SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (33.BÖLÜM)
6- Uygarlık üzerinde Grek katkısının sanat ve moral yapısı üzerindeki etkisi de büyük ve kalıcı olmuştur. Müzik alanında Sümer etkisi olmakla birlikte, bir özgünleşmeyi de yaşayabilmiştir. Duyguların eğitiminde ilerleme sağlanmıştır. Hem tapınak hem bireysel şarkı türünde gelişme görülmektedir. Müzik, Phytagoras’da bir nevi evrenin dili olarak yorumlanmaktadır ki, Sümerlerde de aynı yaklaşım geçerlidir. Yaşamın sadece mitolojik, edebi ve filozof diliyle, izahıyla yetinilmiyor, müzik diliyle izahın vazgeçilmezliği iyice oturuyor. Mimarlıkta Mısır etkisi belirgindir. Belki de Mısır’dan sonra mimarlıkta ikinci önemli adım atmayı başarabilmişlerdir. Helen kültürünün, yayıldığı her alanda mimari izler bıraktığı görülmektedir. Heykeldeki katkısı çok daha belirgin ve ekol niteliğindedir. Adeta doğadaki güzellikle bir yarış halinde canlı tasvire gidilebilmektedir. Bir bütün olarak Grek sanatındaki yerelleşmenin hızla evrenselleşme yeteneği kendini göstermektedir. Katkı üstün nitelikte bir sentezin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı tür gelişme, moral (ahlak) alanında da gözlenmektedir. Özellikle Sokrates’le birlikte gelişen “erdem” anlayışı, “bireyin toplumsal sorumluluğuna açıklık getirmektedir. Tüm bireyler için genel bir entelektüel (bilgi düzeyi) gelişmenin sağlanması öngörülmektedir. Bunun parolası “kendini bil” dir. Erdemi, uğraşılan her alana ilişkin olarak mükemmeliyete ulaşma olarak değerlendirirsek, bireyin payına düşen, yaptığı iş konusunda gerekli bilgiye mutlaka ulaşmak ve böylelikle erdemli yaşamayı gerçekleştirmektir.
Birey için sorumlu davranış böylece iyi ahlakın ölçüsü olmaktadır. Temelleri kısmen Zerdüştlükte de atılan böylesine bir ahlaki davranış anlayışı önemlidir. Sınırlı da olsa bir özgürleşmeyi öngörmektedir. Bireyin kendi kaderini belirleyebileceği, böylesi bir ahlak anlayışında geçerli olabilmektedir. Halbuki daha önceki töre anlayışlarında, çok önceleri kutsal değerlerce tayin edilen kurallar neyse öyle hareket edilecektir. Başka tür bir gelişme akla bile getirilemez. Zaten inanç sisteminde her şeyi mutlak düzeyde belirleyen tanrılardır. Birey gölge düzeyinde bir varlığa bile sahip olamaz. Kul, köle felsefesinin özü de burada yatmaktadır. Bunun bireyi ve şahsında toplumu nasıl tutsak ettiği çarpıcıdır. Mitolojik ve dinsel inançtan beslenen ahlaki davranış, çok eskiden kalma töresel özelliklerle bireyin davranışlarına mutlak hakimiyete dönüşmüş bulunmaktadır. Neolitik çağların bireyinde, kolektif de olsa yaşanan özgür davranış düzeyinin çok gerisinde ve tersine, tüm zihin ve ruhsal bağlantılarında adına “kader” denilen bir bağla zincirlenme ve bunun sonsuza kadar böyle süreceğine dair bir ideolojiyle bağlanma söz konusudur. Köleci uygarlığın rahip eliyle topluma içerdiği bu ahlak anlayışı, sistemin sürmesinde temel bir rol oynar.
Zerdüşt, Budha ve Sokrates öğretilerinde esas olarak kısmen saldırılan ve parçalanan, bu ahlak anlayışıdır. Bunların büyük irade reformcuları olarak adlandırılmalarının nedeni de burada yatmaktadır. Belki açıktan tanrıya, yani simgeleşen köleci uygarlığa karşı çıkılmıyor, ama özünde denedikleri yol bu düzenin özgürlük lehine parçalanması, gedik vermesidir. Bunu hangi ideolojik ve pragmatik usullerle yürüttükleri ikinci planda kalan bir husustur. M.Ö 5. yüzyıla doğru gerçekleşen bu özgürlüğe yönelik adımlar giderek güçlenerek, günümüzün en güçlü davranış ve ahlak anlayışına yol açacaktır. Yeri geldiğinde önümüzdeki bölümlerde, özellikle çağımızın eleştirisinde en temel bir konu olarak görülmesi gereken bu sorun büyük önem arz etmektedir. Bir dönem oldukça uzun süren ve etkileri günümüze kadar yaşayan “kul, köle” sistemindeki ahlak anlayışına karşıtlık temelinde gelişen “ bireyci, özgür ahlak” anlayışı da, tersinden bireyi kendi esareti altına alma tehlikesini somut olarak ifade etmektedir. Özellikle Avrupa uygarlığında zirveye çıkan bu ahlak anlayışı, çok yönlü değerlendirmeyi ve alternatif geliştirmeyi hayati kılmaktadır. Bilim ve teknik tarafından da sınırsız bir biçimde beslenen bu “ bireyci ahlak ” anlayışı çözümlenemezse, en büyük felaketlere, özellikle 20. yüzyıldaki çılgın savaş türlerine yol açmakla, çevreyi yaşanamaz duruma getirmekle yetinmeyecek; insanlığa karşı ilkel vahşet düzeninin çok masum kaldığı bir vahşet düzenini veya kaosunu yaşatabilecek tehlikeleri bağrında taşımakta ve sürdürmekte gözü kara davranacaktır. Grek uygarlığının bu moral çatlayıştaki rolü, şüphesiz bireysel ahlakın geliştirilmesi yönündedir. Roma’yla bu daha da gelişecek ve Avrupa uygarlığında zirveye ulaşacaktır. Çatlağın diğer yönünü ise “Doğu davranış kültürü” veya ahlakı belirleyecektir.
Greklerde tanrı giderek insanlaşıp birey gücüne dönüşüm sürecine girerken, Doğu düşünce ve ahlak yapısında bireyin kendisini tanrılaştırması ve kurduğu düzeni de tanrı düzeniyle kutsallaştırması biçiminde bir gelişim sürecini yaşaması söz konusu olacaktır. Sümerlerde ortak bir kökene sahip bu iki anlayış ve irade eğilimi Zerdüşt’le çatlattırılırken, tarihi Doğu-Batı ayrımıda, kalın birer uygarlık çizgisi olarak günümüze kadar önemini yitirmeksizin çelişkili, çatışmalı ve üst sentezlere vararak sürdürülecektir. Uygarlığın bu çelişkili yapısı önümüzdeki dönemin açımlanabilmesi için kapsamlı değerlendirmeleri öngörmektedir. Şimdiye kadar geliştirilen kapitalizmin liberal söylemi ile, sosyalizmin marksizm söyleminin sınırlı bir çözümleyiciliğe olanak verdiği, yüzeysel kaldıkları genelde kabul gören bir değerlendirmedir. Ne liberalizmin ne reel sosyalizmin vaat ettikleri cennet gerçekleştirilememektedir. Belki de yanlışlık cennet anlayışının kendisindedir. Buna ilişkin değerlendirmeyi sona bırakırken, aslında tarihsel yaklaşımımızın temelinde bu soruna bir çözüm gücü olmasa da, en azından bir aydınlık getirmeyi amaçladığımız açıktır ve önemlidir. Grek uygarlığı temelinde derinleştirilen çatlakta beliren Batı yolu, şüphesiz insanı esas alması, onun yeteneklerini kullanarak doğayı ve toplumu çözümlemeye çalışması, birey yararını ön plana alarak yeni ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi düzeyi geliştirmesi öne geçmesinin temelini atmıştır. Aristo ile ideolojik doruğa ulaşırken, Büyük İskender’le Doğu’ya yapılan büyük yayılma hamlesi, bu üstünlüğünü hem de çok kısa bir sürede Hindistan’a kadar tüm uygarlık alanları üzerinde kanıtlamıştır. Yeni düşüncenin iyi eğitilmiş öğrencisi, görevinde görkemli bir başarıyı yakalamıştır. Doğu düşünce tarzı ise, özellikle Babil’de içine gömüldüğü rahip tartışmalarıyla eski yaratıcı gücünü bile yitirmiş, ancak eski metinlerin kopyaları ile ilgilenen sığ bir düzeyin içinde boğulmuş gibidir. Mısır’da durum daha da geridir.
Hint Brahmanizmi, eski Mısır ve Sümer rahip ve krallar düzenini tekrarlamakla uğraşmaktadır. Zerdüşt’ün irade kükreyişi bu alçalmayı durdurmaya yetmemektedir. Bir yandan tek tanrılı dinlerin gelişmesi sınırlı bir ilerlemeye yol açarken, temeli çok güçlü döşenmiş bulunan rahip devlet anlayışı aşılamamaktadır. Tapınak etrafında örülen toplumun yeni kimlik düzeni, devletleşmeyi evrendeki değişmez düzenin yeryzündeki ifadesi olarak esas almaktadır. Tüm ideoloji ve ahlak bu esasa göre yenilenmekte, döşenmekte ve ebedileştirilmektedir. Birey esamesi okunmamak üzere yitirilmektedir. Gölgesine bile olanak tanımayan bir kast, tanrısal düzen egemen kılınmaktadır. Sadece söyleneni yapan bir anlayış ve ahlakın egemenliğidir. Artık kralı, efendisi, hocası için ölmeyi en yüce erdem belleyen kökleşmiş “Doğu yolu” yla karşı karşıya bulunuyoruz. Zerdüşt’ün özgür irade hamlesine dayanan ters çıkışı her ne kadar Atina kapılarına kadar dayandıysada, aynı Doğu anlayışının içine gömülmesi nedeniyle 25 yaşındaki bir öğrenci olan İskender’e yenilmekten kurtulamayarak üstünlüğü Batı’ya kaptıracaktır. Halbuki Doğu’nun maddi gücü çok büyük, askeri o denli fazladır. Ama her şeyi tanrıya havale eden, krallarını da tanrı yerine koyan bu anlayış, Aristo’nun doruğa çıkardığı rasyonalizme, akıl çağına karşı hiçbir üretici değere sahip değildir ve yenilmekten kurtulamayacaktır. Savaşın kaybından “Doğu yolu” sorumludur. Aynı yolu izleyen Çin’de ve Hint’te de sonuç aynıdır.
Orta çağın başlangıcında İslami doğuşla canlandırılan reform denemesi, tüm görkemliliğine ve uzun süreliliğine rağmen, aynı “Doğu yoluna çakılıp kalacak ve “Batı’nın yolu” karşısında yenilmekten kurtulamayacaktır. Dikkat edilirse ve ilerideki bölümlerde daha kapsamlı konulduğunda görülecektir ki, yükseliş ve çöküşleri belirleyen, sistemlerin temelindeki mantık yapısı ve ahlaki davranış kalıplardır; bunlara yön veren düşünce tarzı ve irade gücüdür. Uygarlıkların doğuş, yükseliş, değişim ve çöküşlerinde rol oynayan belirleyici etkenin, dayandığı zihniyet ve moral değerler olduğu, maddi değerlerin ancak buna bağımlı olarak önem kazandığı, geliştiği ve kaybettiği, Grek örneğiyle çarpici olarak kanıtlanmaktadir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER