ÜNİFORMALI ŞİDDET AĞINI ÇÖKERTMEK!
Erkek egemenlikçi sistem cinsiyetçiliği, milliyetçiliği, dinciliği, bilimciliği varoluşunu güvencede tutmak için sürekli üretmiştir. Kadın-erkek cins ilişkileri başta olmak üzere, tüm insan-toplum-doğa ilişkileri bu ‘şiddet sarmalı’na göre dizayn edilmiştir. Ataerkil-iktidar güçleri şiddeti temel ‘yönetme aracı’ olarak kullanmıştır. Şiddet olgusu, dini söylemlerde adeta bir ‘tanrı uygulaması’ olarak da zihinlerde doğallaştırılmıştır. Tek tanrılı dinler tarihi incelendiğinde görülecektir ki, ilk şiddet, erkek olarak tarif edilen tanrı tarafından uygulanmıştır. Ne zaman toplumda rahip-avcı-yönetici erkek ittifakı, kadın ve toplum üzerinde iktidar inşasına ve yine toplum içinde kadın ve toplum değerlerinin talanı-gaspını hedefleyen kurnazlıklara, savaşlara başladıysa, mitolojik anlatımlarda tanrıların şiddeti de kadın ve toplum üzerinde başlar. Şiddet araçları çok çeşitlidir. Şiddetin en yoğun uygulanma biçimi cinsel şiddet, taciz, tecavüz olmaktadır. Bu şiddetin yaşandığı en vahşi süreçler, ataerkil sistemin savaş süreçleri olmaktadır. Erkek-devlet sisteminin üretimi olan şiddetin en dar alanı ev olurken, en geniş ve yoğun hali devletlerin ordu-asker-polis eliyle, yeni sömürü alanları ele geçirmek için yaptıkları ve kadınların-çocukların- toplumların kurban edildiği savaşlar olmaktadır. Bu savaşlarda erkek-devlet güçlerinin kazanmak için en çok kullandıkları şiddet aracı cinsel şiddet; taciz-tecavüzdür. Temel hedef kadın bedeni, kadın iradesi, ruhu, düşünceleridir. Onlara göre ele geçirilmesi gereken en temel nesne ‘kadın bedeni’dir. Toplumların kültür-inanç-düşünce-duygu, kısacası toplumsallaşmaya dair gereken tüm değerlerin taşıyıcısı olan kadın, şiddet-taciz-tecavüze maruz bırakılarak, topraklardan önce o toprağın sahiplerinin iradesi kırılır ve gasp edilirler. Kadın kırımı, sadece fiziki olarak toplumun soykırımı değil, kültürel-manevi dünyasının soykırımıdır. Sömürgeci güçlerin işgal-gasp-talan-cinsel şiddet aracı resmi ordusu ve üniformalı askeri-polisiyle gerçekleşirken, bu üniformalı orduya din adamı, öğretmen, vali, memur, işbirlikçi-ajanı da dahildir. Yazar Matei Vicniec “Kadın bedeni bir savaş cephesi gibidir” der. Kadın kimliği ile beraber, onun şahsında toplumsal kimlikler, varoluşlar, değerler yani toplumun tutunacağı tüm dallar parçalanır, kesilir.
Tarihte kadın bedeni ve iradesine yönelik üniformalı cinsel şiddet olaylarına çok çarpıcı örnekler verebiliriz. Sadece son yüz yılımıza bakmamız bile, sömürgeci devlet ve kapitalist sistem kurumlarının sayısız cinsel saldırısını görmemiz için yeterlidir. Örneğin Cezayir, 132 yıl boyunca Fransa’nın sömürge ülkesi olarak işgal altında tutulmuştur. 1963 yılına kadar süren fiili işgalde askerler binlerce kadına tecavüz etmişlerdir. Özellikle 1945-1963 yılları arasında yürütülen Cezayir bağımsızlık mücadelesinde Cezayirli kadınlar aktif olarak mücadelede yer almış, işkencelerde direnmişlerdir. Fransız ordusu, kadınlara yönelik tecavüz silahını direniş mücadelesini yenmek, direnen kadın ve erkeklerde irade kırılması yaratmak için kullanır. 2. Dünya Savaşı sürecinde Malezya, Timor, Macau, Filipinler, Endonezya, Tayvan, Çin ve Kore’den, kimi kaynaklara göre 400 bin kadın Japon askerleri tarafından cinsel köle olarak kullanılmış, işkence edilerek katledilmiştir. Aynı üniforma şiddeti Nazi Almanyası tarafından da uygulanmıştır. 50 bin kadın aynı amaçla cinsel köle olarak kamplara götürülüp askerlere sunulur. Nazi faşist ordusu tarafından Polonya’da binlerce Yahudi kadına önce tecavüz edilmiş, ardından katledilmişlerdir. Üniforma şiddeti ve kadın soykırımını müttefik güçler olan Amerika, İngiltere, Kanada, Fransa, Sovyet orduları da uygularlar. Almanya’ya giren bu güçler bu kez Alman kadınlarına tecavüz ederler. Tarihçi Miriam Gebhardt’ın ‘Askerler Geldiğinde’ adlı kitabında, Sovyet ordusunun yaklaşık 500 bin kadına, diğer müttefik ordu askerlerinin de yaklaşık 860 bin kadına tecavüz ettiklerini yazar. 1992-1995 yılları arasında Yugoslavya’da yaşanan savaş, insanlık tarihinin utançla hatırladığı bir soykırım savaşı oldu. Yakın tarihin bu vahşetinde kadınlar, çocuklar insan aklının alamayacağı zulümle karşılaştılar. Sırp askerleri, sistematik bir şekilde Bosnalı kadınlara cinsel şiddet uyguladılar. Savaşta 250 bin kişi öldü. 60 bine yakın kadın ve genç erkeğe tecavüz edildi. Aslında savaş kadın bedeni üzerinden yürütüldü ve bir ülkeyi önce kadınların bedenlerinde parçaladılar. Üniformalı şiddet denilince hafızalardan asla silinmeyecek olan bir diğer kadın soykırımı Ruanda’da yaşanmıştır. Belçika ve Fransa’nın sömürgesi olan Ruanda’da Hutu ve Tutsi halkları arasında Batılılarca geliştirilen savaşta bir milyona yakın Tutsi katledildi. 500 bin kadın tecavüze uğradı. Binlercesi köle olarak kaçırıldı, satıldı. Hayatta kalanlar ise adeta manevi olarak öldüler. Üniformalı erkek şiddetinin yaşandığı coğrafyalardan biri de Kürdistan’dır. Kürdistan’ın parçalanması, sömürgeleştirilmesi, ulusal, toplumsal, kültürel kimliğinin yok edilmesi; Türk-Arap-Fars ordularınca kadın bedeni üzerinden de yürütülmüştür. Türk devleti kültürel soykırım temelinde geliştirdiği Kürt varlığını yok etme politikasını kendi varoluşunun temeli yapmıştır. Ancak 20. yy’ın sonuna doğru gelindiğinde bunda başarılı olamadığı açığa çıkmıştır. Son 50 yıla damgasını vuran, Rêber Öcalan önderliğindeki Kürdistan özgürlük mücadelesi, sadece Kürt toplum kırımını durdurmamış, aynı zamanda bu topraklardaki kadın kırımını da durdurmuştur. Kadın zihniyetini, iradesini, duygularını ve bedenini işgal alanları olmaktan çıkarmıştır.
1990’lı yıllarda Kürt toplumunun ve kadınının ayağa kalkışı karşısında sömürgeci-faşist Türk devletinin devreye koyduğu en temel özel savaş aracı üniformalı erkek şiddeti olmuştur. Köyler ve evler basıldığında, kadınlara taciz ve tecavüz dayatılmıştır. Zindanlarda her türlü cinsel şiddet ve işkence devreye konulmuştur. Dağlarda savaşan ve şehit düşen kadın gerillaların bedenlerine en vahşi şiddet uygulanmıştır. Kadın bedeni, adeta bir savaş alanı olarak ele alınmıştır. İşgalci düşman güçleri, kadın şahsında, Kürt toplumuna teslimiyeti dayatmak istemiştir. Ancak tüm bu vahşete rağmen Kürt kadınları ve Kürt toplumu mücadelesini yükseltmiştir. Türk devletinin tüm hesaplarını yerle bir etmiştir. Kürt kadınları, Rêber Öcalan’ın yeni paradigması temelinde dünya kadınlarınca örnek alınan bir güç kaynağı haline gelmiştir. Böylece 15 Şubat 1925’te başlatılan ve 20. yy’a yayılan Kürt soykırımı, 15 Şubat 1999 komplosuna verilen büyük direniş cevabıyla boşa çıkarılmıştır. Günümüzde, AKP-MHP-Ergenekon faşist rejimi Kürt soykırımını, tüm boyutlarıyla yeniden güncellemek istemektedir. Bunu sadece Kuzey Kürdistan’da değil, 4 parça Kürdistan’da devreye koymak istemektedir. Tüm uygulamalarıyla Kürdistan’ı yeniden işgal etmek, yeniden talan ederek; önceki dönemde başarılı olamadığı Kürt soykırımını tamamlamak istemektedir. Öyle ki, her şeyini, tüm geleceğini bu hedef için ortaya koymuş, bir varlık-yokluk savaşı verdiğini iddia etmektedir. Bu dönemin, diğer dönemlerde uygulanan askeri-siyasi işgal-talan-katliam politikalarından farkı şudur: Fiziki soykırımın yanında kültürel, sosyal ve ahlaki olarak da şiddetli bir soykırım ve asimilasyon politikası devrededir. Bu soykırımın merkezinde de kadınlar yer almaktadır. Rejim, kadını, gençleri, çocukları düşürerek, Kürt toplumunu düşürmeyi, mecalsiz-reflekssiz bırakmayı, mücadele edemez ve düşünemez hale getirmeyi hedeflemektedir. Türk sömürgeciliğinin askeri-polisi-korucusu-gardiyanı-bekçisi-bürokratı-imamı-ajanı kadınlara dönük topyekün savaşın kuduzlaştırılmış elemanları olarak ortalığa salınmıştır. Bu şiddette resmi üniformalı Türk özel savaş ordusu üyelerinin yanında, AKP-MHP faşizminin diğer sivil üniformalı ordu mensupları da rol üstlenmektedirler. Okullar, camiler, kışlalar bunun içindir. Fuhuş, uyuşturucu, çeteleşme, ajanlaştırma ağları bunlarca örülmektedir. Kürdistan’a gönderilen bu unsurlar, sadece askeri boyutta bir savaşta görevlendirilmemişlerdir. Geçmişteki JİTEM’i aşan bir örgütlenmeyle, Psikolojik Harp Dairesi’nce kadınlara ve gençlere dönük özel bir savaş temelinde görevlendirilmişlerdir. Öncekilerden daha derin bir savaştır bu.
Devlet için yapılanlar ‘suç’ değil, ‘görev’dir.
2016’da devreye konulan ‘çökertme projesinin’ en temel karar maddelerinden biri budur. Uzman çavuş denilen bir rütbe yaratılmıştır. Bunun misyonu kadınlara her türlü şiddetle yönelmek, soykırımı toplumun hücrelerine kadar yedirmektir. Aşk-evlilik vaadi ve yalanlarıyla, sosyal medya üzerinden yaptıkları şantajlarla, dini söylemlerle genç kadınlar düşürülmekte, düşürülenler üzerinde üniformalı şiddet uygulanmaktadır. TJA’nın 2021’de hazırladığı bir rapora göre yıl içinde 75 kadın üniformalıların cinsel saldırısı ve şiddetine maruz kaldı. Rosa Kadın Derneği kendilerine bu konuda, Ekim 2020-Kasım 2021 tarihleri arasında 100 başvurunun yapıldığını açıkladı. İpek Er, Emine Karakaş, Zeynep Sevim, Sakine Kültür ve Remziye Apaydın katledilen veya bu şiddete maruz kalan kadınlardan sadece bazıları… Tüm bu yaşanan olayları sıralamaktan ziyade, bu kültürel-sosyal-ahlaki soykırıma neden olan zeminleri, zihniyetleri, buna göz yuman, ses çıkarmayan, bu rejimle uzlaşan duruşları sorgulamak ve tavır belirlemek daha doğrudur. Bu, acil bir görev olmaktadır. Hiçbir dönemle kıyaslanmayacak kadar öz savunmaya ihtiyaç duyulan bir süreci yaşamaktayız. Öz savunma sadece askeri boyutlarıyla ele alınamaz. Çünkü karşımızdaki rejim, sadece fiziki soykırımı dayatmıyor. Kültürel-toplumsal-ahlaki olarak Kürt halkını çökertmeye çalışıyor. Toplumu çökertilmiş, toplumunu yitirmiş bir özgürlük mücadelesi, nasıl hareket edebilir? Rêber Öcalan ‘boş havuzda yüzülmez’ dedi. AKP-MHP faşizmi kadına soykırım yaparak, denizi, toplumu kurutma, yani halkı kırıma tabi tutma politikasını devreye koymuştur. Kadına yönelik şiddet ve kırımın tek amacı da budur. AKP, bir soykırım makinası olarak geliştirildi. Bu proje, adım adım Kürt toplumunun hücrelerine sızdı. Dini söylem ve halkın inanç alanını sömürme en başta gelen özel savaş yöntemi oldu. Kürt erkek gerçekliğinin kendini sorgulamaya ihtiyacı vardır. Bu rejimle iç içe geçmiş olan kişilikler bu açıdan önemle açığa çıkarılmalı ve reddedilmelidir. Mevcut devlet ve onun elemanlarının kurum ve mekanlarından uzak tutmak, kendini psikolojik harp merkezinin saldırılarından, onun dili olan medyasından, sivil ajanlarından korumak için en başta yapılması gereken şey örgütlü toplum olmak ve bunlarla araya mesafe koymaktır. AKP-MHP-Ergenekon faşizmi çok fazla toplumumuzun içine girmiştir. Geçmişte JİTEM elemanları kendilerini toplumdan gizlerlerken, şimdikiler çok rahat ve kimliğini gizlemeden ortamlarımızda dolaşmakta, ev kiralamakta, yaşamaktadırlar. Kürt aileleri bu noktada örgütlü bir toplum olma sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Genç kadın ve erkeklerin özgürlük mücadelesiyle bağlarını güçlendirmelerine engel olmamalıdırlar. Özgürlük mücadelesine katılım sağlayan gençlerin, Kürt toplumunun geleceğini, onurlu bir yaşamı kurtaracağını bilmelidirler. Devletin insafına bırakılan gençlerimiz fuhuş, uyuşturucu, ajanlık bataklığına itiliyorlar. Bu tip olayları asla münferit olarak görmemeliyiz. Bu olaylar sistematik, bilinçli ve belli bir program çerçevesinde devletin üniformalı çetelerince yürütülmektedir. Deşifre olan, basına, mahkemeye vb. yansıyan olaylarda da devlet, kendi askerini-polisini-uzman çavuşunu yargılatmamakta, serbest bıraktırmaktadır. Çünkü devletin çöktürme projesi temelinde, bu çetelere ‘kadınlara tecavüz etme, fuhuşa vb. sürükleme’ görevi verilmiştir. Devlet için bu yapılanlar ‘suç’ değil, ‘görev’dir. Bu açıdan, devletten çözüm beklemek, celladından ‘aman’ dilemektir. Bu da teslimiyettir. Bu kesinlikle reddedilmelidir. Genç kadınların, gençlerin yaşam alanı örgütlü mücadele alanları ve özgürlük dağlarıdır. Kürt gençleri ve kadınları yüzünü işgalciye değil, özgürlüğe dönmelidir. Faşizmden, tecavüzcüden, işbirlikçiden binlerce yılın hesabını soracak olanlar kadınlardır, gençlerdir, halklardır. Erkek-devlet karşısında ulusal-toplumsal bilinçlenme şarttır. Kürtlük bilinci kadar, özgürlük ahlakı ve ideolojisi temelinde sömürgecilerin, işgalcilerin yalanlarına karşı, varlığını ve özgürlüğünü savunmak, ulus bilincine, cins bilincine ulaşmak tarihi ve ahlaki bir görev olmaktadır.
Analar kızlarını, kızlar analarını, aileler evlatlarını, hepsi de toplumlarını, topraklarını korumalı ve faşizmden hesap sormalıdır.
GÖNÜL KAYA
KAYNAK: Newaya Jin
YORUM GÖNDER