TOPLUMSAL CİNSİYET (1.BÖLÜM)
Kadın ve erkek cinsleri arasında doğanın belirlediği farklılıkların dışında, iki cins arasında toplumsal düzlemde oluşturulmuş ve yerleşmiş farklılıklar olarak tanımlanabilecek toplumsal cinsiyet kavramı, aynı zamanda, iki cins açısından belirlenmiş ve benimsenmiş toplumsal rollere de işaret eder. Daha doğum öncesinde kız bebeklerin eşyaları için pembe, erkek bebeklerin eşyaları için mavi rengin tercih edilmesiyle başlayan süreç, erkeklerin ve kadınların yapabileceği işler konusunda da yapay ayrımlar üretir. Bu çerçevede erkek cinsiyeti ile kadın cinsiyeti arasında toplumsal yaşama katıIma düzeyi açısından farklılıklar oluşur. Sayısal bakımdan eşit olmakla beraber iki cinsin toplumsal alanda temsiliyetleri farklılaşır. Kadın cinsiyeti daha çok ev gibi özel alanda kalırken, erkek cinsiyeti dışarıda her türlü kamusal alanda kendini ifade eder. Çalışma yaşamından, siyasete, sivil toplum örgütlenmesinden, eğitime kadar her türlü kamusal alanda iki cins temelindeki bu görünüm toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturur. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI: Cinsiyet (sex): Kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleridir. Toplumsal cinsiyet (gender): Kadının ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder.Toplumsal cinsiyet biyolojik farklılıklardan dolayı değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü, nasıl algıladığı, nasıl düşündüğü ve nasıl davranmamızı beklediği ile ilgili bir kavramdır. Toplumsal cinsiyette eşitlik ( gender equality): Fırsatları kullanma, kaynakların ayrılması ve kullanımında, hizmetleri elde etmede bireyin cinsiyeti nedeniyle ayrımcılık olmaması/yapılmamasıdır. Toplumsal cinsiyette hakkaniyet (gender equity): Kadın ve erkek arasında sorumlulukların ve kazançların dağılımında adalet ve hakkaniyetin olmasıdır.Bu kavramda, kadın ve erkeğin farklı gereksinimi ve güçlerin olduğu kabul edilmektedir.Bu farklılık belirlenerek iki cinsiyet arasındaki dengeyi düzeltecek şekilde gerekenlerin yapılması benimsenmektedir. CİNSİYETİN TOPLUMSALLAŞMASI: Biyolojik kanıtların toplumsal cinsiyet farklılıklarını anlamamıza katkısı olsa da, tutulacak bir başka yol, cinsiyet toplumsallaşmasının, aile ve basın gibi toplumsal etkenler yoluyla toplumsal cinsiyet rollerinin öğrenilmesinin incelenmesidir. Anne Babanın ve Yetişkinlerin Tepkileri; Cinsiyet farklılıklarının ne ölçüde toplumsal etkilerin bir sonucu olduğunu incelemek üzere pek çok çalışma yapılmıştır. Anne ile bebek arasındaki etkileşim üzerine yapılan çalışmalar, anne babaların erkek ve kız çocuklarına yönelik davranışları arasında bir fark olmadığına inanmasına karşın, erkek ve kızlara yönelik davranışları arasında farklılıklar olduğunu göstermektedir. Kendilerinden bir bebeğin kişiliğini değerlendirmeleri istenen yetişkinler,çocuğun erkek mi yoksa kız mı olduğuna inanmalarına bağlı olarak, farklı yanıtlar vermektedirler. Klasik bir deneyde, beş genç anne, Beth adı verilen altı aylık bir bebekle etkileşim halindeyken gözlenmişlerdir. Bu anneler bebeğe çoklukla gülümsemişler ve oynaması için bebekler, uzatmışlardır. Bebek anneler tarafından 'tatlı' ve 'yumuşak bir ağlaması' olan bir bebek diye değerlendirilmiştir, ikinci bir grup annenin aynı yaştaki, Adam adı verilen bir çocuğa gösterdiği tepkiler, gözle görülebilir derecede farklıydı. Bebeğe oynaması için bir tren ya da öteki 'erkek oyuncakları' uzatılma olasılığı daha fazlaydı. Beth ve Adam aslında, farklı elbiseler giydirilen aynı çocuktu (Will ve diğerleri 1976). Toplumsal Cinsiyetin Öğrenilmesi; Bebeklerin toplumsal cinsiyetlerini öğrenmeleri, neredeyse kesinlikle bilinçsizdir. Çocuklar kendilerini doğru bir biçimde erkek ya da kız olarak adlandırmadan önce, bir dizi sözle ifade edilmeyen sinyaller alırlar, örneğin, erkek ve kadın yetişkinler bebekleri genellikle farklı biçimlerde tutarlar. Kadınların kullandıkları kozmetiklerin, bebeğin erkeklerle eşlediklerinden farklı kokuları vardır. Sistematik giyiniş, saç biçimi vd. farklılıkları bebeğe, öğrenme sürecinde görsel sinyaller sağlar. îki yaş civarındaki çocukların, toplumsal cinsiyetin ne olduğuna ilişkin tam olmayan bir anlayıştan olur. Kendilerinin erkek mi yoksa kız mı olduklarını bilirler; başkalarını da genellikle doğru bir biçimde sınıflandırabilirler. Bununla birlikte çocuklar, beş ya da altı yaşa gelene kadar, kişinin toplumsal cinsiyetinin değişmediğini, herkesin bir toplumsal cinsiyeti olduğunu ve kızlar ile erkekler arasındaki seks farklılıklarının anatomik temelli olduğunu bilmezler. Küçük çocukların gördüğü oyuncaklar, resimli kitaplar ve televizyon programlan hep erkek ve kadın özellikleri arasındaki farklılıktan vurgulama eğilimindedir. Oyuncakçı dükkanları ve mektupla sipariş katalogları ürünlerini genellikle toplumsal cinsiyete göre sınıflandırır. Hatta toplumsal cinsiyet bakımından yansız görünen kimi oyuncaklar bile pratikte böyle değildirler. Örneğin, oyuncak yavru kedi ve tavşanlar kızlara önerilirken, aslan ve kaplanların erkekler için daha uygun olduğu düşünülür. Vanda Lucia Zammuner, italya ve Hollanda'da, yedi ile on yaşlar arasındaki çocukların oyuncak tercihlerini incelemiştir (Zammuner 1987). Bu çalışmada, çocukların, basmakalıp erkek ve kadın oyuncaklarının yanı sıra sekse göre değişmediği varsayılan oyuncaklar da içlerinde olmak üzere, bir dizi oyuncağa gösterdikleri ilgi çözümlenmiştir. Hem çocuklara hem de anne babalarına, hangi oyuncakların erkek, hangilerinin de kız çocukları için uygun oldukları sorulmuştur. Yetişkinler ile çocuklar arasında bu konuda gözle görülür bir anlaşma sözkonusudur. Ortalama olarak, İtalyan çocuklar, Hollandalı çocuklara kıyasla sekse göre değişen oyuncaklarla daha fazla oynama eğilimindedirler italyan kültürü, Hollanda toplumuna kıyasla toplumsal cinsiyet farkları üzerine daha geleneksel bir bakışı benimsemeye eğilimi olduğundan, beklentileri doğrulayan bir bulgu, öteki çalışmalarda olduğu gibi, her iki toplumdaki kızlar, toplumsal cinsiyete göre değişmeyen oyuncaklar ya da erkek çocuklarının oyuncaklarıyla, erkek çocukların kız oyuncaklarıyla oynamak istediklerinden daha fazla oynamak istemektedirler. 'Toplumsal Cinsiyet - Gender' Kavramı; Biyolojik, genetik anlamda kadın ve erkek olmak üzere iki cinsiyet varddır, bu bağlamda bu iki cinsiyeti ayıran ise onların üreme sistemleridir. Anatomik ve hormonal değişimlere göre birey cinsiyetlerden birine ait olur.Kadın ve erkeği tanımlamada önemli olan diğer bir faktör de kadın ve erkeğin değişik kültürlerdeki tanımlamalarıdır ki buna gender – toplumsal cinsiyet denilmektedir.Biyolojik cinsiyetin aksine, toplumsal cinsiyet farklılığı, sosyal yapılandırma sonucu oluşmaktadır ve değiştirilebilinir.Pek çok toplumda kadın ve erkek farklı yaratıklar olarak görülmekte ve her birinin kendine ait imkanları, rolleri ve sorumlulukları olduğu kabul edilmektedir.Bunun en açık göstergesi kamusal alanda çalışma ve politika 'doğal' olarak erkek; ev işleri ve aile ile ilgili özel alanlar 'doğal' olarak kadın işidir görüşünün bir çok toplum tarafından benimsenilmiş ve uygulanıyor olmasıdır.Toplumsal cinsiyet ayrımları hem kadınların hem de erkeklerin yaşamını şekillendirir ve sonuçta bu çeşitlilik sadece farklılıktan daha fazla anlam taşır.Öyle ki: kadın kategorisinde olma erkek kategorisinde olmaya göre, kadınların kaynaklara daha az ulaşmasını ve elde etmesini haklı gösterir.Bu eşitsizlik en belirgin olarak gelir ve servet dağılımında kendini gösterir.Bugün dünyadaki yoksulların %70'ini kadınlar oluşturmaktadır.Yoksulluğun feminizasyonu olarak tanımlanan bu durum, hem zengin hem de fakir ülkelerde mevcuttur ve çalışma yaşamında kadınların eşit olmayan durumunu ve ev içindeki düşük statülerini yansıtan bir göstergedir.Bir çok kadın çalışma imkanı bulamazken, çalışan kadınlar ise ancak erkek kazancının ortalama ¾'ü kadar ücret kazanmaktadırlar. CİNSEL ROL VE KİMLİK: Aile; Toplumumuzda, kadını otomatik olarak anne olmaya hazırlayan kuvvetli bir annelik içgüdüsünün, kadının içinde olduğu kabul edilir. Ama Güney Denizi'ndeki bazı adalarda çocuklarla sadece erkekler oynar. Trobriand Adaları'nda çocuk büyütme ile ilgili bütün işler, babadan beklenir. Bebeği yıkamak, doyurmak, şefkat gösterip, kucağında gezdirmek babanın görevidir. Avustralya yerlileri için baba öylesine önemlidir ki; hamilelik sırasında baba ölmüşse, anne, yeni doğanı ölüme terk eder. Duygular; Toplumumuzda erkeğin duygularını kontrol altında tutması beklenir. Erkekler, hislerini saklarlar; canları acıyınca veya hüzünlenince ağlayamazlar. Ama, İran'da duygusuz, duyarsız ve sezme yeteneğinden yoksun erkekler, anormal ve güvenilmez olarak tanımlanırlar. İran erkeği, geleneksel olarak, şiiri mantığa yeğler. Arkadaşlar, toplum içinde birbirini kucaklayabilir, el ele tutuşabilir (böyle bir yakınlık bizim toplumumuzda kadınlara yakıştırılır), kadınlardan ise; pratik ve serinkanlı olmaları beklenir. Güzellik; Toplumumuzda kadınlar; makyaj malzemeleri, parfümler, mücevherat ve şık giysilerle erkeğe cazip görünmeye uğraşırlar. Güneybatı Pasifik Okyanusu Adaları'nda ise; çiçekler takan, kokular süren erkektir. Yeni yetme delikanlılar, tören giysilerini giyip süslendikleri, parfümler sürdükleri zaman, öylesine tahrik edici olduklarına inanılır ki, kadınlar onları baştan çıkartmasın diye, büyükleri tarafından yalnız bırakılmazlar. İş ve Meslek; Toplumumuzda aileyi koruma ve ekmek parasını kazanma görevi, özellikle erkeğe verilmiştir. Kadınların ise; örneğin, bir fizik laboratuarında çalışmak için güçsüz ve narin olduğu iş hayatında, başarılı olacak kadar kavgacı olmadıkları savunulur. Ama bazı Afrika ülkelerinde, örneğin Senegal, Gambiya ve Kenya'da en ağır çiftlik işlerini kadınlar yapar. Hatta bu ülkelerde bir erkek, o gün ağır bir iş yapmışsa, 'Kadın gibi çalıştı' denir. Batı toplumlarında, yakın zamanlara kadar kadınların bir meslekte başarılı olmaları beklenmezdi, onlar için en iyi işin, evlenmek ve aile sahibi olmak olduğu düşünülürdü. Nijerya'da ise; bir kadının bir sanat öğrenmesi veya ticaretle uğraşması olağandır. Yoruba Yerlileri'nde bir kız, geçimini sağlamadan evlenmeye hazır sayılmaz. Sonuç olarak dünyanın üçte ikisinde ticaret, kadınların yönetimindedir. Bu örnekler, iş ve meslek konusunda kadın ve erkek arasında kesin bir bölünmenin olmadığını gösteriyor. Toplumumuzda çocuklar 'kim' olacaklarını ve 'neye' benzeyeceklerini çok çabuk öğreniyorlar. Dört yaşındaki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmada, çocuklardan çoğunun iki cinsiyet için yapılmış oyuncakları doğru bir şekilde ayırabildikleri görülmüştür.Çocukların kız veya erkek olarak sosyal rollerini öğrendikleri ilk yer yuvalarıdır. Sonra okul, bu ilk bilgileri kuvvetlendirir. Yıllardır, okutulan ders kitapları, kadın ve erkeği kalıplaştırmıştır. 1970'lerde Kaliforniya'da okutulan bir kitapta, yuva ile ilgili 18 öyküden 12'sinde, anne önlüklü resmedilmiştir ve görevlerinin yemek pişirmek, dikiş dikmek, bulaşık yıkamak veya ütü yapmak olduğu belirtilmiştir. Baba ise genelde işten eve dönerken resmedilmiştir. Daha büyük öğrenciler için hazırlanan ders kitaplarında da durum farklı değil. Kadınların çalıştığı belirtilse bile, bu; sekreterlik, öğretmenlik, garsonluk veya kütüphane memurluğu gibi geleneksel mesleklerle sınırlandırılmıştır. Buna karşın erkeklerin, her tür işi yapmaya uygun olduğu izlenimi verilmektedir. Kızların, okulda erkeklere oranla daha başarılı olduğu, genel olarak bilinir. Bunun bir nedeni, buluğ çağından sonra hormonlarında meydana gelen değişiklikler olabilir. Ama, Ann Oakley, bunu başka türlü açıklıyor: 'Bu, büyüyünce oynayacakları role alışmaya başladıkları çağdır. Erkek rolünde başarı, kadın rolünde ise rahatlık hedeflenmiştir'. Yapılan araştırmaların sonucunda kızların, erkeklerle yarışarak eğitimlerine devam ederlerse, dişiliklerini ve sevimliliklerini yitirmekten korktukları anlaşılmıştır. Ayrıca, yüksek kişisel başarının, geleneksel ev kadını imajı ile ters düştüğüne inanılır. Toplumumuzdaki delikanlılar da cinsel kimlikleri kalıplaşarak büyürler. Birçok erkek çocuğu, ev ortamında saldırgan davranışlara ve oyunlara yüreklendirilir. Futbol ve hokey gibi sporlar, şiddet duygusunu güçlendirir. Ergenlik çağındaki erkek çocukları, tehlikeli ve toplum dışı olaylara cesaretle girebilirler. Bu nedenle, genç erkekler arasında cinayet ve yaralama oranı yüksektir. 21 yaşında ölen gençlerin %68'i erkektir. Daha ileri yaşlarda da ne pahasına olursa olsun, başarma zorunluluğunun getirdiği stres yüzünden, kalp krizi ve felç riski erkeklerde, kadınların iki katıdır. Özellikle maço erkekler, her türlü insani ilişkiyi bir yarışa çevirirler. İş, oyun ve seks hayatı daha yüksek puanlar alabilecekleri ortamlardır. Hatta daha kötüsü, adeta savaş alanlarıdır: 'Cinsel ilişki sadece şahane ve mükemmel bir şey değil, aynı zamanda öldüren bir şeydir. İnsanlar yatakta birbirlerini öldürürler.' Norman Mailer; Güney Denizleri'ndeki adalara ilk gelen Hıristiyan misyonerler, buradaki yerli halkın nasıl cinsel ilişkiye gireceklerini tam olarak bilmediklerini gördüler. Sabırlı misyonerler, Amerikan yerlilerine, cinsel birleşme için en doğru pozisyon olarak, erkeğin yukarıda, kadının ise altta olduğu pozisyonu öğrettiler. Bu, hem görüntü olarak erkeğin üstün olduğu fikrini yansıtmaktadır, hem de ancak üreme faaliyetine yetecek kadar az cinsel tahrike yol açmaktadır. Cinsel davranışlar, bir toplumun genel yapısı ve diğerleri hakkında iyi bir fikir verir. Örneğin; Samoa halkı, misyoner pozisyonunu kullanmaz. Onların kültüründe, kadın ve erkek, Avrupalı hemcinslerine oranla daha eşittir. Eşitliğe inanıyorlarsa, kadın niye hep altta kalsın? Bu pozisyonda, kadın, erkeğin ağırlığı altında ezilirken rahat hareket edemez. İki cins de serbestçe aktif olabilse ve daha çok zevk alıp, daha çok zevk verebilse daha iyi olmaz mı? Ayrıca cinsel ilişki kurmanın asıl maksadı bu değil mi? Bu, nerede olduğunuza bağlıdır. Cinsel ilişkiler, sosyal ilişkilerle şekillenmiştir. Erkek ve kadının karşıt olarak kabul edildiği kültürlerde genellikle iki cinsel kod vardır. Bu çifte standart, iki cins arasındaki güç dengesinin hangi yönde ağır bastığını göstermektedir. Arap dünyasında, erkek tarafı ağır basmaktadır. Araplar, kadınların cinsel yönlerinin daha kuvvetli olduğuna inanmalarına karşın, zengin bir erkeğin dört kadınla evlenmesine izin verirler. Böylece, birçok toplumsal gerginlik meydana gelmiş olur. Erkekler, kadının cinselliği kontrol altında tutulmazsa, oluşturdukları toplumun ve aile yapılarının bozulacağından korkmaktadırlar. Sonuç olarak, Arap kadını tamamen tecrit edilir. Hatta, yer yer amaçla bazı yollar kullanılmaktadır: Klitorektomi: Kadın sünneti. Bu uygulamada genç kızların klitorisi kısmen veya tamamen yapılan bir ameliyatla alınır. İnfibulasyon: Kadın cinsel organındaki dış dudaklar birbirine dikilmekte, böylece meşru olmayan cinsel ilişkiye engel olunmaktadır. Yakın tarihlere kadar, Arap kadınlarının tahminen %90'ı, cinsel duyarlılıklarını yitirmeleri için sünnet edilirdi. Bir Sudan kaynağından, bu işlemin faziletleri şöyle açıklanmıştır: 'Kadın sünneti, kadınları seksin kölesi olmaktan kurtarır, onların asıl kaderi ve görevi olan anneliği tam olarak yerine getirmelerini sağlar'. Cinsel bir organın köreltilmesinin psikolojik etkileri de görülür. İngiltere'de Viktorya çağında kadınlar, cinsel yaşantılarına karışılmasına tepki olarak, ülke çapında sekse karşı ilgisizleşirler. Zamanımızın ünlü doktorlarından William Acton'un bu konudaki fikri şöyle: 'Kadınların çoğu cinsel konularla fazla ilgili değillerdir. Erkekler bu konuya daima düşkündür, kadınlar ise ara sıra... Yuva sevgisi, çocuk sevgisi ve ev işleri onların tek heyecanlarıdır. Bu tepki kampanyasının sonunda, seks konusundaki cehalet, öylesine inanılmaz boyutlara ulaştı ki, dört İngiliz kadınından ancak biri, bir klitorisinin olduğunu ve klitorisin seksten alınan zevki artırdığını biliyordu. Bilgisizliğin yanı sıra korku ve suçluluk duygusu da yaratılıyordu. Viktorya döneminde İngiliz tıp dünyası, arkasına hükümeti ve kiliseyi alarak, kadınları, seksten aldıkları zevki pahalıya ödeyecekleri konusunda uyarıyordu. Doktorlar, cinsel ilişki sırasında hareket ederse kadının çocuğu olmayacağını, kuvvetli cinsel tahrikin hayatı kısalttığını, kadınların mastürbasyon yapmasının sağlıksız olduğunu ve oral seksin ağızda kansere neden olduğunu iddia ediyorlardı. Nerde Erkek Beyninin Marifetleri? Beynimiz ak madde ve gri madde denilen bölümlerden meydana gelir. Gri madde hücre topluluklarını, ak madde ise bağlantı yollarını ifade eder esas olarak. Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan yeni bir araştırmada beynin değişik bölgelerindeki hücre yoğunluğu araştırıldı. Ortaya çıkan ve henüz ne anlama geldiği tam olarak anlaşılmayan bir gerçek, kadınların frontal bölgelerinde erkeklere göre yüzde on beş daha fazla hücre bulunduğu gerçeği. Bu bölgelerde personalite, bir işi planlayarak bir düzen içinde yapma, hatırlama gibi fonksiyonların ön planda idare edildiği bilinmektedir. TOPLUMSAL CİNSİYETÇİLİĞİN ÖZGÜRLEŞTİRİLMESİ: Demokratikleşmenin özünü teşkil etmekle birlikte, kendi başına ele alınması gereken olguların başında kadın ve etrafında oluşan ilişki ve çelişkiler düzeni gelmektedir. Komünal ve demokratik duruş dengeleri sosyal bilimlerin alanına ne kadar geç ve yetersiz girmişse, ondan daha fazlasını kadın olgusuna yaklaşımda görmekteyiz. Sanki kadının yaşadıkları doğallığın gerekleriymiş gibi bir anlayış tüm bilimsel yaklaşımlarda, ahlaki ve siyasi tutumlarda ön varsayım olarak kabul görür. Daha hazin olanı, kadının kendisi de bu paradigmayı doğal kabul etmeye alışmıştır. Binlerce yıllık halklara dayatılan statülerin doğallığı, kutsallığı, birkaç kat fazlalığıyla kadının tüm zihniyet ve davranışlarına da adeta kazınmıştır. Halklar kadınlaştırıldığı oranda, kadın da halklaştırılmıştır. Hitler “Halklar kadın gibidir” derken bu gerçeği kast eder. Kadın olgusuna daha derinlikli yaklaşıldığında, biyolojik bir cins olmanın ötesinde adeta bir soy, sınıf, ulus muamelesi gördüğü anlaşılacaktır. Ama en çok ezilen soy, sınıf veya ulus olarak. Hiçbir soy, sınıf veya ulusun kadınlık kadar sistemli bir köleliğe tabi tutulmadığını iyi bilmek gerekir. Kadınlığın kölelik tarihi daha yazılmamıştır. Özgürlük tarihi ise yazılmayı bekliyor. Kadın köleliğinin derinliği kadar karanlıkta bırakılması, toplumda yükselen hiyerarşik ve devletçi iktidarla yakından bağlantılıdır. Kadının köleliğe alıştırılmasıyla hiyerarşiler -ayrıcalıklı kutsal yönetimler- kurulmuş, toplumun diğer kesimlerinin kölelik yolu açılmıştır. Erkeklerin köle olması kadının köleliğinden sonradır. Cins köleliğinin sınıf ve ulus köleliğinden farklı yönleri de vardır. Meşrulaştırılması ince ve yoğun baskılarla birlikte duygu yüklü yalanlarla sağlanır. Biyolojik farklılığı sanki köleliği için gerekçeymiş gibi kullanılır. Yaptığı tüm işler değeri olmayan ‘kadınca işler’ diye hafife alınır. Toplumun kamusal alanında bulunması dince yasak, ahlaken ayıp olarak sunulur. Giderek tüm önemli toplumsal etkinliklerden uzaklaştırılır. Siyasal, toplumsal, ekonomik etkinliklerin hakim gücü erkeğin eline geçtikçe kadının zayıflığı daha da kurumlaşır. ‘Zayıf cins’ bir inanç olarak paylaştırılır. Tüm maddi ve manevi güç olanakları erkeğin elinde biriktikten sonra kadın artık erkek eline bakan, bazen yalvaran, bazen tüm onurunu çiğneyerek kaderine razı olan ve sıkça yaşama küserek derin bir sessizliğe bürünen bir varlık haline gelir. Bir anlamda yaşayan ölü demek de mümkündür. Birkaç benzetmeyle olguyu daha da belirgin kılabiliriz. Birinci benzetme kafeste kuştur. Kuş bazen kanarya gibi süslü kılınır. Bazen bülbül gibi güzel sesli kılınır. Herkes kendine göre bir kuşa benzetir. Çokça serçe denilir. Diğer benzetme, dipsiz bir kuyuya bırakılan kedi gibi sürekli miyavlatıldığıdır. Yiyecek artıklarıyla beslenerek sahibi için iyice ehlileştirilebilir. Belki biraz kaba görülebilir, ama köleliğin derinliğini yakalamak için bilimsel, edebi çok yönlü çabaların gereği açıktır. Muazzam cinsiyetçi bir toplum oluşturulmuştur. Gerçek kabalık şuradadır ki, erkeğin tek taraflı kadın tecavüzü bir kahramanlık gibi görülürken, erkek bundan son derece keyif ve gurur alırken, kadın taşlanarak öldürülmekten geneleve kapatılmaya, toplum içine bir daha çıkmamaya kadar her tür acımasızlıklarla karşı karşıyadır. Yine en kabasından erkek cinsel organıyla gururlanırken, kadın için cinsiyet organları bir utanç kaynağıdır. En basit fiziki farklılıkları bile kadın aleyhine kullanılmaktan çekinilmemiştir. Kadın olmanın kendisi bir utanç konusu haline getirilmiştir. Sözde kutsal bir duygu olan aşkta bile kadının yaşadığı gözü kara bir erkek dayatmasıdır. Kız çocuklar her zaman hor görülmüştür. Sorulması gereken soru, neden bu kadar derin bir kölelik? Cevabı kesinlikle iktidar olgusu ile bağlantılıdır. İktidarın doğası kölelik ister. Eğer iktidar sistemi erkeğin elindeyse, sadece insan türünün bir kısmı değil, bir cinsin tümü bu iktidara göre şekillenmelidir. İktidar sahipleri devlet sınırlarını nasıl hane sınırları gibi görüp her uygulamayı bu sınırlar dahilinde bir hak olarak görürlerse, onun mikro modeli olan ailede de erkek iktidarının sahibi olarak her uygulamaya –gerekli görürse öldürme dahil- kendini hak sahibi görür. Evdeki kadın o kadar eski ve derinlikli bir mülktür ki, sınırsız bir mülkiyet duygusuyla erkek ‘kadın benimdir’ der. Kadın için -evlilik bağı adı altında bağlı bulunulan- erkek üzerinde en ufak bir hak iddiasında bulunulamaz. Ama erkeğin kadın ve çocuklar üzerindeki hak sahipliği sınırsızdır. Mülkiyetin en temel kaynağı yine ailede, kadın üzerindeki kölece tasarrufta aranmalıdır. Mülkiyetin kaynağında köleleştirilmiş kadın yatar. Kadın üzerine yayılmış kölelik ve mülkiyet dalga dalga tüm toplumsal düzeye yayılır. Böylelikle de toplum ve bireyin zihniyet ve davranış yapısına mülkiyetçi ve köleci her duygu ve düşünceyi yerleştirir. Toplum her tür hiyerarşik ve devletçi yapılanmalara uygun hale getirilir. Bu ise, uygarlık denen sınıflı her tür yapılanmanın rahatça ve meşruiyet kazanmış olarak sürdürülmesi demektir. Böylece kaybeden sadece kadın olmuyor. Bir avuç hiyerarşik ve devletçi güç dışında tüm toplum oluyor. Kadın için özel kriz dönemleri pek önemli değildir. Zaten sürekli bir krizi yaşamaktadır. Kadın demek krizli bir kimlik demektir. Günümüzde yaşanan kapitalist sistem kaosunda tek umut vaat eden, kadın olgusunun sınırlı da olsa aydınlatılmış olmasıdır. Feminizm yetersiz de olsa kadınlık gerçeğini son çeyrek yüzyılda oldukça görünür kılmıştır. Kaosta her olgunun değişme şansı yüksek bir aydınlanmayla daha da arttığı için, özgürlük lehinde atılacak adımlar niteliksel sıçramalara yol açabilir. Güncel krizden kadın özgürlüğü büyük kazanarak çıkabilir. Kadın özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir. Fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir. Kadına içerilmiş bulunan köleliği karşılayacak bir özgürlük tanımına öncelikle ihtiyaç vardır. Kapitalist sistemin muazzam vizyon geliştirme ve sanallığı gerçeğin yerine koyma gücü o denli gelişmiştir ki, kadını en çok alçaltan bir etkinliği (örneğin pornografi) bile özgürlükle özdeşleştirebilir. Feministlerin çabalarında birçok önemli öğe varsa da, hala Batı merkezli demokrasilerin ufkunu aşmaktan uzaktır. Temelinde kapitalizmin oluşturduğu yaşam biçimini değil aşma, tam kavramasını bile sağladığı söylenemez. Durum Lenin’in sosyalist devrim anlayışını çağrıştırıyor. Onca büyük çabaya rağmen ve kazanılan birçok mevzi savaşına karşılık, sonuçta kapitalizme soldan en değerli katkıyı sunmaktan kurtulamamıştır. Feminizmin başına da benzer sonuçlar gelebilir. Güçlü örgütsel temelden yoksunluk, felsefesini tam geliştirememe, kadın militanlığına ilişkin zorluklar iddiasını zayıflatmaktadır. Kadınlar cephesinin ‘reel sosyalizmini’ bile sağlamayabilir. Fakat soruna dikkat çekmek açısından ciddi bir adım olarak değerlendirmek en doğrusudur. Şüphesiz her cinsiyet türünün olduğu gibi kadının da bir doğası vardır. Toplumsallıktan öte biyolojik cins olarak kadının daha merkezi öğe olduğunu, biyoloji bilimi her geçen gün artan kanıtlarla desteklemektedir. Özcesi kadın fiziği erkeği kapsamakla birlikte, erkek fiziği kadını kapsayamamaktadır. Kutsal kitapların tersine, kadının erkekten değil, erkeğin kadından türediği anlaşılmaktadır. Kadının kromozomları erkekten fazladır. Kadın için dezavantaj olarak düşünülen aylık kanamalar bile kadının doğayla daha nazik bağının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Rahim kanaması bitmemiş, devam eden doğal bir yaşam akıntısı olarak görülmelidir. Yaşamın kök damarı bitmemiştir, devam etmesi iradesinin bir göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Kadın hastalıkları denilen hususlar aslında yaşam olgularıdır. Kadının yaşam merkezini temsil etmesinden kaynaklanmaktadır. Yaşamın karmaşık sorunları kadının rahminde, karnında cereyan etmektedir. Kendinden doğan çocuk ve göbek bağı yaşam zincirinin son halkası gibidir. Bu gerçeklik karşısında erkek sanki kadının bir eki, bir uzantısı gibi görünmektedir. Bu olguyu doğrulayan bir husus da erkekteki aşırı ve anlamsız kıskançlık duygusudur. Kadın doğası kendine karşı daha güvenli dururken, erkek adeta yerinde duramaz. Kadın etrafında dönen bir bela gibidir. Tüm bu gözlemler kadın fiziğinin zaaf yüklü değil, daha merkezi olduğunu kanıtlıyor. Bu nedenle kadın öncelikle erkek egemen kültürün dayattığı ‘eksikli, hastalıklı’ tanımını derhal reddetmelidir. Tersinin doğru olabileceğini erkeğe hissettirebilmelidir. Kadın fiziğine ilişkin kendine güvenmeli derken bu önemli gerçeği kast ediyoruz. Bu fiziksel oluşumun doğal sonucu kadındaki duygusal zekânın daha güçlü olmasıdır. Duygusal zekâ yaşamdan kopmayan zekâdır. Empati ve sempatiyi güçlü taşıyan zekâdır. Kadında analitik zekâ geliştiğinde bile güçlü duygusal zekâsından dolayı daha dengeli, yaşamla bağlantılı ve tahripkâr olmaktan uzak durmaya daha yeteneklidir. Erkek kadın kadar yaşamın ne olduğunu anlamaz. Yaşamın kendisi olan (Aryen dil grubundan olan Kürtçe’de Jîn, yaşam demektir. Aynı zamanda kadın anlamına gelir) kadın, yaşamın bütün yönlerini riyakârlıktan uzak, saf ve yalın haliyle görme yeteneğidir. Bu yeteneği güçlüdür. Bunu şahsi yaşamımızda da çok iyi bilmekteyiz. Entrikacı, yozlaştırıcı, fahişe vs. sıfatlı kadın gerçeğinin acımasız sorumlusu erkektir. Hiçbir kadın kendi halinde kaldıkça entrikacılık, fahişelik yapma gereği duymaz. Fiziği, biyolojik varlığı buna uygun da değildir. Entrikacılığın ve fahişeliğin gerçek yaratıcısı erkektir. Bilinen ilk genelevi Sümer başkenti Nippur’da M.Ö 2.500’lerde ‘musakkatin’ adıyla açanın erkek iktidarı olduğunu biliyoruz. Buna rağmen utanmadan sanki fahişelik kadın yaratımıymış gibi bir yaklaşımı sürekli canlı tutar. Kendi eserini, doğurduğu suçluluğu kadına mal ederek, sahte bir namus anlayışı geliştirerek olmadık lanetlenme ve dayağı, katliamı kadından eksik etmez. Bu ilave tanımlamadan çıkarabileceğimiz sonuç, erkeğin öncelikle ideolojik saldırısına karşı yetkin durmadır. Erkek egemen ideolojiye karşı kadın özgürlük ideolojisiyle, feminizmi ve kaynaklandığı kapitalizmi aşarak silahlanıp mücadele edilmelidir. Erkek egemen iktidarcı zihniyete karşı kadının özgürlükçü doğasal zihniyetini yetkin kılıp öncelikle ideolojik alanda kazanmayı iyi bilmek, tam sağlamak gerekir. Unutmamak gerekir ki, geleneksel kadınsı teslimiyet fiziki değil toplumsaldır. İçerilmiş kölelikten gelir. O halde öncelikle ideolojik alanda teslimiyet düşünce ve duygularını yenmek gerekir. Kadın özgürlüğü politik alana yönelirken, savaşımın en çetin yanıyla karşı karşıya olduğunu bilmelidir. Politik alanda kazanmayı bilmeden, hiçbir kazanım kalıcı olamaz. Politik alanda kazanmak demek, kadının devletleşmesi hareketi değildir. Tersine, devletçi ve hiyerarşik yapılarla mücadele, devlet odaklı olmayan, demokratik, cins özgürlüğünü ve ekolojik toplumu hedef alan siyasal oluşumları yaratmak demektir. Hiyerarşi ve devletçilik en çok kadın doğasıyla uyuşmazdır. Dolayısıyla anti-hiyerarşik ve devlet dışı siyasal oluşumlar uğruna kadın özgürlük hareketi öncü rol oynamak durumundadır. Köleliğinin politik alanda yıkılması özünde bu alanda kazanmayı bilmesiyle mümkündür. Bu alan mücadelesi kapsamlı demokratik kadın örgütlenmesini ve mücadelesini gerektirir. Her tür sivil toplum, insan hakları, yerel yönetimler demokratik mücadelenin örgütlenip geliştirileceği alanlardır. Tıpkı sosyalizmde olduğu gibi, kadın özgürlüğü ve eşitliğine giden yol en kapsamlı ve başarılı demokratik mücadeleden geçer. Demokrasiyi kazanmayan kadın hareketi özgürlüğü ve eşitliği kazanamaz. Sosyal alanda özgürlük açısından en önemli sorun aile ve evlilik gerçeğidir. Bunlar dipsiz bir kuyu gibi durum arz ederler. Kadın için kurtuluş gibi gelen bu kurumlar, mevcut toplum zihniyetiyle bir kafesten diğerine geçmekten başka anlam içermez. Üstelik diri gençliğini de bir kasap zihniyetine terk etmek zorunda kalarak. Aileyi üst toplumun -iktidar toplumu- halk içindeki yansıması, ajan kurumu olarak görmek gerekir. Erkek toplumdaki iktidarın aile içindeki temsilcisi, yoğunlaşmış ifadesidir. Kadın evlenirken aslında köleleşiyor. Evlilik kadar köleleştiren başka kurum tasavvur etmek zordur. Gerçek anlamda en kapsamlı kölelikler bu kurumla kurulur ve ailede kökleşerek sürer. Genel anlamda eş olarak beraberliklerden, ortak yaşamdan bahsetmiyoruz. Bu herkesin özgür ve eşitlik anlayışına göre anlam kazanabilecek bir husustur. Yerleşmiş klasik anlamıyla evlilik ve aileden bahsediyoruz. Kadın aleyhine kesin mülkleşme, tüm siyasal, zihni, sosyal, ekonomik alandan çekilme, bir daha kolay kolay kendine gelememe anlamını taşır. Radikal bir sorgulamadan geçirilerek demokratik, özgür, cins eşitliğini hedefleyen ortak yaşama esasları sağlanmadan bireysel, güdüsel sıkıntılardan ve geleneksel aile anlayışından kaynaklanan evlilikler, ilişkiler özgür yaşam yolunda en tehlikeli sapmalar olarak rol oynayabilir. İhtiyaç bu tür birliklerde değil, zihniyet, demokratik ve politik alanı çözerek cinsiyet özgürlüğünü tam sağlamak ve buna uygun ortak yaşam iradelerini gerçekleştirmektir. Günümüz dünyasının en çok ağızlarda sakız edilen aşk konusu tarihin en rezil, içeriksiz dönemini yaşamaktadır. Tarihin hiçbir döneminde aşk bu denli ayağa düşmedi. Anlık aşklardan tutalım, açık cinayet yaklaşımlarına kadar en yavan ve tehlikeli ilişki tarzlarına bile aşk deniliyor. Bundan daha iyi kapitalist sistemin yaşam anlayışını sergileyecek ilişki düşünülemez. Dönemimizin aşkları hakim sistemin insan ve topluma dayattığı zihniyetin en kutsal alanda bile ne hallere düştüğünün açık bir itirafıdır. Aşkı canlandırmak en zor devrimci görevlerden biridir.Büyük emek, zihniyet aydınlığı, insanlık sevgisi ister. Aşkın en önemli şartlarından biri, çağın bilgeliği sınırlarında seyretmeyi gerektirir. İkincisi, sistemin çılgınlıklarına karşı büyük duruşu dayatır. Üçüncüsü, kurtuluşsuz, özgürlüksüz birbirlerinin yüzüne bile bakılamayacağını bir ahlaki tutum olarak benimsemeyi gerektirir. Dördüncüsü, cinsel güdüyü üç hususun gereklerine tutsak etmeyi gerektirir. Yani cinsel güdü bilgeliğe, özgürlük ahlakına ve politik-askeri mücadele gerçekliğine bağlanmadan, atılacak her adımın aşkın inkârı olduğunu bilmeyi gerektirir. Bir kuş kadar bile özgür yuva kurma olanağı olamayanların aşktan, ilişkiden, evliliklerden bahsetmeleri, aslında sosyal düzen köleliğine teslimiyeti ve özgürlük mücadelesinin soylulaştırıcı değerini bilmediklerini gösterir. Eğer çağımızın aşk gerçeğinden bahsedilecekse, bu herhalde Leyla ile Mecnun’ları çok geride bırakan, nice tasavvuf ehlini aşan, bilim adamı titizliğini gerektiren, güncel kaostan toplumsal özgürlüğe yol açan, yiğitliği, fedakârlığı, başarıyı yakalamakla kanıtlayan kişilikleri kazanmakla mümkündür. Kadının ekonomik, sosyal eşitlik sorunları da öncelikle politik iktidarın çözümlenmesiyle, demokratikleşmede başarıyla cevap bulabilir. Demokratik siyaset yapılmadan, özgürlükte ilerleme olmadan, kuru hukuki bir eşitliğin fazla anlam kazanamayacağı açıktır. Kadına yaklaşımı bir kültürel devrim gibi ele almak en doğrusudur. Mevcut kültürle ne kadar iyi niyetli de olunsa, çaba da harcansa, olgudaki sorun ve ilişki yapısından ötürü anlamlı özgürlükçü bir çözüm sağlanamaz. En radikal özgürlükçü kimlik, kadına yaklaşımla veya bir bütün olarak kadın-erkek ilişkilerindeki düzeni kavrayıp aşmakla mümkündür. Bir yandan baş bağlamayı gelenekle, pornoyu çağdaşlıkla karıştırarak zırnık kadar yol alınamayacağını iyi bilmek gerekir. Alandaki kölelik derinliği kadar özgürlük derinliğini de kavrayıp iradeleştirmek gereği vardır. Kadın özgürlüğünde, dolayısıyla kendini özgürleştirmede mesafe alamayanların hiçbir toplumsal ve siyasal özgürlük alanında çözümleyici ve dönüştürücü olamayacaklarını anlamaları gerekir. Erkek egemen-köle kadın ikilemini aşamayan hiçbir özgürlük çabasının gerçek bir özgür kimlik sağlamayacağını da en temel özgürlük kriteri olarak almak gerekir. Kadın üzerindeki mülkiyet ve iktidar ilişkisi yıkılmadan, özgür kadın-erkek ilişkisi gerçekleştirilemez. Yüzyılımızı da özgür kadın iradesinin yükseleceği bir toplumsal zaman olarak görmek gerçekçidir. Kadınlar için belki de yüzyıl gerekebilecek kalıcı kurumlar düşünüp oluşturmak gerekir. Kadın Özgürlük Partilerine ihtiyaç olabilir. Özgürlüğün temel ideolojik ve politik ilkelerini sağlayıp pratikleşmesini yürütmek, denetlemek, bu partilerin hem gerekçeleri hem temel görevleri olmalıdır. Kadın kitleleri için özellikle kentlerde düşünülen sığınma evleri değil özgürlük alanları oluşturmak gerekir. En uygun bir biçim de özgür Kadın Kültür Parkları olabilir. Ailelerin kız çocuklarını eğitemedikleri, düzen okullarının da bilinen yapıları nedeniyle Özgür Kadın Kültür parkları ihtiyaç duyulan, uygun kız çocuklar ve kadınlar için temelinde eğitim, üretim ve hizmet birimlerini kapsayacak alanlar olarak çağdaş kadın tapınakları rolünü de oynayabilir. Kadınsız yaşanamaz denilir. Ama mevcut kadınla da yaşanamaz. Gırtlağına kadar köleliğe batmış bir kadınlı-erkekli ilişki herhalde en çok batıran ilişkidir. O halde kapitalist sistemin sonul kaos’undan gerçek aşklardan beklenen büyük gücü özgür kadın etrafında yaratarak çıkış yapmak, aşka gönül vermiş ve baş koymuş gerçek kahramanların en soylu ve kutsal işlerinden olsa gerek! Kürt Halk Önderi Öcalan’ın Kadın Konusundaki Düşünceleri; Kürt Halk Önderi Öcalan’ın, sosyal yaşamın tüm alanlarında oldukça detaylı değerlendirmelerinin olduğu biliniyor. Bu alanların başında da Kadın ve Kadın-Erkek ilişkileri üzerindeki düşüncelerini görüyoruz. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın çocukluğu anlatılırken değinildiği gibi, O daha küçük yaşlarda var olan kadın-erkek ilişkilerine bir anlam verememektedir, kadının getirildiği noktayı ve nasıl olması gerektiği konusunda ilk önce annesini eleştirmesi, Ona civcivlerini koruyup- kollayan tavuğu göstermesiyle kadının durumunu anlamaya ve anlatmaya başladığını görürüz. O gördüğü ve yaşadığı tüm ilişkilerinde çok iyi bir gözlemci ve gözlemlerinin de analizini titiz bir bilim adamı gibi yapan ve önemli gördüğü hiç bir şeyi unutmayan biridir. Bu özelliklerinin yanında onu sıradan insanlardan ayıran önemli bir özellik ise; yanlışlarla uzlaşmayan, doğruyu bulmak için de her yol ve yöntemi araştıran ve deneyen, bunu kendisine kural edinen bir insan oluşudur. Kadın konusundaki düşüncelerinin gelişimine bakıldığında da aynı duyarlılık ve kurallı olmayı görürüz. Annesi, kızkardeşleri, çocukluktaki kız arkadaşları ve daha sonra yaşadığı evlilikte de hep aynı titiz gözlemcilik, anlam verme ve çözümlemeye çalışma vardır. Kürt Halk Önderi Öcalan dünyada kadının bugün içinde olduğu durumu Kürdistan’ın durumuna benzetir. Kürdistan bilindiği gibi insanlığın topluluk oluşturma ,üretime geçme, sosyalleşme kısacası insanlaşmasının merkezi olarak kabul edilir. Çesitli Konulardaki Görüşleri Işçiler,emekçiler ve ezilen halklar! Kürt Halk Önderi Öcalan`in Dinlere yaklaşımı; Kürt Halk Önderi Öcalan’ın Kadın Konusundaki DüşünceleriBu yönüyle Kürdistanın, sadece Kürt halkı yada Kürdistanda yaşayan diğer halklar için değil, tüm insanlık için tarihi önemi inkar edilmemektedir. Kürdistanda yaşayan halklara tarih boyunca egemenlerce dayatılan özünü boşaltma, insanı insanlıktan, onun değerlerinden arındırma yani; halkları kültürsüzleştirme, kimliksizleştirme, vatansızlaştırma, örgütsüzleştirme, bilinçsiz ve hafızasız bırakma, yarattığı değerleriyle çelişir hale getirme, bir bütün olarak insanlığın bugüne kadar binbir emekle edindiği değerleri, Kürdistan halklarının kişiliğinde yok etme çabası çok açıkça ortadadır. İnsanlığın merkezi, yani tüm insanlığın bir çok konuda borçlu olduğu Kürdistanda yaygınlaştırılan ve halen vahşice uygulanmaya çalışılan bu uygulamalardan, egemenlerce yapılan tüm engellemelere rağmen dünya, yani insanlık bilgilendirilmiştir, bilgilendirilmektedir. Kürdistandaki insanlık ve onun değerlerinin kıyımı bilinmesine ve görülmesine rağmen neredeyse tüm insanlığın bu duruma seyirci kalmasına anlam verebilmek, bunun tarihi sosyal ve hatta psikolojik nedenlerini anlamaya çalışmak Kürt Halk Önderi Öcalan’ın kadın konusundaki değerlendirmelerini anlamamıza yardımcı olacaktır. Kürdistan’ın isanın insanlaşmasındaki önemi bu iken, kadının insanın insanlaşmasında oynadığı rol da belirgindir. İnsanın doğuşu, oluşu kadınla olur. İlk toplulukları oluşturarak örgütlenmesi, giderek sosyalleşmesi, toprağa bağlı üreticilik ve üretimle bağlantılı olan hemen herşeyi ilk gerçekleştirenin kadın olduğu kabul edilir. Kadın doğuştan gerek biyolojik ve gerek ruhi yapısıyla üretken, örgütleyen, seven-dolayısıyla barıştan yana olan, bir kişiliktedir. Toplumların tarihine bakıldığında, gerçekten her yeni toplumun biçimlenişi ile kadının kendi doğal kişiliğinden biraz daha uzaklaştığına rastlanır. Kadın biraz daha doğal özelliklerini yitirir. Biraz daha erkek egemenliğine bağlanır. Feodal toplum ile birlikte giderek erkeksileşmeye, yani erkek gibi olmaya, erkeğin kopyası, bir nevi erkeğe kendini benzetmeye çalışır, ya da buna özendirilir. Ancak kadın bunu yapmaya çalışırken, her adımda kötü bir erkek karikatürü halini alır. Kadının tarihi süreçteki bu değişiminin sorumlusu olarak tabi ki kadın tek başına sorumlu tutulamaz. İlk toplumların oluşumunda üretimde en büyük rolü oynayan kadının başta yönetim olmak üzere, sosyal yaşamın tüm alanlarında önde olması olağandır. Yaşama damgasını vuran kadın tarihin bu dönemlerinde tanrıçalaştırılır. Giderek fiziki kaba gücünü kullanan erkek, yönetim başta olmak üzere toplumun tüm karar mekanizmalarına hakim olmaya çalışır. Kadın giderek edilgenleştirilir. Köleci topluma gelindiğinde kadın „tüm kötülüklerin kaynağı“ olarak gösterilir. Bu yakıştırmanın erkekler, daha doğrusu erkek egemenliği anlayışından doğduğu açıktır. Kadınların tarihin bu dönemlerinde yaşadığı aşagılanma kendini, doğan kız çocuklarının diri diri mezara gömülmesiyle vahşi bir ortadan kaldırmaya dönüşür. Gerçekten köleci toplumda kadınların erkek egemenliğine hizmet etmeyen tüm doğallıkları her yönüyle ortadan kaldırılmaya çalışılır. Kadına yaşama şansı verilmesi ancak erkeğe hizmet etme derecesine göredir. Kadının fazla baskı ve şiddet görmemesi için erkek egemenliğini tamamen kabul ettiği görülür. Kadınlar arasındaki kıskançlık, birbirini çekememe gibi davranışlar erkek egemenliğine sonsuz saygılı olmayı geliştirir. Bu durum kadının kendi arasındaki olası örgütlenmeleri dinamitler. Ekonomik koşulların dayatmasıyla gelen feodalist toplumda, kadının rolünün de değişmek zorunda olduğu açıktır. Bu dönemde kadınlar üzerindeki çıplak şiddet azaltılsa da, kadınlara biçilen rol yine erkeğe ve erkek egemenliğine hizmetle neredeyse sınırlandırılır. Kadının yönetim düzeyinde rolünün olmadığı görülür. Bu dönemde kadınların biribirleriyle olan uzlaşmazlıkları arttırılıp, doğallıklarından biraz daha uzaklaştırılmaları sağlanır. Kadınlar birbirleri için mücadele edeceklerine, birbirlerine karşı mücadeleye girişirler. Bu mücadele erkek egemenliğini iyice oturtur, sağlamlaştırır. Kapitalist sistemde üretim koşullarının kadına bir önceki toplumsal düzenin biçtiği rolü kabul etmediğini görürüz. Kadınlara verilen haklarda, diğer toplumsal düzenler değişirken yapılan yeni düzenlemelerle tamamen paralel olduğu görülür. Bu dönemle birlikte kadınların daha fazla örgütlendiği, hak aradığı, belirli hakların da alındığı-yada verildiği- herkes tarafından biliniyor. Ancak kadının bu dönemde artık tamamen doğal kişilik özelliklerinin de neredeyse kaybedildiği ortadadır. „Erkek gibi kadın“ anlayışının kadını, erkeksileştirdiği, erkek karikatürü haline getirdiğini görmek zor değildir. Sosyalizmin teorisyenleri Marks, Engels ve Rus bolşevik devrimi önderi Lenin ile, bir çok diğer sosyalist önderin kadın sorunu konusunda önemli belirlemeleri olduğu, tarihi nedenleri ile oldukça yeterli ortaya konduğu doğrudur. Ancak uygulamaya bakıldığında; kapitalizmden tamamen değişik, kadının rolünün fazla değişmediğini görüyoruz. Yönetim ve karar organlarında kadını ya hiç görmüyoruz yada tamamen çeşni-garnitür olarak görüyoruz. Kürdistan’ın PKK’den önceki yapısı yarı feodaldır. Kürdistanda kadına „karı“ demeyen erkek horlanırdı. „Karı“ sözü aşağılanmış kadın ya da kadını aşağılama anlamı taşır.Kürt Halk Önderi Öcalan „Kürdistan karılaştırılmıştır“ derken aslında, hem kadının içindeki durumu ve hem de Kürtlerin ülkesinin içinde bulunduğu durumu tarif ediyordu ve doğru tahlil edildiğinde kadın ve Kürdistan’ın hem tarihi gelişim ve değişimi ve hem de getirildikleri noktanın benzerlikleri şaşırtıcı bir biçimde aynılık arzeder. İlk insan topluluklarının inançları araştırıldığında tanrıdan çok tanrıçaya rastlanması, yine üretim ilişkilerinin araştırılmasında kadının daha etkin oluşunun görülmesi ilk topluluklarda kadının daha çok söz sahibi olduğu görülür. Kadının Kurtuluş ideolojisi; Kürt Halk Önderi Öcalan kadınların içinde bulunduğu ve aşılması neredeyse mümkün sayılmayan bu durumunu gördüğü ve anladığı günden sonra zamanının ve gücünün büyük bir kısmını kadının kurtuluşu ve gelişmesine harcar. Diğer klasik önderler gibi „...kadının kurtuluşu da devrimle olur.“ söylemini tekrar etmekle kalmaz, bunun pratikte de uygulanabilmesi için olanak sağlamaya çalışır. Kadınların özgün örgütlülüklerini kurmaları, kendilerini her alanda geliştirmeleri için hem destek verir hem de var olan ve süreçle ortaya çıkan „erkek egemenliği“ yaklaşımların bu gelişmenin önüne çıkmaması için tüm gücünü kullanır. Kadınlara yönelik geliştirdiği eleştiriler, çözümlemeler ve verdiği perspektifler Kürdistan’da kadının gelişimi için adeta şok etkisi yapmıştır. Kürdistan gibi geri bırakılmış, feodal, tamamen erkek egemenliğinin hakim olduğu bir coğrafyada, kısa sürede kadında, dolayısıyla toplumda yaşanan büyük gelişmelerin kaynağı Kürt Halk Önderi Öcalan’dır. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın yardım, destek ve korumasıyla gelişen Kürt kadını erkeğin gelişmesini de kamçılamıştır. Erkeğe kendini geliştirmekten başka yol bırakılmamıştır da denilebilir. Geliştirmeye çalıştığı Kürt kadınının gelmiş olduğu noktayı anlatabilmek için, YAJK ( Kürdistan Özgür Kadınlar Birliği) II. Ortadoğu Konferans Belgeleri’nde dile getirilen YAJK’ın bazı belirlemelerini almak, Kürt Halk Önderi Öcalan’ın kadınlarla ilgili düşüncesini anlamamızı pekiştirir düşüncesiyle, aşağıya alıyoruz: Tarihimiz daha biz doğmadan, biz yaşamı tanımadan elimizden alındı. Geriye kof bir yaşam ve kadın gerçekliğinden başka hiç birşey bırakılmadı. Elimizden tüm düşünce yetilerimiz alındı, sınırlandırıldı. İnsan olmanın haklarından uzaklaştırıldık, hatta koparıldık. Özellikle kadının güzelliklerinin çalındığı dönemlerden sonra tüm değerlerinden, yaratımlarından soyutlanan biz, zamanla düşünemez, yaratamaz olduk. Öncesinde bir yaşam felsefesine sahip olan biz, kendimizden yalıtıldık, kendimize yabancılaştırıldık, sadece cins olarak ele alındık. Düşünce dünyamız dağıldı, üretim temellerimiz sarsıldı. Siyasal mücadele ve yaşam sahnesinden geriye çakıldık. Köhnemiş, kof bir duygusallığa mahkum olduk. Gözyaşlarımıza hapsolduk. Belki kadının ilk gözyaşları çaresizlik gözyaşları değildi. Ama sonra bir yaşam felsefesi oldu. Çaresizliğin, zavallılığın felsefesiydi bu. Bazı farklılıklarımız egemenlerce hep önde tutuldu. Köleliğimiz, ikinci sınıf insan olmamız böylece meşrulaştırıldı''. DERLEME 1.BÖLÜM
|
YORUM GÖNDER