ETİK İNSAN VE ETİK EYLEM (2.BÖLÜM)
Ahlak konusu ele alındığında, zihniyet kadar önem verilmesi gereken bir konu da dil olmaktadır. Analitik akıl insanın tüm diğer canlılardan farklı bir zekaya evrildiğinin göstergesidir. Güzelliği de, çirkinliği de, özgürlüğe kapı aralaması kadar özgürlük kapılarını tümden kapatabilmesindedir. Analitik aklın duygusal akıldan koptuğu an, insanın özgürlükten koptuğu andır. Analitik aklın bir sonucu olarak simgesel dilin gelişmesi de bu tehlikenin en hassas olduğu aralıktır.
Dil, insan bütünlüğünün önemli aşamalarından biri olma vasfına, toplumsal zekayla paralelliğinden dolayı ulaşmıştır. Toplumsal zekanın, birarada yaşayan insanların varolmasının bir şartı, bir gelişim aşaması olarak ortaya çıkan dil, zekanın başka bir form kazanması anlamına da gelmektedir. Çünkü tarihsel toplum birikimlerinin dil yoluyla form kazanması ve yeni kuşaklara aktarılması insanın bilinçli ve özgür yaşamasını mümkün kılmıştır. Bu durum, dilin insan zihniyetinin gelişmesinde büyük roller oynamasını sağlamıştır. Dil bundan dolayı belki de kültürün bir öğesi olarak sayılmaktan daha büyük bir anlam taşımaktadır. Aynı rol önemine bağlı olarak dil konusunda insan gelişiminin dışında bir seyrin başlaması, insanı oluşturan bütünlüğün buradan başlayarak parçalanması insan bütünlüğüne büyük zararlar verecektir. Bunu sade söylemle şöyle ifade edebiliriz. Zihniyetle paralelliğini yitiren dil, insanı bütünlükten koparır, yani ahlaksızlaştırır. Akıl, yürek ve dil arasında açılacak mesafe insanın özgürlükten uzaklaştığı mesafedir.
Merkezi uygarlığın gelişimi ile insanın ahlaktan kopuşu aynı orantıda ortaya çıkmıştır. Eğer merkezi uygarlığın ortaya çıkmasında hem zorun, hem de hile ve yalanın rol oynadığını kabul ediyorsak, dilin merkezi uygarlığın gelişmesinde önemli bir rol üstlendiğini kabul etmiş oluruz. Yalan, insanın özgürlükten uzaklaşmasının temel göstergesidir. İnsandan doğan bir şeyin insanın doğasından başka bir şey ifade etmesi de diyebiliriz. Bilinçli yalanın insan doğasına verdiği zarar kadar bilinçli olmayan yalanın verdiği zarar da insan bütünlüğü için hassas bir konudur. Çünkü insanın kendi özünü tanımaması, özüne yabancılaşması denen şey, tam da bilinçsiz yalanlarla somutlaşan bir konu olmaktadır.
Önder Apo’nun “Anlamın ve hissin yaşattığı insan en büyük insandır.” sözü her zamankinden daha fazla gerçeğimiz oluyor. Hissiyat bittiği an anlam ortadan kalkıyor ve insan küçük insan oluyor. Büyümeme denilen şey hissiyatın zayıflamasıyla ve giderek anlamın yitirilmesinden kaynağını alıyor. Etik, insanın hissetmesidir. Hissin ve anlamın yaşamı inşa etmesidir. Bir insanın yaşamında anlamda zayıflama varsa o insan ahlaki çöküntü yaşamakta, giderek mutsuzlaşmakta ve giderek insan olma vasıflarından uzaklaşmaktadır.
Ahlaki yıkımın insanın toplumsal demokratik birikimlerini sel gibi vurması aslında erkek aklın, egemenlikli zihniyetin tüm toplum üzerinde bir baskı mekanizması oluşturmasıyla bağlantılıdır. Tarihe baktığımızda kadına yönelik saldırıların geliştirildiği oranda toplum üzerine saldırıların arttığını görmekteyiz. Güncel olarak da bu durum gerçekliğini korumaktadır. Kadının metalaştırılması olarak tanımladığımız durum, özünde insan bütünlüğünün parçalanması, bir kesimin nesneleştirilerek ötekileştirilmesi ve giderek tüm toplumsal kesimlerin o forma sıkıştırılarak nesneleştirilip yönetilecek hale getirilmesidir. Tüm bunlar, zihniyetteki yarılmanın sonucudur. Bu yarılma giderek büyümüş ve birçok toplumsal kesim, birçok ulus, inanç grubu bu yarıklara yerleştirilmiştir. Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, zihniyetteki yarılmanın özünde insan bütünlüğünden kopuş olduğunu, ahlakdışılıkla mümkün olduğu kadar ahlakdışılığı yarattığını söylemek zor değildir.
Kadına yönelik uygulamalar, bugünkü insanlığın büyük imtihanıdır. Kadının köleliği, ikincilliği, nesneliği ortadan kalkmadan hiçbir toplum-sınıf-halk-ülke vs bireyinin kendini ahlaklı, özgür sayması mümkün değildir. Biyolojik olarak dahi ele alınsa, insanın onu yaratana yönelik içine girdiği durum tam bir ahlaksızlık durumudur. Bir insanı değerlendirmenin belki de en sade yolu, o insanın anasıyla olan ilişkisine bakmaktır. O insanın analık kavramına yaklaşımına bakmaktır. Kadının ev kölesi haline getirilmesi, cinsel köle haline getirilmesi, emeğinin değerinin bilinmemesine rağmen kadın emeğinin sınırsız sömürülmesi ve kadının hayatın her alanında metalaştırılması, tüm metaların da kadınsılaştırılarak sunulması sistemin dayattığı tüm ahlaksızlıkların kaynağıdır. Böyle yaşayan birinin etik insan olmasını beklemek büyük hayaldir.
Jineolojinin üzerinde önemli duracağı konulardan biri olan etik konusu özünde yaşamın özgür yaşanmasının bir koşuludur. Kadının yaşam sorumluluğuyla bağlantılı olarak etik ve estetik konularda da düşünce üretmek ve davranışı yaratmak gerekmektedir. Yaşamın güzelleştirilmesi ahlakla-etikle kökten bağlantılıdır. Bunda kadının çocukla bağından dolayı insan yetiştirmedeki rolü de önemlidir.
Her şeye rağmen tüm mücadele alanlarında uygulanacak yöntemler ahlak ve politikaya bağlanmalı, ahlaki ve politik toplumu inşayı hedeflemesi gerekir. Ahlaktan kopan bir düşünce biçimi insanı kendi fikrine karşıt hale getirir. Çünkü etik olmayanın özgürlüğünden, evrenselliğinden söz edemeyiz.
Bir yerde toplum varsa orda aklın yoğunlaştığı kadar bu akılla bağlantılı olarak bu aklın somutlaştığını, yaşamla bağ kurduğunu ve kültürleştiğini belirtebiliriz. Ancak toplumlar giderek ahlaktan yoksun kılınmakta, uzaklaşmaktadır. Bunun nedenleri üzerinde gerekli ve yeterli düzeyde durulmadığı için çözüm de geliştirilmemektedir. Ahlaki kurumlar, bilimciliğin ezici saldırıları altında büyük değer ve anlam yitimi yaşamışlardır. Bundan dolayı bu sorunun çözümünü de bilimsel kurumlardan beklemek büyük yanılgıdır. Ahlaktan uzaklaşmanın toplumları yok edeceğine dair söylenceler mitoloji kapsamında da çok anlatılmaktadır. Lut kavminin başına gelenler buna bir örnektir. Bugün dünya insanlığının ve sistemlerin içinde oldukları krizi, ahlaktan kopuşun yarattığı bunalımlar olarak adlandırmak yerinde olur.
Toplum, ahlaki olmayanı ahlaki düzeye çekerek, ahlak karşıtlığını-ahlaksızlığı da cezalandırarak, dışlayarak, öteleyerek, ortadan kaldırarak ve dönüştürmenin çeşitli yöntemlerini bularak toplum oldu. Tanrısal denilen şeylerin kökeninde büyük ahlakilik varken, lanetlenenlerin kökeninde de büyük ahlak dışılıklar vardır.
Ahlakı, kavram olarak tanımlamayı bir çağa sıkıştırmak da mümkün değildir. İnsanın toplumsallaşmasıyla bağlantılı olarak tanımlandığından dolayı çağlara, değişen kültürel birikimlere ve ortaya çıkan yeni toplumsal değerlere göre değişen yaşam kuralları vardır. Bunlar inkar edilmeyecek düzeyde yaşamsaldır. Ancak ahlak salt çağla sınırlandırılabileek bir kavram da değildir. Büyük toplumsal dönüşümler büyük tarihsel değişimlerle mümkün olduğundan ahlak kavramı da bu büyük tarihsel değişimlere bağlı olarak değişim arzetmektedir.
Etik konusu sosyolojinin alanlarından biri olduğundan etik konusunun da bilim kapsamında ele alınması da bir gerekliliktir. Ancak etik konusu tümden bilimin insafına bırakılacak bir konu değildir. Dinin ahlakiliği artık önemini yitirmiştir. Hiçbir dini müeyyide toplumları ahlaki yaşama yönlendirememekte, hatta tam tersi bir ahlaki çöküntünün önünü açmaktadır. DAİŞ bunun dünyevileşmiş çarpıcı organizasyonudur.
Günümüzde etik konusuna dair çok değerlendirme yapılmasının nedeni, ahlak olgusunun merkezi uygarlık güçlerinin ağır kültürel bombardımanı altında kalması ve ahlaksız yaşanmayacağının bilincindeki insan gerçeğinin verili olandar kurtulmanın yöntemlerini aramasıdır. Özgürlük eğilimi, insanda, herşeye rağmen etik bir yaşam inşaya yönelişi getirir.
Etik konusu genel olduğu kadar özel bir anlamda da insanı ilgilendirmektedir. Özgürlükle bağlantısı, etik konusunun insan için varoluşsal olmasındandır. Çünkü insan, sürekli kendini inşa ettiği kadar, sürekli yeni inşalar aradığı oranda özgür olabilen bir varlıktır.
İnsanın kendinden kaçışı ile kendine doğru koşması aynı anda yaşanabilir. Bazen kendini arayan insanın yapacağı ilk şey, içinde bulunduğu ve kendine dayatılan varoluş formundan kaçması olur. bundan dolayı arayışın başladığı yerde kaçış eylemi de ortaya çıkar. Verili olanla kastedilen insanın varoluşsal gerçeğinin arı bir şekilde korunmamış olması gerçeğiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan, inşa edilmiş toplumsal gerçekliktir. İnşa edilen toplumsal gerçekliğin uygarlıksal etkilerle birlikte kendisi olmaktan çıkması insanı ahlaktan uzaklaştıran temel bir yapılanmaya götürmüştür. Bunun farkına varış, insanın ahlaktan uzaklık mesafesini görmesiyle mümkün olmuştur. bu inşa gerçeği öyle bir gerçektir ki, kabullenilmezliğine rağmen kendini sistemleştirip var kılmayı, zor öğesiyle birlikte varoluşunu garantileyen bir yaşam formu oluşturur. Bunun farkına varış, bunun az da olsa dışına çıkmakla, dahası bu gerçekliğe gerçekliğin etkisinden kurtularak bakmakla mümkündür.
Kürt insanı söz konusu olduğunda kendinden uzaklaşma tanımı birçok farklı öğeyi, etkiyi, baskıyı ve kendini kabul ettirmiş hegemonya etkisini barındırır. Soykırımın, tek tek insanlarda gerçekleşmiş sonuçlarını anlatır. Yarım kalmak, parçalanmış olmak, kendi toplumundan uzaklaşmak, kendisiyle çelişmekle başlayan ve farkına varmadan kendi gerçeğinin düşmanı olmaya kadar giden insani bozulmaların yıkıcı etkisine maruz kalmak, hepsi Kürdün kendinden uzaklaşmasıyla bağlantılı olarak dile getirilebilecek başlıklardır. Önderliğimizin kendisi için “Kürtlükten kaçış ve tersine Kürtlüğe yöneliş” olarak tanımladığı ve ikili yan dediği durum tespiti, genel Kürt insanı sözkonusu olduğunda ikililiklerin paramparça olduğu bir çok parçalılığı yansıtmaktadır. İçinde kendi özünden, varoluşsal gerçeğinden kaçmayı da barındıran bir kaçış her zaman sözkonusudur. Varolmanın kendini inkarla koşullandığı soykırımın ortaya çıkardığı insan gerçeği, büyük oranda etik değerlerden kopmuş insan gerçeğini anlatmaktadır. Farkındalığı büyük özgürlük eğilimi olarak görmek gerekir. Çünkü farkındalık, dayatılan soykırım sistemini görmek ve kendini bunun dışında ele almaya yönelmekle gelişir.
Böyle bir durumda ahlaklı insan olmanın şartı, toplumsal olgulara bağlanmaktır. Toplumsal hiçbir olguya bağlanmayan insanın, hele hele soykırım çemberindeki bir toplumun üyesiyle, böyle bir insanın ahlakından söz etmek mümkün değildir. Toplumuzun içinde bulunduğu soykırım cenderesindeki her an kıyımla yüzyüze olan yaşamsal, hissiyat, kültürel gerçeklik, bu gerçekliğe rağmen özgür yaşamayı hayal dahi ettiremeyecek düzeydedir. Böyle bir durumda özgür yaşamayı hayal etmek ancak yanılgı olabilir. yani insanın kendine yalan söylemesi. Özünde ahlaktan uzaklaşmak olan yalan söyleme eylemi, en büyük zararı, insanın yalanı kendine yönelttiğinde vermeye başlar. Bu kendini kandırma halinden, kendine yalan söyleme ve kendini yanıltma halinden ancak tüm eylemlerin, düşünce ve davranışların toplumsal özgürlüğü sağlayarak, özgür kültürel bir yaşam zemini kurarak kurtulunabilir. Kürtlerin içinde bulunduğu durum, her şeyden önce kaçıp kurtulmak gereken bir durumdur. Soykırımdır. Soykırımla yaşanabilir mi? Soykırım deyince dünya insanlığının aklına Yahudilerin konulduğu toplama kampları gelir. Düşünelim ki bu toplama kamplarında bir ömür boyu kalınabilir mi? Bir ömür boyu, ne zaman yakılmak üzere götürüleceği beklenebilir mi? Bir ömür boyu ne zaman kurşuna dizileceği beklenebilir mi? Tabi ki soykırım, bir ömür boyu kendisi olamayan insanın karşı karşıya kaldığı, tüm anların ölümle örüldüğü bir uzun süreye yayılmış ölme halidir. Bu süreğen ölme halinden kurtulmak, soykırım çemberini kırmakla mümkündür. Kürtler şahsında da, dayatılan kendisi olamayışa, kendisi için varolma gerçeğinden uzaklaşmaya ve başka varlıkları mümkün kılan malzeme oluşlara dur demekle mümkündür. Kürtler olarak, yaşamak için önce bize yaşam diye dayatılan ölme biçimlerini reddetmek zorundayız. Etik ilke budur.
Kürtler için etik insan olmanın ilk şartı, yaşamaya karar vermişsek, bize dayatılan süreğen ölme biçimini reddetmektir. Tabi ki bu reddedişin büyük karşılığı vardır. Kiminde can, kiminde kan, kiminde herhangi yaşamsal öğelerden feragat ediş, kiminde duygulardan ve arzulardan feragat etmeyi bir olağan yaşam tarzı haline getirmektir karşılığı. Kürtlerin bugünde tek bir an olsun ahlaklı-onurlu yaşamalarının tek şartı, bir asırdır yaşadıkları kültürel soykırım karşısında yüzyıla bedel bir mücadele vermeyi göze almaktır.
Adil olmayan yaşam özgür olamaz. Politik olmayan yaşam özgür olamaz. Toplumsal olmayan yaşam özgür olamaz.... Özgür olmayan yaşam da etik olamaz. Özgürlüğün vazgeçilmez şartıdır etik insan olmak. Kürt bireyinde bu daha da yakıcıdır. Çünkü Kürtler, özgürlüklerin her an büyük ve süreğen öldürmelerle yokedildiği bir toplumsal saldırı altındadırlar. Ve bu saldırı altındayken her bir an özgür yaşam anına çevrilebilir. Yapılması gereken tek şey, tüm anları toplumsallaşmanın, varolmanın, politikleşmenin ve kendi çağını aşmanın eylemleriyle doldurmaktır.
Eğer sınıflaşmanın, şehirleşmenin ve iktidarlaşmanın baskı ve sömürüsüne dayalı uygarlıksal yaşam tarzlarına itiraz etmiyorsak, buna karşı çıkmıyor ve buna alternatif özgür toplumsal yaşam koşulları oluşturmuyorsak, özgür yaşamdan, adaletten ve toplumsallıktan sözedemeyiz. Böyle bir durumda ahlaktan söz etmek zaten hiçbir anlam ifade etmez.
Etik insan olmanın şartlarından biri de kadın tanımını doğru yapmak, kapitalist modernitenin baskılarından sıyrılarak çağın özgür toplumsallık mücadelesini doğru verebilmek, bilimsel, felsefi ve etik-estetik bir yaklaşım göstermektir. Kadının kendini bu doğrultuda yaratması kadar erkeğin de bu çerçevede kadın gerçeğini ele alması ve kadınla ilişkilenmesi gerekmektedir. Uygarlığın yıkıcı etkisi altında nesneleştirilerek dinci, bilimci, milliyetçi tüm iktidarların tasarrufuna alınan kadın gerçeğinin bu nesne konumundan çıkarılması, kadının bu anlamda kendini özgürleştirmesi etik insan olmanın temel şartlarındandır. Kapitalist modernitenin eziciliği altında kalan kadın kimliği özgürleşmeden, demokratik modernitenin gerçekleşeceğini beklemek büyük yanılgıdır. Kapitalist modernitenin insan-toplum karşıtı saldırılarından korunmanın ve krizinden çıkmanın tek yolu etik konusunda önemli bir görüş sahibi olan sosyal bilimin ışığında özgürlük mücadelesini ve yeni toplumsal inşaları gerçekleştirmektir.
Demokratik modernitenin başarısı yaşanan çağ bunalımından çıkışın, ne kadar politik, entelektüel ve etik olarak yapıldığıyla bağlantılıdır. Ahlaklı özgür yaşam için savaşmak büyük önemdedir ancak salt savaşlarda kazanılacak başarılar ahlaken çökmüş toplumlar için zaferin garantisi olmaya yetmeyecektir. Demokratik modernite yaşamını inşa etmek kadının özgürleşmesi, özgür yaşam zihniyetini derinliğine yaşayarak bunu somutlaştırması, bu doğrultuda tüm toplumsal alanlarda yaşamsal bir düzey kazanması ile mümkündür. Bunun gerçekleşmesi de sürekli bir etik estetik yaklaşımla, yaşamın felsefi ve bilimsel temellerinin güçlü oluşturulmasıyla, örgütlenmesiyle ve yaygınlaştırılmasıyla, demokratik ulus zihniyetinin kurumlaşmasıyla mümkündür.
“İster içeride ister dışarıda, ister ana karnında ister fezanın herhangi bir anında ve mekânında olsun, insan yaşamı ancak toplumsal olarak özgür, farklılık içinde eşit ve demokratik yaşanabilir. Bunun dışındaki yaşam biçimleri sapaktır, dolayısıyla hastalıklıdır. Yaşamın doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.”
DÎLZAR DİLOK
YORUM GÖNDER