SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (34.BÖLÜM)
2- Köleci Uygarlığın Roma Dönemi
Roma’nın yükselişini hazırlayan koşullarda, kuzeyde 12 bölgeye dayalı Etrüsk Konfederasyonu gelişmesini sürdürmektedir. Daha derinlerde neolitik kültürün sızması ve Latin kökenli halkın M.Ö 1000’lerden başlayarak demir işleme tekniğine dayalı olarak daha fazla güçlenip yayılması ve yarımadanın etnik yapısına damgasını vurması söz konusudur. Etrüskler Anadolu üzerinden Mezopotamya uygarlık değerlerini getirdiler ve Roma’nın yükselişine kadar öncülük rolü oynadılar. Roma’yı besleyen en önemli kaynak Etrüsklerdir. Güneyde Helen kolonileşmesi neredeyse ikinci bir Batı Anadolu durumunu yaratmakta, birçok küçük kent devletçikleri oluşturmaktadır. Ticari, kültürel ve ideolojik hakimiyeti sürekli gelişme halindedir. Daha güneyde Sirakuza Krallığı ve Kuzey Afrika’da Fenike kökenli Kartaca uygarlığı parlak bir dönemi yaşamaktadır. Ortadoğu uygarlık etkileri, tüm bu kanallar üzerinden Roma’nın temeline döşenmektedir. M.Ö 750 yıllarında Roma’nın bir kent krallık devleti olarak varlık kazandığı görülmektedir. Etrüsklerin derin etkisi olmakla birlikte, Latin kökenli etnik gruplar sürece giderek damgasını vuracaklardır. M.Ö 500’lere doğru Roma, Latin kökenli bir cumhuriyet olarak yükselişe geçmektedir.
Özellikle etnik yapının ayrışmasına dayanan soylularla (patrici) alt kesimi teşkil eden yoksullar (plebler) arasındaki sert sınıf mücadelesi, uzlaşmaya dayalı cumhuriyet kurumlaşmalarına yol açarak düzenlenmeye çalışılmatadır. Senato ve halk meclisleri Atina’daki örneklerinden daha güçlü oluşmuş bulunmaktadır. Yürütme (magistra) ve yargılama (preator) kurumlara ayrışmaktadır. İhtiyaçlar dayattıkça benzer kurumlaşmalar ortaya çıkacaklardır. Roma vatandaşlığı ayrı bir önem kazanmaktadır. Önce Roma kent halkına tanınan vatandaşlık hakkı tüm yarımadayı kapsadığında, cumhuriyetin sorunları artış göstermektedir. Kartaca tehlikesi (M.Ö 264-146) atlatıldıktan sonra, Helen dünyası üzerine yavaş yavaş hakimiyet süreci tesis edilecektir. M.Ö son yüzyıla girildiğinde, özellikle Sezar’ın seferleriyle; Galya (Fransa), Güney Almanya, Britanya adasının güneyi, İspanya ve doğu Akdeniz’le Anadolu’nun fethi tamamlanmak üzeredir. Mısır düşmekte ve bağımlı bir eyalet olmaktadır. Uygarlığın temel kaleleri kadar, birçok bakir toprak parçası da artık Roma’nın hükümranlığı altındadır. Şair Vergilius’un altın çağı gelmiş bulunmaktadır. Cumhuriyet rejimi yerine imparatorluk günleri (principa), imparatorların, kudretlilerin, birinci dereceden yurttaların dönemi gelip çatmıştır. Roma köleci uyarlığının bu yükselişi ve yayılışının o döneme kadar oluşturulan en büyük gücü temsil ettiğine dair tarihin hükmü kesindir. Fakat bunun temelinde yatan etkenler, objektif kriterler esas alınarak izah edilmekten uzaktır. Tıpkı Grek doğuşundaki mitolojik, abartılı ve fanatik yaklaşım Roma örneği için de geçerlidir. Uygarlıkların günümüze kadar “benmerkezli ” ele alınış biçimi, burada da iddiasını sonuna kadar sürdürmek durumundadır. Bilimsel tarihe düşen ise, ölçüleri yerli yerine koyarak izahatı doğru kılmaktır. Büyük şair Vergilius ’ un , Aieneas Destanı’nda Roma’nın kuruluşunu, Troya direnişinde bulunup daha sonra İtalya’ya gelen Aieneas’a dayandırması tesadüf değildir. Böylece o, Roma’yı doğuran kültürel kökene gönderme yapmaktadır.
Roma’nın Grek kültüründen en yakından ve şiddetle etkilendiği, hatta onun devamını teşkil ettiği inkar edilemez bir hakikattir. Bu durumda doğrudan Anadolu, Fenike ve Mısır’dan etkilenmesi ikinci plandadır. Bu kanaldan beslenen Grek uygarlığı vasıtasıyla, dolaylı beslenmesi söz konusudur. Böyle de olsa, Etrüsklerdeki Sümer etkisine baktığımızda, Batı’daki uygarlığın Ortadoğu kaynağından yayılan son büyük halkasını oluşturduğu da bir o kadar doğrudur. Nasıl ki Doğu’daki en büyük halka Büyük Okyanus’a dayanan Çin İmparatorluğu ise, Batı’da da Atlas Okyanusu’na dayanan en son halka Roma İmparatorluğu ’ dur. Böylece bir anlamda Roma, uygarlık doğuran Altın Hilal’den yayılmanın üçüncü ve son büyük halkasını teşkil etmektedir. Uygarlıkların gelişme ve yayılma dili biraz da böyledir. Roma uygarlığını çözümlemeye çalışırken, onu Sümerlerle kıyaslamak hayli öğretici olacaktır. Sümerler köleci toplumsal yapının orijinali iken, Roma onun en yetkin tamamlayıcı gücü konumundadır. Sümerler, sistemlerinin tüm alt ve üstyapısını, gökyüzü düzeninin yeryüzünde temsili temelinde mitolojik bir düşünceyle ve rahilerin kutsal tapınak kültürüyle donatırken; Roma, arkasına Grek kültürünü de alarak, daha rasyonel ve laik bir cumhuriyet yapılanması biçiminde somutlaştırmaktadır. Tanrı-krallar yerini imparator-tanrılara bırakmıştır. İmparator Sargon tüm imparatorların ilk modeli olduğu gibi, Roma imparatorlarının da esin kaynağı ve temel karakteridir. Sümer mitolojisi orijinal iken, Roma’nınki onun üçüncü elden bir kopyası durumundadır.
Gılgameş Destanı Aieneas Destanı’na dönüşmüştür. Kıyaslamayı daha birçok benzer konuda geliştirmek mümkündür. Aralarındaki bağlar kesin ve benzerdir. Farklılıklar özde değil, zaman ve mekanın doğal olarak yol açtığı biçime özgüdür. Kaba bir benzetmede bulunursak; Zagros-Toros eteklerinden yuvalanan ve tanrıça İştar’ın (İnanna) “benim me’lerim, yasalarım” dediği uygarlık değerlerinin küçük kartopunun, Mezopotamya düzlüklerinden Nil vadisine, oradan daha da büyüyerek Anadolu’ya ve tüm Ortadoğu’ya, giderek Grek yarımadasına ve hayli yüklenip İtalya yarımadasına, Kuzey Alpler üzerinden, tanıdık ve kendi öncellerine ait olan izler üzerinden Roma tepelerine kadar ulaştığında dev bir kartopuna dönüşmesini andırır. Bu anlamda uygarlık bir kartopuna, düştüğü her yerden yeni değerler alıp büyüyen ve önünde durulamayan bir çığa benzer. Bu tür bir değerlendirmeyle, Roma’nın büyüklüğünü ve özgün yönlerini küçümseme durumuna düştüğümüzü düşünmüyoruz. Tersine, onu besleyen kaynakları doğru ve ölçülü olarak tesbit ederek, gerçek değerini tanımlamak istiyoruz. Bir şeyi doğru tanımlamadan, hakkında doğru karar vermek ve değerlendirmede bulunmak mümkün değildir. Şüphesiz Roma’nın, özgünleştirip karakterize ettiği temel öneme haiz uygarlık değerleri vardır. Ana hatlarıyla izlemeye çalışırsak;
a- Mitolojik yapıda fazla özgünlük yoktur. Babil tanrısı Marduk ve Grek baştanrısı Zeus’un yerini Jüpiter almıştır. Dionysos’un yerini Liberte alırken, Afrodit Venüs’e dönüşmüştür. Anadolu tanrıçası Kibele, tapınağıyla birlikte olduğu gibi Roma’ya taşınmıştır. Sıralama böyle önemini yitirerek devam eder. Burada söylenmesi gereken en temel husus; Sümerlerin ana yaratılış mitolojisinin asalet ve orijinalitesi, zaman ve mekanda sürekli yaşanan özgünleştirme ve asimilasyondan sonra Roma’ya vardığında, hayli sönükleşmiş ve inandırıcılıktan oldukça uzaklaşmıştır. Aldığı yeni biçimler artık birer sembol değerinde olup, sadece saygı gösterilmektedir. Bir anlamda Roma dini eklektik olup, sunidir; günümüz ABD’si gibidir. Esas din siyasette yoğunlaşmıştır. Siyasetin kendisi din kadar kutsallık kazanmıştır. Yüceltilen kurum klasik anlamda din değil, siyasettir. Roma’nın ideolojisi dini örtüye fazla ihtiyaç duymamakta, açık siyasal değerleriyle kendisini ortaya koymaktan daha çok hoşlanmaktadır. Hieratik (kutsal) devletten laik (dindışı) devlete doğru temel bir adım atılmakta, zemin kazılmaktadır.
b- Daha anlamlı olan, Roma’da siyaset kurumunun gelişmesinin uygarlığa katkısıdır. Sınıf demokrasisinde Atina ne kadar özgün bir konuma sahipse, onun daha konumlanmış, daha etkin yasa değeri kazanmış biçimi olarak cumhuriyetin bir yönetim biçimi olarak başköşeye oturmasında Roma’nın payı o kadar belirgindir. Kaldı ki her demokrasi cumhuriyetçi, her cumhuriyet de demokratik olmak durumunda değildir. İkisi arasında eşitlik de kurulamaz. Kaldı ki, ilk meclis örneklerine, bir anlamda sınıf demokrasilerinin en önemli kurumuna Sümerlerde rastlandığı kanıtlanmıştır. Ama sınırlı bir sınıfsal içeriğe dayalı ve seçimi tanıyan bir yönetim biçimi olan, en uzun süreli, gelişmiş kurum ve yasalara sahip bir rejim olarak Roma düzeni bir uygarlık katkısıdır. Sınıf egemenliğinin en gelişmiş biçimidir. Atina demokrasisi töresel demokrasinin biraz daha gelişmiş ve kısa sürmüş bir biçimi olarak da değerlendirilebilir. Roma Cumhuriyeti’nin laik karakteri de önemli bir özgünlüktür. Yönetenler dinsel örtüye sığınma gereğini fazla duymadıkları gibi, her dine mesafelidirler ve çıkarlarını tehdit etmedikçe, uzlaşarak ve hatta benimseyerek çok dinli bir rejim olmayı da başarmışlardır. Bir Sümer, Mısır veya Atina dininden bahsetmek mümkündür. Ama Roma dininden bahsetmek kolay değildir. Bu konuda da Roma, günümüzdeki ABD ve AB gibi gelişmiş uygarlık bölgelerindeki çoğulculuğa ulaşmış gibi görünmektedir. Ama iki örnek Roma siyasi dönemi ve din anlayışı bakımından çarpıcıdır. Askeri sınıfın gelişmesinde katkısı görülen ve kökeni Hint-Aryenlere dayanan Mitra dini, Hristiyanlık’tan önce neredeyse resmi din haline gelecekti. O nedenle ta Avrupa içlerine kadar Mitra mabetlerine izin verilmiş ve kalıntıları günümüze kadar gelebilmiştir. Hıristiyanlık ise, özellikle askeri yapıyı zayıflattığı için hedef alınmış, en vahşi işkencelere uğratılmaktan geri kalınmamıştır. Çözülüş sürecinde ise, birleştirici bir çimento rolü oynayabileceği görüldüğünde, resmi din olarak ilan etmekten geri kalınmamıştır. Kaldı ki, din ve devlet ilişkilerinde yararcılık, her zaman ilkesel öz bir yana bırakılarak esas alınmıştır.
c- Roma’nın uygarlıksal gelişmede en önemli kurumsal katkısı hukuk alanındadır. O döneme kadar daha çok geçerli olan töre hukukunun yanı sıra, kendilerini tanrı iradesinin ya kendisi veya temsilcisi olarak kabul eden yönetici kişi ve kurumların söylemleri hukuk alanında etkilidir. Ne bir hukuk bilimi ne de bir yasal kurumun hukuk üretmesi fazla söz konusu değildir. Sınıf iradesinin çarpıcı, yazılı ve resmi bir kural düzeni olarak ilanı ve uygulanması, Roma Cumhuriyeti’nde temel bir işlevdir. Bunun için patrici ve pleb kesimlerin yüzyılları bulan bir mücadelesi gerekmiştir. Bir anlamda gelişen ve karmaşık bir hal alan toplumsal kargaşa, hukuk düzenini zorunlu kılmıştır. Bu biraz da Roma’nın kaderidir. Önce Roma şehri bu düzenlemeyi zorunlu kılarken, daha sonraları tüm imparatorluk için bir düzenlemeye gidilmesi, yani hukuk kurallarının resmen geçerli olduğu bir aşamaya geçilmesi kaçınılmaz olmuştur. Tarihte meşhur “Pax-Ro - mana” Roma barışı, dar anlamda Roma hukukuna dayalı resmi düzenin egemenliği demektir. Modern hukukun da en temel kaynaklarından biri Roma hukuku[1]dur. İlkeleri günümüzde de önemli ölçüde geçerliliğini korumaktadır. Bu, onun çok önemli bir toplumsal işlevi yerine getirmesinden ötürüdür. Hukuku geliştiren toplumların uygarlık değeri hep yüksek ve kalıcı olmuştur. Toplum geliştikçe, salt din ve töre kurallarıyla yönetilemez hale gelir. Siyasal yönetimin emir düzenide, özü gereği, düzeni kurmaya ve korumaya yetmez. Siyaset günlük kural ve denetim gerektiren bir iş iken, hukuk soğuk, uzun erimli ve herkesi (tüm vatandaşları ve kurumları) kapsamına almak durumunda olan bir kurumdur. Kalıcılaşmış, üzerinde temel uzlaşma sağlanmış, herkes için gerekli müeyyidesi (uygulama gücü) olan, yoğunlaşmış temel bir siyaset olarak da ifade edilebilir. Bu anlamda Roma Cumhuriyeti’nin hukuksal değeri yüksek ve uygarlıksaldır.
d- Roma’nın askeri alanda dönemin en büyük gücü olduğu kuşkusuzdur. Fakat Babil, Asur, Pers ve Mısır’ın askeri alanda gerçekleştirdikleri ilerlemeyi özde aşmaktan ziyade, belli bir özerkliğe ulaşmış bir güç olarak özgünlüğünü ifade etmek daha gerçekçi olacaktır. Siyasetçiler sınıfı karşısında, özellikle Sezar’la başlayan özerk bir askeri kanadın siyaset üzerine ağırlık kurmaya çalıştığı görülmektedir. Şüphesiz daha konfederasyonlar aşamasında askeri gücü ve maddi otoritesi önde olanlar; genelde şef, başkan, kral veya imparator olarak, kendi şahıslarında siyasi, askeri, hukuki, hatta dini sıfatları birleştirmişlerdir. Uygarlık tarihi, bir anlamda bu kurumların gelişme, ayrışma ve özerkliğe kavuşmasının da tarihidir. Roma Cumhuriyeti’nde (daha sonra İmparatorluğu’nda) gerçekleşen en temel ayrışma, askeri ve siyasi ağırlık merkezlerinin ayrışmasıdır. Sümer ve Mısır’da ise, temel ayrışma rahiplik ve krallık kurumu arasındadır. Her iki ayrışma da çok uzun bir süre içinde ve sert geçen mücadeleler boyunca gerçekleşip, önem ve güçlerine göre kurumlaşmışlardır. Kurulan her devlet, bu tür bir ayrışmayı veya birleşmeyi esas almıştır. Aslında, gerçekleşeni pratik sisteme kavuşturmuştur. Yani yaratmamıştır. Yaratma, bir anlamda özgün olanı, tarihi dönemi ve toplumsal ihtiyacı karşılamada temel olanı gerçekleştirme eylemidir. Onun ardında çok yönlü bir zihniyet, ruhsal, sınıfsal mücadele yatmaktadır. Roma’nın askeri teknik ve taktikten ziyade, ordu örgütlenmesinde merkezi ve bölgesel lejyonları esas alması önem taşımaktadır. Askerlik kalıcı ve asil bir meslektir. Bu özelliğiyle günümüze kadar etkisini sürdürmüştür. Tüm toplumsal ve siyasal güçler karşısında askeri kurumun üstünlük kazanması, Roma’nın bu alandaki zihniyet, ruh yapısı ve kurumsal geleneğiyle yakından bağlantılıdır. Bir anlamda her asker veya general sivrilmek istediğinde, siyasete ağırlık koymaya çalıştığında, aslında Roma geleneğini sürdürmektedir. Bunun ilk örneğini Akadlı Sargon oluştururken, son görkemli örneğini de Napolyon Bonapart temsil etmektedir. Fakat günümüzde de siyaset üzerinde potansiyel bir eğilim olarak etkisini sürdürmekte, özellikle bunalım süreçlerinde işlevsel roller üstlenebilmektedir. Bu köken siyasi eğilimlere genel olarak Sezaryanizm veya Bonapartizm denilmektedir.
e- Toplumsal sınıfların statüsünü belirlemede de Roma’nın katkısı önemlidir. Özellikle her sınıfı hukuk kapsamına alıp işlevsel kılması, vatandaşlık ve sınıfsallık arasındaki bağları netleştirmesi, hak ve görevlere kadar ayrıntılı düzenlemelere tabi kılması, onun özgünlük arz eden yanları olmaktadır. Sınıfsallık kavramına kesin bir resmiyet kazandırmıştır. Hatta imparatorluğun son döneminde her meslek ve tabakanın konumu bile ayrıntılı hukuki düzenlemelere tabi kılınmıştır. Vatandaşlık haklarından bahsedilmekle birlikte, temel insan haklarını tanıdığından, bunu resmileştirdiğinden bahsetmek güçtür. Latince yükselen bir dil olarak egemenlik alanında öne çıkmakta ve Grekçe’yi ikinci planda bırakmaktadır. Eğitim ve sağlık alanında ciddi bir özgünlüğü gözlemlenememektedir. Felsefi düşünce alanında, siyasi düşünce ve hitabet sanatında bir ilerlemeye sahip olmakla birlikte, esasta Grek filozofisine bağlı olarak, daha çok Stoa ve Epikürcülük kurumsallaşmış eğilimler olarak gelişme sağlamış ve etkili olmuşlardır. Ama Grek filozofisindeki yaratıcılık ve ekol oluşturmayla karşılaştırıldığında, Roma’nın yaratıcılıktan son derece uzak kaldığı görülmektedir. Daha doğrusu Grek rolünü oynadığından, bu alanda Roma’nın payına düşen öğrencilik rolüdür. Helen kültürü ağırlığını korumakta ve sistemi besleyen kaynak olarak rolünü oynamaktadır. Roma’nın siyasi ve askeri üstünlüğü yanında, Helenizmin düşünce ve kültür üstünlüğüyle karşılıklı bir dengeleme ve uzlaşma ihtiyacı tüm imparatorluk tarihi boyunca için için işlemiş ve uygulanmıştır. Bu nedenle Greko-Romen sistemi denilmekte ve bu daha gerçekçi bir tanımlama olmaktadır. İki uygarlık gücü arasında sayısız ilişki biçimi, kurum ve düşünce ortak rol oynamakta, sistemi geliştirmekte, güç konumlarına göre paylaşmakta, zaman zaman da tasfiye etmektedir. İki temel sistem, adeta rol paylaşımına dayalı olarak şekillenmekte ve daha çok birbirini besleme esas olmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER