BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK (7.BÖLÜM)
UÇURUMUN SESİ
Berfin.
Siirt Pervarili.
Örgüte Katılım Tarihi 1995.
Şahadet Tarihi: 9 Mart 2000.
Mezarı Bingöl’de bir köy mezarlığının dışına defnedilmiş.
Onun ve arkadaşları adına yapılmış bir beste var. Bir mezar taşı için söylenmiştir Bir şarkı tuttu elimizden. Götürdü bizi Bingöl tepelerine. Üç adam hançerelerini kanatırcasına şarkı söyledi. Üç adam Bingöl tepelerinde yalnız bir mezara doğru yürüdü. Rüzgârla sarmaş dolaş bir mezar. İçlerinde adı Murat olan genç hatırlayamadığı ablasına bestelediği şarkıyı söyledi. Şarkının ritmine uyan bir kadın iki yana uzatılmış elleriyle uçurumun kenarında bekledi. Sonra uçurumun sesini dinledi. O sıra bir şairin dizeleri rüzgârla konuşuyordu. Ne demişti uçurumda açan çiçek; “Yurdumsun ey uçurum.” Üç adam ve kadın şarkının sonunda mezarı selamlayıp ayrıldılar.
Onlar gittiklerinde uçurumdaki şiir hala rüzgârla konuşuyordu… Burası bir gerilla mezarı. Bir köy mezarlığının dışına defnedilmiş yalnız bir mezar. 2000 yılında ateşkes ilan eden PKK’nin, güçlerini güneye çekmesi sırasında öldürülmüş Berfin. Barış da insanı öldürür mü demeyin öldürüyor işte. İncir Reçeli filmini izlediniz mi bilmem. Orada ölüme giden kadının yazar sevgilisine söylediği son sözleri hatırlayınız. “ ….Beni unut demiyorum ama hayattan da kopma. Sabah uyandığında sokaklara bak. O insanlar binlerce hikaye demek ve anlaşılmayı bekliyorlar.” Çocuklarını kaybetmiş gerilla anneleri de sokaklarda anlaşılmayı bekleyen binlerce hikayeden biri. Bir annenin yüreği hangi dilde ağlarsa acı vermez insana? İşte Murat’ın şarkısı tuttu elimizden, getirdi bizi Kadriye Ana’nın yanına. Kadriye Ana ağzından değil de sanki içeriden bir yerde konuşuyordu. Eşkıya filminin Keje’sine benzeyen bir uzaklıktan geliyordu sesi sanki. Yapmak istediğimiz, sözlü bir tarih çalışmasıydı. Fakat tarih, rakamların diliyle anlatamaz kendini. İnsan hikâyelerinin trajedilerini saklar içinde. Uzak bir geçmişten size seslenir ve anlaşılmayı bekler. Üstelik bu tarih çalışmasını bir annenin ağzından dinliyorsanız, bunu rakamlar ve olaylarla anlatamazsınız. Yazı kördür ve insani olanı bize yansıtmaktan biçaredir. Çocuklarını çığlıklarıyla doğuran anneler, daha derin ve uzun çığlıklarla onları toprağa uğurladılar. Bir askerin bedenini yırtarak geçen mermi bir gerillanın da bedenini parçalayarak geçti ve acı her dilde aynıydı. Peki, neydi onları dağa götüren şey. Cumhuriyet tarihinden bu yana kürdün karnını doyur okul yap, yatırım yap her şey düzelir diyen bir aklın sonucu olabilir mi acaba…
Yüzlerce sosyolojik ve ekonomik nedenler aranabilir. Kenan Evren’in “bir avuç baldırı çıplak” dediği bu insanlar nasıl oldu da parti oldular, ordu oldular ve otuz yıldır süren savaşın yakıcılığına karşı neden bitmedi bu “baldırı çıplaklar.” Anlatılanlar; PKK’nin örgütlenmesinde ve güçlenmesinde devletin payının hatırı sayılır ölçüde olduğuydu. Kadriye Ana bir barış annesiydi. Okuma yazması olmayan Uçurumun sesi Kadriye ana isterseniz size ekolojik toplumdan başlayıp, Sümer Rahip Devletleri’nden, kadın tarihine kadar bir çok şeyi anlatabilirdi. PKK ye karşı ilgilerinin nasıl geliştiğini sorduğumuzda bunun devlet ve göç ilişkisi arasında kurduğu bir bağla anlatmaya başladı.
Kadriye Ana Anlatıyor
“Siirt Pervari doğumluyum. Malımız yoktu. Evlendiğimde; deyim yerindeyse bir kat yatak alıp geldik Adana’ya. Otuz beş yıldır da bu şehirde yaşıyoruz. Bu davaya ilgimiz ise yaklaşık yirmi yıldır sürüyor. Ama bu öyle birden bire olmadı. Oraya giden yolu devletin kendisi döşedi dersem çok da yanılmış olmam. Kaynım köyde oturuyordu. O yıllarda PKK militanları sık sık köye gelip gidiyormuş. Öyle anlattılar bize. Köyde yaşayan insanın savunması yoktur bir şey istediklerinde vermek zorundasınız. Sadece bizim için geçerli değildi, burada her yerin durumu böyleydi. Onlar gittikten sonra da askerler köylere baskın yapıyordu. Köylüleri köy meydanında topluyor, kimi zaman meydan dayağı çekiyor, kimi zaman da ölümle tehdit ediyorlardı. Zaman zaman da erkekleri karakola çağırıp sorguluyorlardı. Günlerden bir gün askerler yine köye gelmişler, kimlikleri toplayıp erkekleri karakola ifadeye çağırmışlar. Kaynım işleri olduğu için söylenen günden bir gün sonra gitmiş. Köy muhtarıyla karakola girdiğinde iyi karşılanmış. İfadesi alınmadan kimliğini verip göndermişler. Karakoldan elli metre daha uzaklaşmadan vurulmuş. Tanıklar karakoldan ateş edildiğini söylemişler. Zaten bir süre sonra da köy boşaltılıp yakılmış. Kaynımın çocukları Adana’da çalışıyorlardı. Aile perişan oldu. Bize yapılan bu haksızlık için nereye başvurduysak kapılar yüzümüze kapandı. Devletin hukuksuzluğu bizi başka bir hukuk aramaya sevk etti. PKK ile hukukumuz da böyle başladı.”
“Olayın yaşandığı yıl 1992. Bu yıllar PKK’ye aşiretler düzeyinde geniş katılımların başladığı tarihtir aynı zamanda. Doğu toplumlarının aşiretsel yapısı; onur, yiğitlik, meydan okuma değerleriyle oluştuğunu varsayarsak, haksızlık karşısında susmak, mağduru toplum nezdinde değersizleştirir. PKK’ ye katılımı bir değer oluşturma çabası olarak da anlamak gerekir. Kadriye ananın kızının dağa gitmesi de bir zincirin halkaları gibi bir birini izlemiştir. Berfin’in, PKK’ ye ilgisini ise dayısının cezaevine düşmesi, ardından dağa çıkması ve beş yıl sonra da şehit olmasının önemli bir etkisi olduğunu söylüyor annesi. Hafızanda, Berfin’le ilgili ne var diye sorduğumuzda başlıyor anlatmaya. Hani uzun zaman susuz kalmış da, kızını anlatınca susuzluğu geçecekmiş gibi yutkunuyor. “...Berfin’i nasıl anlatayım ki, komşularımız bu çocuk size hiç benzemiyor derlerdi. Bu davaya aşkla bağlıydı. Farklıydı. Adana’da PKK’ye yakınlığıyla bilinen gazeteler satarlardı. Ağır başlı, sabırlı, hoşgörülü, bir o kadar da dik başlıydı. Arkadaşları; aldığı bir görevi sonuna kadar götüren, umutsuzluktan umut yaratan biriydi diye bahsederlerdi. Ama onu dağa götüren asıl neden, bir diğer amcasının beş yıl sonra gelen şahadet haberiydi. Bu olay onun dağa gitmesini hızlandıran şey olmuştu. Ne acıdır ki o da amcasının vurulduğu yere yakın bir yerde aynı sonu paylaştı. O zamanlar bu kadar rahat değildi. Cenazelerini almak isteyenlere büyük eziyetler yapılıyordu. Şimdi hiç değilse cenazelerini görüyorlar, alıp doğdukları yere götürüyorlar. Polisler “…Sizin kızınız vurulmuş gidin getirin” diye haber verdiklerinde, eşim gitmeme izin vermedi. Seni öldürürler, onu kaybettik hiç değilse sana bir şey olmasın gitme dedi.
Ne pahasına olursa olsun, dünyanın öbür ucunda da olsa son bir vedalaşmayı hak eder dedim. Kaynım ve görümcemi de yanıma alarak Bingöl’e gittik. Askeri karakolun komutanı “Nasıl izin verdiniz bu çocuğa. Sanki dağda bayırda gezmemiş bu narin çocuk.” Cevap vermedim. Kızımı teşhis etmek için bize gösterdikleri sırada bizimkiler ağlamaya başladılar. Susturdum onları. Gözyaşı yok dedim. Onlar artık benim düşmanımdı. Düşmanımın karşısında ağlamayacağız dedim. Eskiden bir çocuğu dövseler içim parçalanırdı. Artık öyle değilim. Sonra savcılığa, adliyeye, ardından partiye gittik. Bir damla yaş gelmedi gözümden. Mezarlığa gittiğimizde, hani tencereye bir şey koyarsın başlar ya kaynamaya işte o zaman içim kaynamaya başladı. Dedim kızım sana söz vermiştim ağlamayacağım diye kusuruma bakma. Anne olmak başka bir şey… Kızımı vurulduğu yere defnettik. O dağlarda mücadele etmişti. Artık o dağlarda kalsın, orası ona sahip çıkar dedim içimden. Kızım çatışmada ölmedi.
Öcalan yakalandıktan sonra yaşanan barış döneminde güneye çekilirken vurulan dokuz kişiden biriydi. Yedi tanesini aileleri memleketlerine götürdü. Biri de Bingöllüydü zaten. Kızım ölmeden önce yalvarırdım Allaha. Ölürse de şerefli bir ölüm olsun. Devletin eline düşmesin diye dua ederdim. Oğlum bir gün “anne gerillalara neler yapıldığını internette göstereyim mi” diye sormuştu. Diğer oğlum karşı çıktı dayanamam diye. Çocukları biraz zorlayınca açtılar. Kızımın şahadetine ağlamamıştım ama kadın gerillaların çırılçıplak taşlar üzerine yatırılmış hallerini, cenazelerin yerlerde sürüklenirken çekilen video görüntülerini, ölü bedenlere basılıp çektirilen fotoğrafları gördükten sonra kendimden geçtim. Kadriye Ana gördüklerini anlatırken dayanamıyor başlıyor ağlamaya. Kızı da bir zamanlar o dağlardaydı. Eziyet gören bu ölü bedenler kızımdı, oğlumdu diye anlatıyordu yarı ağlamaklı bir halde. Bu davaya inanıyorum diyor Kadriye Ana. Bu davanın içinde olursam kızım hep yanı başımda olur. Belki de kızını hayatta tutmanın bir yoluydu bu. “Ölüm gelmeyecek ümitsiz bir yolcu ama ben o yolcuyu hep bekleyeceğim” diyordu. Kıldığım her namazın sonunda yakarıyorum Allaha yarabbi biz de senin kulunuz yetmedi mi bu işkence diye... Hangi birini anlatayım ki. Kazan vadisinde oğlu vurulmuş İranlı bir aile geldi partiye. Oğlu yanmıştı. Bir top kömürdü. Bu nasıl bir vurulmaysa...?
Bu ailenin altı oğlu dağdaymış, İran, defin işlemine izin vermiyor, Suriye kabul etmiyor. Hakkâri ve Van kendilerine yakın olduğu için oraya gömmek istiyorlar. Türkiye, buralarda olaylar çıkar diye izin vermiyor. Ben mezar bulamayan anneler bilirim. O annenin yakarışı aklımdan gitmiyor. “ Oğlum oğlum gittiğiniz neyse de seccademizi yerden kaldıracak kimse kalmadı. Toprağına yüzümüzü sürecek bir mezarınız yok bu dünyada” diye ağıtlar yakan o anne her gün rüyalarıma giriyor. Dedim ya hangi birini anlatayım. Seneler sonra yakılmış köyümüzü görmeye gittik. Köy yakıldığı için camide konakladık. Camide zaman zaman askerlerin kaldığı anlaşılıyordu. Duvarlara yazılmış aşağılayıcı sözler. Askerlerin memleket isimleri, köylülere yapılan küfürlerle doluydu. Hele bir tanesi ” bu köy Ermenidir. Burası da cami değil. Cami olsa minaresi olurdu” gibi yazılar yazmışlardı. “ Onlar da ana kuzusu. İçlerindeki bu nefret birden bire olmadı. Onlar da ölüyorlar. Asker annelerinin ömürleri boyunca tutacakları yası biz de kendi çocuklarımız için tutacağız. Onların yas tutacağı mezarları var. Bizim çoğumuzun başında ağlayacağımız bir mezarı bile yok. Biz içimizdeki mezardan ağlıyoruz. Bizi kimse duymuyor. Biz zümrüdü anka’nın gözyaşlarıyız. Gözyaşlarımız birini diriltirken bizi öldürüyor. Biz ölürken gözyaşlarımız yeniden diriltiyor bizi, yeni acılar çekmek için…. Kürtler Zümrüdüanka’dır. Bu dünyanın zahmetini çekmek için yaratıldılar…
MÜRSEL YILDIZ & İBRAHİM ALP
YORUM GÖNDER