları belirtiyor: “Herkes çok açık görmüştü, sorun sadece ‘Türküm’ demek ya da yemek yemeden önce dua etmek ‘Bismillahirrahmanirahim… Afiyet olsun… Allahımıza hamd olsun, ordu-millet var olsun…’ demek değildi. Çünkü önce güvenlik gerekçesiyle ‘sayım alacağız’ dan başlanmıştı. Sayımlar ayakta ve sıra şeklinde alınmaya başlamış, ardından herkes kendi sayısını sesli söylemiş. Ayağa kalkışlar vb ardından And, İstiklal Marşı ve arkası gelecekti… Düşman bununla seni önce zorla hizaya getiriyor, sonra adım adım hükmetmeye başlıyor. Sen Kürtlükten çıkıyorsun, ‘asker’leşiyorsun, Türkleştiriliyorsun, yönlendiriliyorsun. Sen olmaktan çıkmanın henüz nüveleridir. (…) Düşman, onu senin iradeni kırma ve seni teslim almanın bir aracı olarak kullanıyor.” İşte bu bilinçle direnmek ve düşmanın politikalarını boşa çıkartmak gerektiğine inanıyor. Teslimiyet, ihanet, inançsızlık ve güvensizliğin kol gezdiği bu ortamda heval Sara kendi kendine söz veriyor; “düşman bu yapı içinde istediğini elde edemeyecek, en sorunlu en yaramaz kadına bile el atamayacak, devrime karşı kullanamayacak!” diye belirtiyor. Ve bunun için tüm gücüyle ortamda kararsızlık, inançsızlık yaşayan zayıf ve zaaflı kadınlarla ilgilenmeye başlar. Günlerce her biriyle tek tek ilgilenip kadın iradesini açığa çıkarmaya çalışır. Böylece tüm zindanda yaşanan teslimiyet kadın yapısında yaşanmıyor. Sadece düşmanın yönelimleriyle mücadele etmiyor, kadına dayatılan geri, geleneksel yaklaşımlarla da savaşıyor.
O yıllarda devrimci de olsa kadının zindanda olması toplum tarafından hatta genel arkadaş yapısı tarafından da çok kabul görür veya anlaşılır, anlam verilir bir durum değildir. Kadın kimliğini, bedenini, biyolojisini hedef alan yönelimler, işkenceler bir silah olarak kullanılıyor. “PKK’nin kızları yakında askerlerden hamile kalır” söylemi bilinçli geliştiriliyor ve bu erkek egemen bakış açısının dışa vurumu oluyor. Bu konuda en duyarlılarının tepkileri bile “keşke bu kadınlar içerde olmasaydı” şeklinde oluyor. İşte bu ataerkil, direnişi kendinde makul gören akla, zihniyete karşı da heval Sara amansız bir mücadele yürütüyor.
PKK her şeyi yaşayarak öğreniyordu
Her ne kadar Kürt halkı ezelden beri en çok tutuklanan ve zindanlara doldurulan bir halk olsa da ilk defa bu kadar kitlesel tutuklamalar gerçekleştiriliyordu. Bu, PKK’nin zindanla ilk sınavıydı. Daha önce tek tük tutuklanan arkadaşların deneyimi vardı fakat mevcut PKK’nin somut zindan pratiği, tecrübesi yoktu. Her şeyi yaşayarak öğreniyordu. Gün geçtikçe vahşet derecesine varan işkencelerle, genel yapıdaki örgütlülük dağılmış, nerdeyse tüm yapı düşmanın uygulama ve dayatmalarına büyük oranda fiziki olarak teslim olmuştu. Mücadeleden düşen kişiler birer birer itirafçılaşıyor, ajanlaşıyordu. Mevcut gidişata dur demek için heval Sara sürekli genel yapıya not yazarak eylem yapma önerisinde bulunuyor. Fakat o koşullarda koğuşlar arası haberleşme imkansız olduğundan 1981 Mayıs’ında başlatılan 1. Ölüm Orucu’ndan çok sonraları haberleri oluyor. Çoğunlukla öncü kadroların girdiği bu eylemde Ali Erek arkadaş şehit düşüyor. 35-40 gün süren eylemde temel talep işkencenin kaldırılmasıdır. Heval Sara, “Hep Kavgaydı Yaşamım” kitabında o süreci şöyle değerlendiriyor: “Hasmın, bütün saldırı araçlarıyla devrede, başka bir yaşam hakkı tanımıyor. Yaşamın tüm hücrelerine inmiş, vahşice yönelmiş, işkenceler yaşamın kendisi olmuş. Bu durumda düşmanı caydıracak, onu dizginleyecek, tutsaklara biraz olsun nefes aldırtacak en etkili eylem biçimi ölüm orucu oluyor. Ölümü mü dayatıyorsun? Al sana onurlu ölüm! Yaşamda hava almaktan, normal bir insan ihtiyacının karşılanmasına kadar her şeyin işkence aracı haline getirildiği bir ortamda irade ve bedenin her hücresini ortaya koyarak direnmek düşmanın hiçbir şekilde hesaplayamadığı bir eylemdi. Açlığı, susuzluğu, uykusuzluğu, konuşmamayı hatta bakmamayı, görmemeyi dayatan düşmana günlerce, haftalarca, aylarca sadece bir su ve hava alarak nasıl yaşandığını, nasıl iradenin çelikleştiğini öğreten bir ölüm orucu eylemi sergilenmişti.”
Bir yandan haddi hesabı olmayan işkenceler, diğer yandan günlük sadece bir çay bardağı tatlı su -çoğu zaman o bile bulunmazdı- ile sürdürülen ölüm orucu… Günler ilerledikçe bu ağır koşulları kaldıramayan insanlar teker teker eylemden düşüyor. En son eylemi sadece PKK öncü kadroları sürdürüyor. Ölüm orucu eylemi yaptıkları için bu arkadaşları genel yapıdan ayırıp hücrelere koyuyorlar. Arkadaşlar da genel yapıyla bir araya gelip mücadeleyi daha güçlü örgütlemek için bazı uygulamaları kabul ederek 1. Ölüm Orucu’nu sonlandırıyorlar. Direniş kırılıp bazı uygulamalar kabul edilince baskının, işkencenin önü alınamıyor. Teslimiyetin genelleştiği, ihanetin normalleştirilmeye çalışıldığı bu ortamda Mazlum Doğan 20 Mart 1982 gecesi hücresinde üç kibrit çöpüyle Newrozu kutladıktan sonra “Direnmek yaşamaktır! Teslimiyet ihanete, direniş zafere götürür” diyerek tarihi eylemini gerçekleştiriyor. Karanlığa çakılan üç kibrit çöpü tüm zindanda kısa sürede etkisini gösteriyor. 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gecede Ferhat Kurtay, Necmi Öner, Eşref Anyık, Mahmut Zengin arkadaşlar bedenlerini ateşe vererek Mazlum arkadaşın çağrısına cevap oluyorlar. Artık fedai düzeyde direnişlerin ardı arkası kesilmiyor. Bu defa benliğini, yüreğini ortaya koyan 14 Temmuz Direnişçileri oluyor. Mehmet Hayri Durmuş 14 Temmuz’da yapılan duruşma esnasında işkencelerin durdurulması, savunma hakkının tanınması talebi ile ölüm orucuna başladığını açıklıyor. Onun hemen ardından Kemal Pir ve diğer arkadaşlar da ölüm orucuna başladıklarını açıklayarak bedenlerini ölüm orucuna yatırıyorlar. Yaklaşık iki ay süren Büyük Ölüm Orucu Direnişi düşmanın talepleri kabul etmesiyle sonlandırılıyor. Mehmet Hayri Durmuş, Kemal Pir, Ali Çiçek ve Akif Yılmaz büyük bir inanç, irade ve kararlılıkla bu eylemin şehitleri oluyorlar. Her ne kadar daha sonra düşman verdiği sözleri tutmasa da Büyük Ölüm Orucu 12 Eylül faşist askeri rejimine büyük bir darbe vuruyor. Düşmanın “fiziki olarak yaşat ama ideolojik olarak öldür, ulusal olarak imha et” politikası boşa çıkarılıyor. Ölüm orucu direnişçileri fiziki olarak kendilerini ölüme yatırıyorlar ama ulusal değerlerine ve ideolojik çizgilerine bağlı kalarak sonuna kadar direniyorlar. Bu direniş zindan geneli üzerinde de büyük bir etkiye yol açıyor. Daha önce teslim olmuş birçok kişi bu eylemden sonra tekrardan direnişe geçiyor. Mahkemelerde çoğu tutsak siyasi savunma yapıyor. Tüm bunlar, 12 Eylül faşist soykırımcı rejiminin başarısız kalması ve yenilgiye uğramasıdır.
Esat Oktay kadın yapısından bir “itirafçı” çıkaramamıştı
Büyük Ölüm Orucu’nun başlamasını; Hayri, Kemal, Akif ve Ali arkadaşların şehadetini kadın tutsaklar ancak eylem sonuçlandıktan sonra öğrenebiliyorlar. Böylesi bir eylemde yer almaması ve yine arkadaşların şehadeti Sara arkadaşta büyük bir öfke ve üzüntüye sebep oluyor. Büyük Ölüm Orucu sonrasında zindanda gözle görülür değişimler yaşanıyor ve işkenceci başı Esat Oktay görevden alınıp başka yere gönderiliyor. Oysa heval Sara uzun süre ona karşı eylem yapma hazırlığı içindedir. Esat Oktay ölümü hak eden biriydi ve yaptığı bunca zulüm yanına bırakılamazdı. Heval Sara bu fırsatı kaçırmıştı, ama Esat Oktay’ın da kadın koğuşundan itirafçı çıkarma çabasını boşa çıkarmıştı. Esat Oktay, Sakine’ye baş eğdirememiş, onca insanlık dışı işkenceye, tehdide rağmen tek bir “PKK’li itirafçı kadın” çıkaramamıştı.
Büyük Ölüm Orucu ile beraber elde edilen kazanımlar zaman içerisinde düşman tarafından tekrardan gasp edilmeye çalışılınca tekrardan direniş ve eylem kararı alınıyor. Bu defa eylemler ortak planlanıyor ve kadın yapısı da eylemdeki yerini alıyor. 1983 Eylül’ünde başlayan ve 27 gün süren ölüm orucunun ilk grubunda heval Sara da yerini alıyor. Yine 1 Ocak 1984 direniş barikatlarında da heval Sara en öndedir. 18 Ocak 84 ölüm orucunda 50 gün kalarak ölüme meydan okuyor. Mahkemelerde korkusuzca PKK’yi savunarak herkese devrimcilik ve insanlık dersi veriyor. Düşman karşısındaki tavizsiz duruşu mahkeme kararlarında yansımasını buluyor. 12 Eylül faşist mahkemeleri tarafından 24 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Mahkeme heyeti, “iyi hal ve pişmanlık göstermediği gibi, ısrarla örgütünü savunduğundan ceza indirimine gidilmemiştir” diyor.
Soykırımcı faşist rejim zindan direnişlerini kıramayınca 1988 yılında Diyarbakır’daki tutsakları farklı farklı cezaevlerine sürgün ederek intikam almaya çalışır. Birçok arkadaşla birlikte heval Sara da sürgün edilenler arasında yer alır. Amasya Zindanı’na götürülür. Burada firar etmek için yaptığı tünel yakalanınca bu defa Çanakkale Zindanı’na sürgün edilir. Diyarbakır’da olduğu gibi bu zindanlarda da aynı kararlılıkla mücadele ve kavgasına devam eder.
Heval Sara, 12 yıllık zindan direnişinin her anında devrimci iradenin, kararlılığın ve inancın simgesi olur. Görkemli direnişi daha hayattayken halk arasında efsaneye dönüşür. Diyarbakır işkence sistemini yenilgiye uğratan ve PKK kadın direniş cephesinin zafer kazanmasında heval Sara’nın direnişi tarihi önemdedir. Sadece Kürdistan Kadın Özgürlük Mücadelesi’nin değil, dünya kadınlarının özgürlük mücadelesinin de yılmaz bir savaşçısı olarak tarihe adını yazdırmıştır. Önderlik Sara arkadaş için “Sakine’nin mücadelesi, kadın özgürlük hareketinin mücadelesidir” belirlemesiyle heval Sara’nın tüm kadınlar için ne kadar hayati değer teşkil ettiğini ifade etmiştir.
Diyarbakır Zindanı, dünya üzerinde geliştirilen işkence ve imha politikasının uygulandığı en vahşi merkezlerden birisidir. Bu yüzden orda açığa çıkan direniş de dünya üzerinde benzeri olmayan bir direniştir. PKK’den daha çok güce sahip olan örgütler ne zindanlarda ne de 12 Eylül faşist soykırımcı rejime karşı dışarıda direnmediler ve hepsi böylelikle tarihin tozlu sayfalarına gömüldüler.
PKK’nin zindan direnişi her şart ve koşulda zafer elde edebileceğinin umut ve inancını açığa çıkarmıştır. Önder Apo Diyarbakır Zindan Direnişi’ni “Ölümden özgür yaşama köprü kurmak” olarak değerlendirmiştir. Önderlik, zindandaki PKK militanlarının sağlam bir köprü kurduğunu, bu köprü üzerinden halkın rahatlıkla geçeceğini değerlendirerek tüm halkı yürümeye çağırdı. Bu çağrıya yanıt veren Kürdistan halkı PKK direnişi etrafında birleşti. Özellikle Sara’nın zindan direnişinden etkilenen kadınlar akın akın mücadele saflarına katıldılar. Özellikle 1990’larda Kürdistan’da gelişen serhildanlarla birlikte kadın katılımları zirveye ulaştı. Katılımlar artıkça düşmana esir düşüp tutuklanan kadın arkadaşların sayısı da günden güne artış gösterdi. Özellikte 1990’larda Zeki tasfiyeciliği sürecinde partiye katılan kadın arkadaşları, dağda mücadele edemezler bahanesiyle metropol çalışmaları için şehirlere yollaması bu arkadaşları düşmanın yönelimlerine açık hale getirmişti. Tecrübesiz olan çoğu kadın arkadaş bu süreçte tutuklanır. Böylelikle 1990’lara gelindiğinde TC zindanlarında tarihte hiç olmadığı kadar PKK’li kadın tutsak yer alır. 90’lı yıllarda da, 80’li yılları aratmayan uzun ve işkenceli gözaltı süreleri söz konusudur. Bu süreçte tutuklanan kadın arkadaşlar, heval Sara’dan devraldıkları direniş geleneğini sürdürerek düşmanın tüm işkence ve baskılarına karşı müthiş bir direniş sergilerler. 90’lı yıllara kadar siyasi davalardan tutsak olan kadınların sayısı az olduğundan ayrı bir cezaevine konma durumları söz konusu değildir. 94’lere kadar da çoğunlukla kadın ve erkek tutsakların beraber kaldığı karma cezaevleri vardı. Kadın özgürlük bilincinin derinleşmediği o yıllarda kadın iradesini tanımama, kadını güç olarak görmeme gibi erkek egemen yaklaşımlar cezaevlerinde de yaşanıyordu. Örneğin kadınların kendi koğuş yönetimleri olsa da genel cezaevinin yönetiminde istisnalar dışında kadın arkadaşlar yer almıyordu. Genel cezaevi yönetimi erkek arkadaşlardan oluşuyordu.
1994’le birlikte düşmanın zindan politikaları daha da ağırlaşmıştı. Yapıyı parçalamak, genelden koparıp izole etmek için kadınlar için ayrı cezaevi uygulamasına geçildi. Bunun için Sivas cezaevi pilot bölge olarak seçilmiş ve yüzleri aşan sayıda kadın tutuklu bu cezaevinde tecride alınmıştı. Daha sonra Sakarya, Uşak gibi cezaevlerinde de kadın tutsaklar bu uygulamalara maruz kaldılar. Erkek yapısından ayrılan kadın arkadaşlar ilk defa özgün örgütlenme zeminini de yakalamış oldu. Bu da beraberinde önemli bir bilinç ve gelişim düzeyini açığa çıkardı. Zindanda düşmana karşı siyasal kimliğini kabul ettirme de bu süreçte yaşandı. Gelişen mücadele ile birlikte kendisine, cinsine inançsız, güvensiz, kaynağını erkek egemenlikli zihniyetten alan önyargılar kırılmış, kendi başına örgüt ve yaşam kültürünü yaratacak güçte olduğunu geç de olsa kanıtlamıştı.
Zindanda yaşanan iç sorunlar ve düşman politikalarının sonuçları
1998’e kadar genel cezaevlerinde olduğu gibi kadın tutsaklar arasında da iç sorunlar yaşanıyor. Belli tasfiyeci kişilikler ortamda bilinçli bir şekilde güvensizlik yaratıyorlar. Bu şahsiyetlerin en azılılarından olan Zübeyde, kadın yapısı içerisinde “ajan” veya kişilik çözümlemesi adı altında özellikle yeni gelenlere ağır baskılar uyguluyor. Güvensizlik ortamı yaratarak iç huzursuzluğu körüklüyor. Baskı ve şiddetle otoritesini sağlama almaya çalışıyor. Düşman bilinçli bir şekilde sürgün havası vererek Zübeyde’yi cezaevi cezaevi dolaştırıp, kadın yapısının iradesini kırmaya çalışıyor. Yine Batman zindanında Ciran adlı bir şahıs da Zübeyde’yi taklit edip benzer pratikler geliştiriyor. Düşman bu süreçte tutsakları direkt hedef almaktansa bu tasfiyeciler eliyle zindanın örgütlü yapısını dağıtma, mücadeleden düşürme politikaları yürütüyor. Hatta bazı şahısları özel olarak yetiştiriyor. Bu tasfiyecilere karşı militan duruşundan taviz vermeyen birçok kadın arkadaş çizgiyle oynayan, yapı üzerinde her türlü baskı uygulayan kişilere karşı her koşulda mücadele ediyor. Kadın arkadaşlar bu durumu genel zindan yönetimine bildirmesine rağmen pek işe yaramıyor. Çünkü bu kişilerin erkeksi özellikleri güç olarak görüldüğü için çoğu zindanda yönetim yapılıyor. O dönemde böylesine çarpık anlayışlar yaşanıyor.
Aynı eğilim Çanakkale Zindanı’nda M. Can Yüce ve Meral Kıdır tarafından da geliştiriliyor. Düşman, zindan genelinde M.Can Yüce’yi örgütte ikinci adam olarak hazırlıyordu. M.Can Yüce şahsında tasfiyeciler eliyle zindanda PKK’nin tasfiyesi edilmesi amaçlanıyordu. Bu kişilere özel ayrıcalıklar, imkanlar tanınıyor. M.Can Yüce kendisini bir kadın önderi gibi lanse etmeye çalışıyordu. Kadın yapısına kendisini kabul ettirmek için her türlü şeyi yapıyordu. Tam bir “ajitatör” olan bu şahıs, kadın özgürlüğü hakkında ideolojik yazılar yazarak kadından daha fazla perspektif oluşturacağını göstermeye çalışıyordu. Dergilere bu temelde yazılar yazıyor, kadın arkadaşlara yaygın mektuplar yazıyordu. Meral Kıdır da örgütün Türkiye cephesinin önderi gibi davranıp en çirkin iktidar anlayışlarının pratikçisi oluyordu. Özelde kadın yapısı üzerinde egemenlik kurmaya çalışıyordu. Aynı süreçte Çanakkale Zindanı’nda kalan Sema Yüce arkadaş, Meral Kıdır tasfiyeciliğine karşı amansız bir mücadele yürütüyor. Meral’in örgüt dışı, iktidarcı yaklaşımlarını kabul etmiyor ve “ne düşen ne de düşürülen bir kadın olmayacağım” diyor. Ve ikisi arasında çok yoğun çatışmalar gelişiyor. Sema arkadaş, düşman ve içteki uzantılarının gerçekliğini çözerek, bu tasfiyeciliğin bertaraf edilmesi için arayış içerisine giriyor.
Heval Sema, yıllardır zindanda olduğu halde, örgüt gündeminden hiçbir zaman kopmuyor. Özellikle Önderliği çok yakından takip ediyor. 1996 yılında Önderliğe karşı Şam’da gerçekleştirilen suikasta cevap olarak Heval Zîlan’ın bedenini bomba haline getirerek Dersim’de fedai eylem gerçekleştirmesinden çok etkileniyor. Heval Sema radyodan Önderliğin 8 Mart’a ilişkin tüm kadınlara yaptığı konuşmasında açıkladığı Kadın Kurtuluş İdeolojisi’ni dinleyince yüreği yüreğine sığmıyor. Bir yandan yanı başındaki tasfiyeciler tarafından dayatılan, kölece bağlarla kadını kendi iktidarına bağlama çabası, diğer yandan Önderliğin kadını tüm kölece bağlardan arındırıp, kurtuluşunu, özgürlüğünü müjdeleyen ideoloji… Heval Sema, Önderliği dinledikten sonra aradığı cevabı buluyor. Ardından manifesto niteliğinde beş mektup yazıp bırakıyor. Mektubunda “Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın ve diğer tüm şehitlerimizin iyi bir öğrencisi olmak istiyorum” diyerek 21 Mart 1998’de bedenini ateşe veriyor. Böylece Mazlumların, Sakinelerin direniş geleneğinin bir neferi ve heval Zîan’ın ardılı olmayı başarıyor. Bıraktığı mektuplarda düşmana ve onun işbirlikçilerine de seslenerek; “Ne yaparsanız yapın bu haklı mücadeleyi yenemeyeceksiniz” diyor. Heval Sema, eylemini gerçekleştirip 17 Haziran’da şehitler kervanına katılana kadar da Önder Apo’ya ve onun ideolojisine sadık kalıyor. Mektubunda yazdığı gibi ‘kadının yaşam ve zafer gücünün olduğunu, kadının da yoldaş olabileceğine olan inancını’ soylu bir eylemle taçlandırır. Sema arkadaşın eylemini çağrı niteliğinde ele alan Önderlik arkadaşın mektuplarından hareketle M.Can Yüce’nin tasfiyeci bir eğilimde olduğunu belirtir. Heval Sema’nın “gökyüzünde iki güneş olmaz” belirlemesi üzerine Önderlik çözümleme yaparak tasfiyecileri teşhir eder. Sema’nın eylemi için Önder Apo: “Sosyalizmi ilerleteceksek, ulusal kurtuluşta çok ciddi engelleri ortadan kaldıracaksak, örgütü bir yıkılma ve çözülme nedeni olmaktan çıkarıp bir sürükleme nedeni haline getireceksek cins savaşımının yoğunlaşmış ifadesi olmaktan başka çaremiz yoktur. Önderlik öğretisinin kadın boyutuyla anlaşılması gereken bir yanı da budur. Sema yoldaşın bahsettiği nokta da yine budur” değerlendirmesini yapıyor.
Heval Sema’nın eylemine aynı zindanda bulunan Fikri Baygeldi arkadaş üç gün sonra “Sema yoldaş benim komutanımdır ve ben, bu eylemiyle komutanlaşan Kürt kadının sadece bir askeriyim. Asker komutanının talimatı doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Ve ben bu zorunluluğun bilincindeyim. Bu eylemimle Sema yoldaşın eylemini daha da görkemli kılacağım ve düşmanın beyninde bir bisiving roketinin patladığı gibi patlayacağım” diyerek fedai eylemi gerçekleştiriyor. 24 Mart 1998’de bedenini ateş topuna çevirerek heval Sema’nın ardılı oluyor. Fikri Baygeldi bu eylemiyle içindeki erkeği öldürmüş, kadının eylem anlayışını kendisinde pratikleştirerek, kadınla duyguda ve düşüncede yüce bir birliktelik kurmayı başarmıştır. Önderlik heval Fikri için; “Fikri’de tutarlı bir erkek kişiliğinin yeniden şekillenmesi gerektiğine dair çok duyarlı, anlamlı bir yanıt var.” değerlendirmesini yapıyor. Böylece heval Sema ve heval Fikri zindanda gerçekleştirdikleri eylemleriyle, Kadın Özgürlük İdeolojisi ve Kopuş Teorisi’ne erkek ve kadın cephesinden en güçlü cevabı vermiş oluyorlar.
Uluslararası Komplo’ya karşı zindanlarda gelişen direniş
Aynı yıl içerisinde Uluslararası Komplo süreci başlamış, Önder Apo 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkartılmıştı. Önderliğin esaretiyle sonuçlanan bu komploya ilk olarak zindanlardan tepki gelişti. Önder Apo Suriye’den çıkartıldığı ilk gün Maraş Zindanı’nda kalan Halit Oral, komplonun derinliğini hissetmiş, Güneşimizi Karartamazsınız! diyerek bedenini ateşe vermişti. Böylece Mazlum ve Semaların direniş geleneği bir kez daha zindanlarda can buluyordu. Komplonun önünü almak için zindanlar öncülüğünde başlatılan eylemler gün geçtikçe, dört parça Kürdistan, Türkiye, Avrupa ve dünyanın her yerine yayılıyordu. Önderliğin etrafında ateşten bir çember oluşturan bu yoldaşlarımız uluslararası güçleri şaşkına çevirmiş, komployu farklı boyutlara taşımalarının önünü almışlardı. Güneşimizi Karartamazsınız eylemini zindanda büyüten Kurdê ve Rotinda arkadaşlar Midyat Zindanı’ndan 23 Ekim 1998 tarihinde bu ateş dansına dahil oluyorlardı. Bu çember öyle güçlü olmalıydı ki hiç kimse Önderliğe yaklaşamamalı, yaklaşma gafletinde bulunanlar da bu tanrıçaların ‘zafer tutkularının ateşi ile küle dönmeliydi.’ Kurdê (Selamet Menteş) ve Rotinda (Aynur Artan) arkadaşlar bıraktıkları mektuplarında, düşmanın zindan politikalarını da değerlendiriyorlardı. “Zindan alanında geliştirilen rehabilitasyon politikaları biz tutsakların iradelerini eritmek ve parçalamaya yöneliktir. Düşman çıkardığı sahte af yasaları ve sözde demokratik adımlarla zindanda bireyin kafasındaki PKK’yi muğlaklaştırarak reforme etme politikalarını güdüyor. Yaşamda ölçüleri daraltarak, bireyi salt güdüleriyle düşünen ve güdüsel yaşayan bir konumda, insanlığı özünden boşaltmak istiyor; buna karşı özgürlük tutsakları tek vücut olup, buna karşı durabileceğimizi göstereceğiz” diyorlar.
Uluslararası Komployla Önderliğimizin 15 Şubat 1999’da siyasi rehine olarak tutsak edilip, İmralı Zindanı’na alınmasıyla zindanların önemi de değişmeye başlamıştır. Önderliğimiz şahsında Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmek ve böylece Kürt soykırımını nihayete erdirmek isteyen uluslararası komplocu güçler, Önder Apo’nun İmralı’da geliştirdiği benzersiz direnişe çarpmıştır. Önder Apo alışılagelen direniş tarzından ziyade, üçüncü doğuşum dediği yeni bir paradigmayla kapitalist moderniteyi çözmüş, alternatifini geliştirerek tüm dünya halklarına umut olmuştur. Mutlak tecrit ve ağır zindan koşullarına rağmen Önderliğimiz, insanüstü çabasıyla İmralı’da yeni bir direniş geleneği açığa çıkardı. Normal bir insanın bir gün bile dayanamayacağı İmralı Zindan koşullarında Önderliğimiz 24 yıldır amansız bir mücadele yürütüyor. İmralı Zindanı’nı bir akademiye dönüştüren Önderlik, egemenlerin binlerce yıllık ‘ceza-evi’ mantığını alt üst etmiştir. Önder Apo İmralı Zindanı’na götürüldükten sonra faşist soykırımcı TC Devleti’nin de zindan politikası değişmiştir. 2000’li yıllarda uygulamaya sokulan F-Tipi cezaevleri sistemiyle birlikte İmralı’dakine benzer bir tecrit tüm zindanlara yayılmıştır. O zamana kadar zindanlarda tutsaklar kalabalık koğuşlarda birlikte kalabiliyorken bundan böyle tekli hücrelere konulmuştur. İnsan soyunun en ağır ‘ceza’ sistemi olan tecrit sistemi böylece genişletilmiştir. Buna karşı birçok zindanda direniş gelişmesine rağmen düşman katliamlar gerçekleştirerek bu sistemi hayata geçirmiştir. Şu anda yüzlerce siyasi tutsak tekli hücrelerde direnmektedir. Bu anlamda Önder Apo’nun direnişi sadece PKK ve PAJK’lı tutsaklara değil, dünyada tüm devrimci tutsaklara örnek olmuştur.
Kadın Özgürlük Mücadelemiz zindanlarda bitirilmek isteniyor
PKK Hareketi kitlesel olarak 80’li yıllarla birlikte zindanlarla tanışmıştır. O yıllardan günümüze kadar gelen direniş geleneği hala geçerliliğini korumaktadır. Dönem dönem cüzi farklılıklar gösterse de TC Devleti’nin zindan politikası hep imha ve tasfiyeye dayalı gelişmiştir. Faşist AKP rejimi ile birlikte ise zindanlar zamana yayarak öldürme mekanları haline gelmiştir. Son yıllarda tırmandırılan savaşla birlikte zindanlarda psikolojik ve fiziki işkencenin her türlüsü tutsaklar üzerinde uygulanmaktadır. Nerdeyse her şehre birkaç zindan yapılarak, tutsaklar sistemli bir şekilde zindan zindan dolaştırılıp sürgün edilmektedir. Tutsaklar özellikle ailelerinden uzak zindanlara bilinçli bir şekilde sürgün edilerek, onlar üzerinden aileler de cezalandırılmak istenmektedir. Cezaevi girişlerinde insanlık onurunu hiçe sayan çıplak arama işkencesi hala çok yaygınca uygulanmaktadır. Yeni yapılan tüm zindanlarda süngerli oda adıyla işkenceler için özel odalar yapılarak işkence meşrulaştırılmıştır. Yine uyduruk gerekçelerle ‘cezası’ biten yoldaşlarımızın tahliyeleri ertelenmekte, infazları yakılmakta, açılan yeni dosyalarla zindandan çıkışları imkansız hale getirilmektedir. Düşman son birkaç yıldır tüm zindanlarda tecridi kurumsallaştırmaya yönelik sistemli politikalar geliştirerek, tutsakların kendi aralarında ve dışarısıyla ilişkilerini bitirme noktasına getirmiştir. Tutsakların yaşam alanları gittikçe daraltılmakta ve kaldıkları odalara kameralar yerleştirilerek tutsaklar nefessiz bırakılmaya çalışılmaktadır. Bu uygulamalara karşı gelişen en ufak itirazda ise tutsaklara disiplin cezaları yağdırılmaktadır.
Tüm bunların yanı sıra hasta tutsakların durumuna ilişkin ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. Toplumun kanayan yarası haline gelen hasta tutsaklar içerde çok zor koşullarda yaşam mücadelesi vermektedir. Son yıllarda artan baskı ve işkenceler sonucunda neredeyse her gün zindanlardan tabutlar çıkmaktadır. Faşist intikamcı AKP rejimi özelde hasta tutsaklar üzerinden çok kirli hesaplar yapmaktadır. Hasta tutsakların bilinçli bir şekilde ölmelerini sağlayarak, toplumun vicdanlarında gedikler açma planlanmaktadır. Böylece gelişen ölümlere karşı toplumsal refleksler yok edilmek, bir bütünen toplumsal değerler hiçleştirilmek istenmektedir. Özelde 90’lı yıllardan beri zindanda olan arkadaşların birçoğu, yapılan işkence ve zindanların sağlıksız koşullarından kaynaklı ciddi sağlık problemleri yaşamaktadır. Hal böyle olunca hasta tutsaklar hem düşman politikalarıyla hem de sağlık problemleriyle mücadele etmek zorunda kalıyor.
Kadın Özgürlük Mücadelemizin yıllar içinde kitleselleşmesiyle bugün sistem tarafından en fazla Kürt kadınları ve bu mücadeleden etkilenen kadınlar hedef haline gelmiştir. Faşist Süleyman Soylu’nun “PKK’yi kadınlar yönetiyor” söylemi bu gerçeği doğrulamaktadır. Bu yüzden son yıllarda hiç olmadığı kadar kadınlar tutsak alınarak toplumsal mücadele kadınlar şahsında yok edilmek istenmektedir. Akademisyeninden gazetecisine, ekolojistinden feministine, militanından yurtseverine, milletvekilinden eş başkanlarına kadar toplumsal yaşamın öncü kadınlarının hepsi şu an zindanlardadır. Kadın düşmanı fasişt AKP-MHP ittifakının Kadın Özgürlük Mücadelemizi zindanlarda bitirmeye yönelik geliştirdiği soykırım politikalarına karşı, kadınlar Saraca, Semaca direnmeye devam ediyor. Zindanların her bir hücresini kadın özgürlük akademisi haline getirerek; yürekte, beyinde özgür Önderlikle buluşmanın umut, inanç ve kararlılığını büyütüyorlar.
Biz ‘dışardaki’ kadınlara düşen görevse, büyük bedeller ödenerek elde edilen 43 yıllık kadın zindan direnişi geleneğinin günümüz temsilcileri olan yoldaşlarımızı doğru temelde sahiplenmek ve onların bir an önce aramıza katılması için mücadeleyi büyütmektir. Kuşkusuz bunun en olmazsa olmaz koşulu Önder Apo’nun fiziki özgürlüğünü önceleyen, hedefleyen bir biçimde mücadeleye katılım düzeyimiz ve eylemselliklerimiz belirleyici olacaktır. En çok biz kadınlar olarak biliyoruz ki, İmralı Zindanı’nda ağırlaştırılmış tecritte tutulan Önderlik şahsında biz kadınların özgür iradesidir. Unutmayalım ki, 15 Ağustos eylemiyle nasıl idamların önü alınmışsa, günümüzde de dışarda açığa çıkartacağımız her türlü mücadele, zindanlar üzerindeki baskı ve işkence uygulamalarını bertaraf edecek, fiziki olarak onları özgürleştirecektir.
ZİLAN KAYA
YORUM GÖNDER