BAŞKA DiLDE ANNE OLMAK (16.BÖLÜM)
BANA ÇOCUKLUĞUMDAN BAHSETME ANNE
Nevriye Ana Diyarbakır
Görüşme Tarihi: Ocak 2013
Mustafa: 1993 yılında dağa gitti. Haber alınamıyor…
Bir tarihçi olayları gerçek dışı kaleme alırsa, diğerleri ise sonsuza kadar bunu devam ettirir. Karl Ludwig Mıchelet
Radikal bir yaklaşım olan “anti-tarih” “geleneksel, tarihsel çerçevelerin sadece yetersiz olduğunu değil, aynı zamanda temelde daha derin anlamları engelleyici olduğunu” iddia eder. Yani bu yaklaşım asıl olarak geleneksel tarih yazımını sorunsallaştırır. Çünkü geleneksel tarih yazımı güç ile ilgilidir. Geleneksel tarih yazımının kaynakları nelerdir? Arşivler ve birincil kaynaklardır. Bunlar devlet arşivleridir. Vakanüvisler ve resmi tarihçiler tarafından yazılmıştır. Yazılan tarih liderlerin, komutanların, bürokratların, egemenlerin ve erkeklerin tarihidir. Kadınların, siyahların, işçilerin, etnik ve dini azınlıkların vs. tarihi kaydedilmemiştir. Tarihçi sadece bir anlatıcımıdır. Kimi tarihçiler bunu güç dengesi olarak açıklar. Sözlü tarih çalışmalarında taraflar daha az duygusal ama daha kolay anlaşılır bir yöntemi seçerken, sorunun bir parçası olmayı es geçerler. O zaman da bu durum sadece yazanı bir nakledici durumuna sokar. Eğer tarih; yazanı sorunun bir parçası haline getirmiyorsa orada da geleneksel ve resmi olana biat eden bir tarih motifi çıkar. Bu yüzden de yapılan çalışmalarda yaşananın bir öznesi olmayı seçtik.
Nevriye Ana da bu öznelerden biriydi. Eşine yapılan işkenceler, oğlunun dağa gitmesi, 1992- 95 yıllarının yarattığı devlet terörü, ardından göç ve başlayan felaketlerin nasıl başladığını sorduk. Nevriye Ana Anlatıyor
“Diyarbakır’ın merkez köylerindeniz. Eşimle on beş yaşında evlendik. Dört kız dört erkek çocuğum var. Eş değil de arkadaş gibiydik desem daha doğru olur. On beş yaşında nasıl eş olunuyorsa biz de öyleydik. Çocuklarımın babası, Kürt mücadele tarihini bilen biriydi. Kürtlük bilinciyle büyümüştü. Fakat PKK bu yönümüzü daha bir pekiştirdi. Apo bize mücadele yönümüzü gösterdi. Korku hep vardı. Ama bu geçen zaman içinde o korkuyu da yendik. Eşim politikayla ilgilenen biriydi. Köydeki insanlarla Kürt meselesini zaman zaman konuşurdu. Kahvedeki konuşmaları devlete ihbar edilmişti. Bu da sık sık evimize baskınlar yapılmasına neden oluyordu. 1992’li yıllarda köye gelen askerlerin bize sordukları soruları anlayamadığımız için cevap veremiyorduk. Türkçe bilmiyor olmamız dayak yememize neden oluyordu. Bu da haliyle bizi incitiyordu. Askerler sırf bu yüzden köyün erkeklerini köy meydanında, yere yatırıp tekme tokat giriştiklerine birçok kez şahit olduk. Kimilerinin kafasına poşet geçiriliyordu. Öyle şeyler yapıyorlardı ki söyleyemiyorum. Üç oğlum ve eşim de yapılan bu işkencelerden nasibini aldılar. Köylülere yapılan bu eziyetler karşısında eşim “Kürt olduğumuz için bize bunlar yapılıyor” diyordu. “Gururumuz inciniyordu. Erkeklerin gururu kırılıyordu. Belki de Kürt davasına bu kadar bağlı kalmamızın nedeni de bize reva görülen bu adaletsiz muameleydi. Eşim, “yaşlılara bir şey anlatamam ama gençler beni anlar” diyordu. O da kendilerine yapılan bu haksızlık karşısında gençlere birlik olmalarını öğütlerdi.
Diğer Kürt isyanlarının Kürdün Kürde yaptığı ihanetlerle sonuçlandığına dair nasihatlerde bulunurdu. O yıllarda PKK’ye talebe diyorlardı. Köye giren panzerlerin ilk durağı bizim evimizin önüydü. Askerler, eşimin halkı zehirlediğini söyleyerek köy meydanında, diğerlerine ibret olsun diye saatlerce tekme – tokat dövdüklerine şahit oldum. Ardından da alıp Diyarbakır’ a götürdüler. Eşimin kemiklerini kırmışlardı. Cezaevinden çıktıktan sonra çalışamaz duruma gelmişti zaten. Dokuz yıl sonra da vefat etti. Oğlum babasına yapılan bu eziyetleri gördükçe devlete karşı nefreti daha da artıyordu. Oğlum evliydi ama çocukları yoktu. Oğlumun dağa çıkmasını mecbur hale getiren, devletin sürekli baskınları ve babasına yapılanlardı. Devlet bizi ortadan kaldırmayı kafasına koymuştu. Hiç unutmuyorum, askerler köye gelmişti. Köyün ihbarcısı, tabancasını bana uzattı, “bu sende kalsın” dedi. Amacı tabancayı bana verip beni suçlu duruma sokmaktı. Tabi kabul etmedim. Velhasıl bir seçenek kalmıştı o da köyü terk etmekti. Mustafa’nın dağa çıkması da sorunu halletmiyordu. Bu defa da oğlun neden dağa çıktı diye eziyetler ve sorgulamalar başlıyordu. Mustafa yetmezmiş gibi şimdi de küçük olan iki oğlum tehlike altındaydı. Hiç değilse onların başına bir iş gelmesin diye, İstanbul’a gönderdim ikisinide. Çocuklarım iş bulamamış, sokaklarda yaşıyorlarmış diye haber gönderdiler. Eşime mi yanayım, dağa giden oğluma mı, İstanbul’da sokakta yatıp kalkan çocuklarıma mı? Gerisini siz düşünün. Mustafa 1993 yılında dağa çıktı. O gün bu gündür de haber alamıyorum. Ev baskınlarından bıkmıştık. Koyunlarımızı, satılacak neyimiz varsa satıp Diyarbakır’a göçtük. Sadece biz değil köyün tamamı terk etmek zorunda kaldı. Birçoğu, İstanbul, Ankara, Diyarbakır, Antalya ve Adana’ya göç etmek zorunda kaldılar. Köydeki evlerimiz kerpiçten yapıldığı için sahipsizlikten birçoğu kısa sürede yıkıldı zaten. Biz Diyarbakır’a yerleştik. Burası köyden kat be kat çileliydi. Bir yandan geçim derdi, bir yandan polis baskısı bizi canımızdan bezdirdi. Öyle ki polisler evimize geldiğinde dolapta bulunan iki pantolonunun olmasını dahi sorgulama nedeni sayıyorlardı. Göç sonrası iki yıl büyük sıkıntılar çektik. İstanbul’daki oğullarım işe girmişlerdi. Her ay yüz lira gönderiyorlardı. Köyümüzdeki hayvanları satıp gelmiştik. Eşim işkence sonrası çalışamaz durumdaydı. Çaresizdim. Evin önüne bir tezgâh koydum. Şeker, bisküvi gibi şeyler satmaya başladım. Baktım ki kazanıyorum, evin bir odasını bakkal yaptım. Onunla geçimimi sağlıyorum. Çocuklarım da şimdi bakkal dükkânı işletiyorlar.
Dağa giden oğlum Mustafa askerliğini yapmıştı. Evliydi. Evliliğinin birinci yılı bitmeden gitti. Severek evlenmişlerdi. Hayalleri vardı. Askerliği aradan çıkarmak istemişti ve yaptı. Ama devlet çocuklarımın doğru dürüst bir hayat sürmesine izin vermedi. Oğlum dağa çıkınca gelinim de babasının evine gitti… Geçmişten Bir Anı Mustafa’yla ilgili unutamadığım bir anım var onu da anlatmak istiyorum. Benim kaynanam vefat etmişti. Kayınbabamın ikinci evliliğiydi. Birlikte yaşıyorduk. Bizi istemiyorlardı. Üç dört yaşlarındaydı o zaman. Yanıma gelip “Anne işe gitme bana ayranla ekmek ver” benim oğlum ekmekle ayranı bile doyasıya yiyemedi. On beş yaşında evlenmiştim. Eşim askerdeyken çocuklarım küçüktü. Bayramlarda “niye herkesin güzel elbiseleri var bizim yok” diye ağlarlardı. Mustafa genç bir delikanlı olduğunda, çocukluğundan bahsettiğim zaman kızardı bana “sakın bana çocukluğumu bir daha anlatma” derdi. Başarılı bir öğrenciydi. Köydeyken hep tarlalarda çalışırdım. Çocuklarıma doğru dürüst bir yemek bile yediremedim. Bu dert ancak öldükten sonra beni terk edecek. Doksanlı yıllarda bizim oralarda yaşayan herkes bu ve benzeri bir kaderi yaşamıştır. Devlet bizim ciğerimizi yaktı…” Nevriye ana Oğlunun çocukluğunu anlatırken dayanamadı, hem anlatıyor hem de ağlıyordu. O gün yazılan bütün kelimeler hüzünlüydü, keder doluydu. Hangi harfe dokunsanız tenini incitirdiniz. Mustafa çok uzak bir yerde, ayran ve ekmekle doymak istiyor. Bütün bir ülkede kıyılan bir geçmişin ayak izlerine basarak yaşamak, başkalarının acısın anlamamak ve hiç utanmamak insan olanın ayıbı mıdır acaba?....
Ocak 2013 Diyarbakır
MüRSEL YILDIZ & iBRAHiM ALP
YORUM GÖNDER