SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (35.BÖLÜM)
f- Ekonomik alan derinliğine ve genişliğine bir büyüklük kazanmıştır. Avrupa’nın önemli bir kısmını köleci tarz bir ekonomiye kazandırmış, bu anlamda uygarlaştırmıştır. Demiri yaygın olarak tarımda kullanmıştır. Tarım, asillerin temel mesleği olarak en sağlıklı ekonomik faaliyet alanıdır. Çiftlik sistemi (latifundia) geçerlidir, sulama kemer ve kanalları gelişmiştir. Ticaret ve zanaat ikinci planda işler olarak görülmekte ve asaletten yoksun sayılmaktadır. İtibarı yüksek değildir. Çok gelişmiş bir yol sistemi vardır. “Tüm yollar Roma’ya gider” özdeyişinden de anlaşıldığı gibi, gelişmiş bir ulaşım ağı askerlikle bağlantılı olmakla birlikte ticaretin gelişmesinde de büyük rol oynamıştır. Akdeniz bir Roma gölü olarak ticaretteki önemini de geliştirerek sürdürmüştür. Gemicilik gelişmiş bir zanaattır. Fakat Sümer ve Mısır’la kıyaslandığında, Roma’nın uygarlık katkısı ekonomide çok sınırlıdır. Gerçekleştirilenin kurumlaştırılması ve düzenlenmesinden ileri gitmemiştir. Ekonomik araç rolünde, bir tarımcı (latifundia) köle sınıfını büyük bir kapsama ulaştırmıştır. Köle emeği doruğa çıkarılmıştır. Şehirlerde ilk defa adına proletarya denilen işçi sınıfına benzer bir sosyal katman oluşmuştur. Aslında Atina ve Roma şehirleri, kapitalist sistem temelinde oluşan çağdaş şehirleşmenin de prototipleridir. Pazarı, çarşısı, tiyatro ve arenasıyla, akademi, tapınak ve meclis saraylarıyla, kurumlaşmalarını Mısır ve Sümer düzenlerine göre ilerletmişlerdir. Sağlam bir mimariye dayanan bu şehirler, bugün bile harabeleriyle büyüleyici bir etkiye sahiptir. Şehir devleti ilk önce nasıl bir Sümer ana kurumuysa, şehrin kendisi de esas olarak bir Grek ve Roma’ya özgü kurumsal yerleşme düzenidir.
Mısır ve Sümer ilk örnekleriyse, daha çok tapınak ve kral sarayları etrafında sıkı bir iş bölümüne dayalı karargah, yönetim ve tapınma merkezleri rolünü oynamaktadır. İhtiyaçları kadar zanaatçı köleyi de barındıran bu merkezlerin nüfusunun on binleri aşması, çok az gözlemlenen bir husustur. Tabii bu durum orta sınıfın gelişmeyişi ve bağımsızlaşmamasıyla bağlantılıdır. Şehir, esasta tüccar ve zanaatkarın yerleşim düzeni olarak gelişim gösterir. Şehir, M.Ö 3000-2000 yılları arasında doğar, 2000-1000 yılları arasında yaygınlaşır. Greko-Romen tarzı şehir bu döneme rastlar; M.Ö 1000 ve sonrasında da büyüme ve kurumlaşma aşamasında önem kazanır. Temel tarımsal yerleşim düzeni olan köye karşı daha belirleyici bir konum kazanması da Greko-Romen döneminde gerçekleşir. M.Ö 2000’lere kadar dünya, bir köyler ve komlar denizinde birkaç adacıktan ibaret bir şehirleşme düzeninde yaşamaktadır. Şehirlerin üstünlük dönemi M.Ö 500’lerden başlar ve günümüzde ezici bir hakimiyet kazanır. Her ne kadar uygarlaşmanın diğer bir adı medeniyet (Arapça şehir düzeni) ise de, yol açtığı temel sorunlar açısından şehir ve şehircilik, uygarlığı en çok tehdit eden düzen yaşamının, ama aynı zamanda toplumun da temel kaynağı durumundadır. Uygarlığın adı ve sembolü olduğu kadar, temelini çürüten kaynağıdır da. Salt büyümüş bir yerleşim alanı olmaktan öte, derinliğine çözümlenmesi gereken bir toplumsal sorundur. Güçlü bir hastalık kaynağı haline gelmiş bulunması yüksek bir ihtimaldir. Sadece çevre kirlenmesi olarak değil, tüm doğal akışa ters yaşam biçimleri, şehirleşmeyle bağlantılı ele alınmalıdır. Genellikle yapılan değerlendirmelerde şehir hep ilerleme ölçütü olarak ele alınmıştır. İlgili bölümde daha geniş ele almak üzere, uygarlıkla birlikte bir şehircilik çözümlemesinin büyük önem taşıdığını bu vesileyle belirtmekle yetineceğim.
g- Sanat ve bilimde Roma’nın uygarlık katkısı birkaç alanla sınırlıdır. Özellikle mimarlık sanatında Mısır’dan sonra en büyük ilerlemeye tanık olunmuştur. Bir mimarlık ve mühendislik sanatından bahsetmek mümkündür. Kaldı ki, bu alanda Mısır ve Grek tarzı esas alınarak bir görkemliliğe ulaşıldığını söylemek daha doğrudur. Gerçekleşmesini sınırsız köleci egemenliğine borçludur. Köle emeği düşünülmeden, ne Mısır piramitleri, ne mimari değeri yüksek Greko Romen eserleri asla gerçekleşemezdi. Bir kısmı tarafından insanlık soyu üzerinde en acımasız bir uygulama, daha çok bu mimarlık şaheserlerinin gerçekleştirilmesinde kendini göstermiştir. Şehir mimarisinin merkezinde yer alan tiyatro, arena, agora, tapınak ve önemli yöneticilerin sarayları ve diğer binalarının, yaşanılan tarihin canlı kanıtları olarak, adeta ulaşılamaz birer varlık gibi hisle Sehrimizi etki altına almalarını bu dönemin mimarlık sanatına borçluyuz. Herhangi bir şeyin kölelik döneminden kalma mimarlık şaheserleri kadar bir etkiye sahip olacağına inanmak zordur. Bu sihirli gerçeğin altında, sanıyorum köle emeğinin toplu ve sınırsız olduğu kadar, acımasız kullanılmasının payı belirleyicidir. İhtişamı ve ürpertiyi veren, emek ve onun kullanılış tarzıdır. Aynı görkemliliği köprü, kemer, mezarlık, kale, sur yapımlarında da görmek mümkündür. Roma uygarlığı, kölelik döneminde gerçekleşen ne kadar mimari örnek varsa hepsini incelemeye dayanan ve güçlü bir senteze ulaşan kendi özgün mimarisini yaratırken, gerçekten doruk aşamasındadır. Köleliğe hakkını (köleliğe hak olmaz, ama onların diliyle) en layıkıyla veren ne varsa, Roma onun gereğini yapmıştır. Her kurumlaşmada olduğu gibi, mimarlıkta da bu husus en çarpıcı bir ifadeye sahiptir. Heykel de Greklerin bir uzantısı gibidir. Farklı bir orijinaliteden bahsetmek güçtür. Müzikte, özellikle askeri alanda marşlar ve zafer şarkıları özgünleştirilmiştir. Roma’ya has bir giyim modelinden bahsetmek mümkündür. Roma asaleti kendini giyim kuşamda da belli eder, fakat tüm bu alanlarda Doğu’dan devşirme yaptığı çok açıktır. Edebiyat sanatında Helenizmin etkisi belirgindir. Vergilius biraz da Homeros’un İlyada’sına özenerek, Roma kuruluş destanı olan
Aie-neas’ı Büyük Augustus ’un anısına yazmıştır. Ama yine de değerli bir edebi klasiktir. Tiyatro sanatı gelişmiştir. Hitabet olağanüstü önem kazanmış ve kurumsallaşmıştır. İtalya dilinin günümüzdeki çarpıcı, hakim ifade ediş tarzının da bu dönemin hitap gücüyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Tabii bu hitabın da altında dünyaya hakim bir gücün iradesi yatmaktadır. En güçlü egemenler, en güçlü ve belagatli dile ulaşırken; kölelerin payına düşen, “Ezop”un lanetli, anlaşılamaz dili olmuştur. Güç ve özgürlükle dil hakimiyeti ve güzel konuşma arasında sıkı bir ilişki olduğunu düşünürken, aklıma hep Roma egemenlerinin hatipçe konuşmaları gelir. Araplar, İspanyollar, İranlılar bu sanatı ikinci derecede geliştiren kavimlerin başında gelir. Vergilius, hem karakter ve hem dil olarak bu görkemliliğin ve asaletin ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Bilimsel alanda Roma uygarlığına ilişkin ciddi bir buluşa tanık olunmamakla birlikte, bilinenlerin azami bir uygulanmasına önem verildiği görülmektedir. Tanımlanma düzeyinde bu değerlendirmelerden çıkarılabilecek en temel sonuç, köleci uygarlık tarihinde klasik Roma’nın yerinin çöküş öncesi doruk olduğudur .
Roma, köleci sistemin içindeki tüm özlü değerleri önemlerine göre iyi inceliyor, derliyor ve onları azami bir devlet kurumlaşmasına dönüştürüyor. Şunun çok iyi farkındadır: Daha dünün neolitik toplulukları zor bela karınlarını doyururken, yanı başlarında en az üç bin yıllık bir kölecilik mirasının beslenmesine dayanan uygarlık değerleri filizlenmektedir. Latin etnik toplulukları için bu, “altın çağ”ın rüyası demektir. Sümer’den Mısır’a, Perslerden Greklere irili ufaklı birçok uygarlaştırma gücü ve kültürü, Roma uygarlığı adı altında bir senteze doğru gitmekte, en üst düzeyde bir özgünleşme ve kurumlaşmayla yüz yüze bulunmaktadır. Bu aynı zamanda Roma’nın büyük şansıdır. Tarihte böylesine fırsat anları doğar. Değerlendirilmesi bilinirse, kendileri de tarih olabilecek gelişmelere yol açar. Sümerlerin şansı, Fırat-Dicle kaynaklarında gelişen köy devrimiydi. Kendilerinin katkısı, şehir devrimi ve uygarlık sisteminin yaratılmasıdır. Aynı şansı Mısırlılar Nil vadisinde yakaladılar. Sarı Irmak vadilerinde Çin, İndus ve Pencap vadilerinde Hint uygarlıkları bu şans zincirinin diğer büyük halkalarıdır. Aslında yeri olsa da anlatılsa! Bu bazıları için şans haline gelen gelişmenin altında hangi muazzam insan emeği ve adsız kahramanların büyüleyici çabası yatmaktadır? Bir anlaşılabilse! Bu emekler üzerine o görkemli mitolojiler ve yeryüzü cennetleri nasıl kuruldu? Bir hakkı teslim edilse! Büyük umut dünyaları kadar, cehennem kavramını doğuran acılar da anlatılsa, belki biraz adalet yerini bulacak, gerçek doğru dillendirilecektir.
Grekler, dört koldan yakaladıkları uygarlık şansının en erken farkına varan Batılı kavimdir. Büyük bir iştahla Doğu’dan geleni yediler, özümsediler ve bir üst evrede uygarlık gücü olarak doğuşlarını gerçekleştirdiler. Bunu Zeus baş tanrısı etrafında geliştirilen tanrılar diyaloğunda büyük bir heyecanla takip etmek mümkündür. Bu mitolojide anlatılmak istenen, aslında Grek etnik gruplarından ayrışan soyluların egemen sınıf haline gelişlerinin ve Ortadoğu kaynaklı uygarlık değerlerini özümseyişlerinin hikayesidir. Bu hikaye şiir diliyle söylenmiş, destan olmuştur. İlyada , Odysseia olmuştur. Tanrı bilimi Theologia olmuştur. Akıl güçlerini bu temele dayatıp harekete geçirerek felsefeye ulaşmışlardır. Grekler Batı uygarlığı için özgün beşik olma rollerini iyi oynamışlardır. Bebeği sağlıklı büyütmüşlerdir. Nereden bakılırsa bakılsın, Doğu’yla yapılan evlilik hayli verimli olmuş ve bu evlilikten doğan Sümer Rahip Devletinden çocuk İskender haline geldiğinde, kendini boşuna Babil’de Semira - mis’le bir evlilikle tekrar karşı karşıya bulmamıştır. Hem sembolik hem gerçek olarak İskender-Semiramis evliliği, bir uygarlık evliliğidir ve doğan çocuğa Helenizm adı verilmiştir.
Bu ilk Doğu-Batı karışımıdır. Söylenir ki, İskender 20 bin askerini Mezopotamya boylarında yerli kadınlarla evlendirmiştir. Kültürler böyle karışıyor ve kendi sentezini doğuruyor. Aynı mitolojik evlilikleri Sümer’in kurnaz tanrısı, yani yükselen soylular sınıfının sembolik temsilcisi Enki dağ tanrıçası Ninhursag’la yaparken, doğurulan çocuğun Sümer uygarlığı olduğunu iyi biliyoruz. İnanna şahsında dağ kraliçesi, “benim kutsal me’lerimi geri ver” dediğinde, burada neolitik tarım devriminin yaratıcısı olan kadının inkar edilen yaratım değerleri, uygarlık araçları ve hakkının istendiğini de biliyoruz. Mitolojinin dilini doğru çözümlediğimizde tarihi doğru yazabileceğimiz gibi, çok büyüleyici ve şiirsel bir öze sahip olduğunu da iyi hissederek, acısı ve sevinci içinde öğrenebileceğiz. Bin yıllardan beri üzeri karartılan tarih böylesine yeşillendiğinde, yanı başımızda meyvesini vermeye devam eden sağlam köklere sahip bir ağaç olduğunu da göreceğiz. Roma bu şansı yakaladığında, uygarlık ağacı en verimli çağında ve adeta devşirtilmeyi bekler gibiydi. Roma bütün hışmıyla öyle yüklendi ve vurarak devşirdi ki, ağacımız gövdesinden yarılarak çöktü ve bir daha kendine gelemedi. Roma uygarlığının büyük başarısı kadar, beklenmedik biçimde çöküşünün altındaki temel gerçeklik karşısında da eğer sistemi bu kaba kıyaslamalarla anlaşılır kılmak istediğimiz gibi çözümleyebilisek fazla şaşırmamak gerekecektir.
Doğada olduğu gibi toplumdaki bir varlık da, diyalektik kural gereği kendini tam yaşanılır kılmak için tüm potansiyelini kullanacaktır. Zıtların birlikteliği olarak da formüle edilen bu ilkeye göre, çelişik yanlar mücadeleyle üst bir sentezle sonuçlanıncaya kadar bu süreç devam edecektir. Roma’nın çözdüğü, sisteme göre gerilik arz eden her önemli toplumu kapsamına almak ve dönüştürmektir. Köleciliğin geri toplumsal yanlarla kurduğu hakimiyet ilişkisi, bu geri yanların sistem içinde tasfiye edilip, yeni fikir ve ruh kalıplarına göre kurumlaştırılarak yaşamlarına yeni biçimler altında devam edilmesidir. Roma bu anlamda muazzam bir öğütme makinasına benzetilebilir. Ulaşabildiği tüm insan topluluklarını bu makinadan geçirerek kendine benzetecektir. Tıpkı günümüzdeki küreselleşme olgusu ve bunda ABD’nin başı çekmesi gibi Bilinmektedir ki, doğada hiçbir şey yok olmaz. Gerçekleşen değişim ve dönüşümdür. Metafizik yaklaşım bu süreci ya imkansız görür ya da yok olma biçiminde anlar. Bu mantık yapısı son derece tehlikelidir. Uygarlıkları değerlendirirken, bu değişim ve dönüşüm yasasını her an göz önünde tutmak gerekir. Roma’nın dönüştürme eylemi, sadece sisteme ilk defa dahil edilen Avrupa’nın neolitik yapıları üzerinde yürümüyor. Bu eylemini, daha önce uygarlık kapsamında olup da tüm potansiyelini kullanamayan eski yapılar üzerinde de sürdürüyor. Kapsayıcılığı ve büyüklüğü bu anlamdadır.
Sümer, Mısır, Hitit, Grek ve daha alt düzeyde birçok uygarlık, kendi alanlarında doğuş ve gelişmelerini sağladılar. Sınırlı da olsa, bir yayılma dalgasıyla kendilerini taşırdılar. Katkıları hem alan olarak dar, hem de derinlik anlamında doğuş ve gelişme çağlarıyla sınırlıdır. Çöküş için vakit erkendir, ileri yaşlara daha birçok yeni gelişme sığdırılacaktır. Şüphesiz uygarlığın ilk kentlerinden tutalım, en kozmopolit birliklerine kadar hepsinde bir evrenselleşme yanı iddia düzeyinde vardır. Ama gerçekleştirme anlamındaki katkıları sınırlıdır. Sargon kendini tüm evrenin ilahı sayabilir. Ama gerçekte attığı sınırlı birkaç adımdır. Babil, Asur daha büyük adımlar attılar, ama yine de Ortadoğu coğrafyasının tümüne bile hakim olamadılar. İçsel olarak da hiçbir zaman Sümer özgünlüğünü aşamadılar. Diğer birçok devletçik sistemin uç beyliği olmaktan öteye fonksiyon sahibi değildir. İskender’in Doğu-Batı sentezi daha ciddi bir cihan deneyimidir. Katkısı daha derin ve kalıcı olmuştur. Roma uygarlık sistemi ise, tüm bu kendini önceleyen uygarlık adımlarının özümsenmesi üzerine yükselirken, Avrupa’nın bakir topraklarını da kapsamına alarak, döneminde cihan imparatorluğuna en yakın model olmayı başarmıştır. Nasıl bugün her tarafta ABD yaşam kültürünün etkilerinden bahsediliyorsa, Roma döneminde yüzyıllarca bu etkiye ulaşma ve temsil etme bir tutku halindedir. Köleci sistemin tüm egemen güçleri Roma tarzına göre yaşamayı asaletin ve uygarlığın gereği sayarlar.
Çin ve Hint gibi kendi içinde kapalı ve halen de öyle olmaktan kurtulamamış bir iki ada dışında, Pax-Romana bir dünya düzenidir. Bin yıllık ömründe, bir sosyal ve siyasal sistemin kendi mantık çerçevesi ve zemin bulduğu değerler çerçevesinde ne kadar kurumlaşabiliyorsa o kadar kurumlaşmış, ne kadar fethetmek gerekiyorsa o kadar fethetmiş ve özüne göre ne kadar yaşamak gerekiyorsa o kadar yaşamış, eşine bir daha rastlanmayan bir tarih gerçekliğidir. Sümer Rahip Devletinden Fakat bu gerçekliğin adı Roma olarak kalmıştır. Hele son dönemlerinde her etnik topluluktan yetişen imparatorlarıyla, bölgelerin üstünlük kazanmalarıyla, en çok bütünleştiği sanılan dönemde için için parçalanma denemeleriyle, bağrındaki çelişkileri üst düzeye sıçratmanın da bütün işaretlerini vermektedir. Zaten Roma’nın görkemi ve uzun ömürlü olmasının altındaki en temel neden de, ileri düzeyde yaşama sanatını benimsetme gücüdür. Şövenist değil, kozmopolittir. Her soylu ve üst tabakada yaşamak isteyen güç, bunun Roma düzeninde ideal düzeyde yaşandığını bilerek ilgi göstermekte, böylece gücüne ve ömrüne katkıda bulunmaktadır. Zorun rolü sanıldığının aksine belirleyici olmaktan uzaktır. Asur ve Persler de zoru sistemli uygulamışlardır.
Ama aynı kalıcılığı ve etkileyiciliği gösterememişler, yerel kalmayı fazla aşamamışlardır. Sistemlerindeki kurumlaşmanın belkemiğini hanedanlar oluşturup daha başından bu yönleriyle darlığa mahkum olmuşlardır. Halbuki Roma’nın kurumları hanedan, din ve etnik farklılıklara göre değil, sistem içindeki katkı gücüne göredir. Bu da rasyonalite, yaratıcı çaba, karakter ve güçle beslenen kurumlar anlamına gelmektedir. Kişiye ve kurumlara tam hakkını verdiniz mi, sistem güçlenip ömrü uzuyor. Bu niteliklerini yitirdi mi, doğal olarak bir mozaik gibi olan zemininde ve kurumları arasındaki denge bozulup parçalanıyor ve dağılma sürecine giriliyor. Sonuç olarak, Roma uygarlığının büyüklüğü ve uzun ömürlülüğü, kurumlarının çağdaşlığı, her tür gelişmeye açık niteliği, kendinden önceki tüm toplumsal varlıklara kendisiyle bütünleştiği oranda en geniş özerkliği veren bir felsefeye sahip olması, bu zihniyet ve kurumlaşmayı kesin yasal ifadeye kavuşturması ve sistemde rol alma ve yükselmeyi kaliteli çabanın ve savaşımın başarı gücüne bağlaması, onun asıl sırlarını teşkil etmektedir. Roma sisteminin çözülüşü ve aşılmasının nedenlerine bakarken, sistemin diğer ucundaki Pers İmparatorluğu’nun rolünü de tanımlayıp toplu olarak değerlendirmek daha öğretici olacaktır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER