TARİHTEN GÜNÜMÜZE KADININ ÖZ SAVUNMASI (1.BÖLÜM)
1- ÖZ SAVUNMANIN TANIMI:
Er bir gül ağacı kadar dikenleriyle güzelim güllerini
savunmak için dikenlenmek gerekiyorsa bunu yapmak,
anlam gücü belki de sonsuz güzellikte olan özgür insan
yaşamının savunulması uğruna savaşımı bilmektir.’’ (1)
‘‘GÜL ESTETİKTİR, DİKENİ ONUN AHLAKIDIR’’
(Rêber Apo)
Öz savunma varoluşsal bir eylemdir. Varoluş enerji-ruh-zekâ dediğimiz özdür, varlık onun bedenidir. Öz savunma bu özün kendi bedenini yaşatmak için geliştirdiği korunma kurallarıdır. Her varoluş bu anlamda sezgi, zekâ ve akıl güçlerini kullanarak kendi varlığını belirler. Varoluş varlıklaşmak için önce kendini savunma bilgisine muhtaç olduğunu anlar ve savunma bilgisini anlamlandırır. Anlamlaşmayı, varolmayı ve onu korumayı başından itibaren belirleyen şey ise yaşamak arzusudur. Yaşamak varoluşun kendini sezme, düşünme ve karar verme süreci, yani bilinç halidir; bu canlılık dediğimiz olaydır. Varoluş varlıklaşarak aynı zamanda tarihleşmeyi meydana getirir. Bu anlamda kendini düşünme ve tanımlayarak oluşturma varoluşun tarihselliğidir. Tarih varoluşun kendisini bedenleştirmesi yani biçimlendirmesidir ve bunu varlıklaşarak, varlığını sürekli yapılandırarak gerçekleştirir. Varlığının nasıl olacağını ve devam ettireceğini düşünen, belirleyen, çeşitlendiren ve kararlaştıran varoluşunu gerçekleştirebilir, tarihleşebilir.
Varlık gerçeğin maddi potansiyellerini temsil eder ama var oluş, evrenin ruhu, aklı ve canı diyebileceğimiz kendi farkına varma ve kendini fark etme düzeyini artırdıkça gerçekliği yapılandırma olanaklarına sahip olur. Bitki ve taş, insan ve hayvan arasındaki farklılığın nedeni varoluşun zekâ düzeylerini artırma yeteneğiyle ilgilidir. Kendini bilme kapasitelerine göre tanımlamalar gerçekleşir. Bu varoluşun kendini bulması ve ‘Ben Benim’ bilincine varmasıdır. Dinler bu durumu tanrının ‘Ben gizli bir hazineydim bilinmek için yarattım’ sözleriyle açıklarlar ve bu açıklama derin bir bilgelik ifadesidir. Tekil düzeyde varoluş bu biçimde gerçekleşirken, evrensel düzeyde çeşitlenerek varlığını gerçekleştiren evrensel zekâ, bunu her bir çeşidi diğer çeşidin devamı ve yaşam olanaklarını oluşturmak için yapar. Her bir çeşit ve farklı olan bir diğer farklının yaşam korunması olur. Fizik kuralları, biyolojik ilkeler, kimyasal hareketler ve sayısız varlık çeşitleri evren ve doğanın yaşam dengeleri olarak varoluşun bedenini korurlar. Doğanın öz savunması bu temeldedir. Bu anlamda var oluşun ilk bilinci önce ne olacağının, ne yapacağının ve nasıl yaşayacağının bilgisini verir. Nasıl var olacağı ve nasıl yaşayacağı sorusu varoluşun ilk sorduğu sorulardan biri olduğu için, ilk cevaplarından biride kendini savunarak ve koruyarak var edebileceğidir. Peki, nasıl koruyacak ve nasıl savunacak? Kendisi ile ilgili karar verme, tercihte bulunma ve seçim yapma sürecidir bu. Fizikte kütle çekim yasası, biyolojide çeşitlenerek çoğalma ilkesi, kimyada kütle korunum kuralı (Hiçbir şey yoktan varedilemez ve yok edilemez) vb tüm durumlar evrenin sunduğu yaşamı koruma sistemidir.
Varlığını savunmanın düşünce, anlam, bilinç ve seçimin temel gelişim noktası olduğunu anlıyoruz. Korunma kuralları her varlığın kendine has yapılanmasını ve farlılaşmasını gerektirmektedir. Varoluşun kendini koruma yeteneği ile var edebileceği bilgisi ilk sezi, ilk güdü, ilk zekâ düzeyidir. Canlının kendisi ile ilgili ilk bilinci, evren içinde varlığını yaşatabilme bilincidir. Bu nedenle canlı biyolojik oluşum sistemini öz savunma ihtiyacını gözeterek yapılandırır. Korunma kuralına göre belirlenmiş biyolojik özelliklerini güdü, sezi ve bilinç motivasyonlarıyla geleceğe aktarır. Öz savunma varoluşsal gerekçe olduğundan biyolojik doğamızın en fazla gelecek aktarımında bulunan özelliği olmaktadır. Korku, kaygı, açlık, cinsellik biyolojik doğanın savunma reflekslerini, tehditleri algılama ve yaşamak için uygun ortamlara adabtasyon yetenekleri öz savunmanın zekâsını ifade eder. Yaşam bu anlamda canlı organizmanın bilincine vardığı evrendir. İnsan varoluşu ise zekâsıyla kendini, doğayı ve toplumu dönüştürme ve yeni inşalara kavuşturma kapasitesindedir. Bu anlamda insan varoluşu varlığın toplumsal tarihleşmesini anlatır. Yani insan varoluşunu korumak için toplumsallaşan varlık olmaktadır. Kendini gerçekleştirme, düşünme, oluşturma ve tanımlamak varoluşun ruhsal korunma alanıdır. Varlığını düşünen, belirleyen, çeşitlendiren ve kararlaştıran varoluşunu gerçekleştirebilir, tarihleşebilir.
Yaşama geldiğinde varlığın ilk hakikat bilinci önce nasıl yaşayabileceğini anlaması ve bu anlama ile nasıl bir varoluşu tercih edeceği üzerinedir. Bu anlamda varoluş beraberinde yaşamak problemini de getirir. Yaşam, başlangıca pozitif bir problem sunar; problemin adı yaşayabilmektir. Nasıl yaşayabilir? Çoğalarak, çeşitlenerek ve farklılaşarak yaşamı sürdürmek birinci cevaptır. Ama bu cevabın diyalektiğinde ve ruhunda muhteşem bir ilke bulunur ve bu ilke yaşamın nasılına karar verir; Özgür seçimde bulunma yeteneği bu ilkenin adıdır. Nerde, nasıl ve kiminle birlik kurarak yaşayacağına karar vermektir bu. Önderliğin gül teorisi bize bu gerçeği tarif eder; gül dünyasını anlamlandırır ve kâinatın ışığından muhteşem renkler, toprağın çeşitlerinden farklarını meydana getirir ve farklılığını evreni ile bütünleşerek gerçekleştirir. Ama gül kendini bir de diken ile tanımlar. Var olmak için ve yaşamak problemini çözmek için kendini diken ile korumaya alır. Diken gülün, yani güzelin, doğrunun ve iyi olanın adaletidir, ahlakıdır. Kendini savunmak her canlının temel tanımlamalarından biridir ve gül bu tanımın en güzel ifadelerinden biridir. Diken bir güzellik ve doğruluk savunmasıdır ve savunmasız güzelin varlığını koruyamayacağını anlatır.
Öz varlığın korunma sistemleri bu anlamda yaşamın dokunulmaz özgürlük ilkesidir. Kendini dokunulmaz kılmak ve dokunulmaya karşı yetenek geliştirmek canlının tüm benliğini harekete geçirerek geliştirdiği bir özelliktir. Bu dokunulmazlık sağlayan özellik önce varoluşun imkânı olan özgürlüğünü, adaleti sezmektedir ve ilk önce özgürlük imkânını ve adalet ihtiyacını yani öz savunmayı akıl etmektedir. Gülün dikeni ve yılanın zehiri bir adalet sağlayarak savunmayı gerçekleştirir. Demek doğa öz savunmayı bir adalet sistemiyle geliştirir. Ceylan ürkeklik ve hız bağlantısını kurmadan kendini koruyamaz. Sürekli bir çevre duyarlılığı içinde olması, yüksekleri yaşam alanı olarak belirlemesi, her an koşacak gibi tedirgin olmasının nedeni tehlikeyi ne denli erken kavrarsa o denli bir hızı yakalayabileceğini bilmesidir. Varlığını tehdit etmeyecek yüksek mekânlarda yaşaması, ceylanın öz savunma ihtiyacının seçimlerinden biridir. Ağaçların köklerini soğuktan korumak ve donarak ölmemek için her sonbaharda yapraklarını dökmesi, yapraklarıyla köklerini savunması doğanın aklının ne denli muhteşem olduğunu gösterir. Ağacın kendini mevsim şartlarından korumak için hızla çoğalma ve ölme döngüsüne kavuşturması varlığını belirleme seçimlerinden biridir. Yılanların renklerinin, desenlerinin güzelliği ve albenisi ile paralel zehirinin gücünde artışı sağlaması çok daha öğreticidir. Kırmızı, sarı, turuncu vb renklerdeki ve desenleri çarpıcı olan yıllanlar daha çok dikkati çekerler ve bu nedenle av konusu olurlar.
Ama onlar siyah ve gri yılanlara oranla daha öldürücü zehir salgılayarak kendilerini savunurlar. Sonuçta tüm savunma sistemlerinin bize öğrettiği şey varlığını özgür yaşayabilmek için onu savunma sistemiyle korumak zorunda olduğumuzdur. Ve bu savunma sistemi kendine ait yaşam kararlarını vererek, nasıl yaşayacağını seçerek kendisini yetkinleştirmektedir. İnsan canlılığında özgür seçim ilkesi, gerçeği sezmek ve adaptasyon refleksleriyle sınırlı değildir; o sadece ‘nasıl yaşayabilirim’ düzeyinde kalmamış, ‘Nasıl yaşamalı’ seviyesine çıkarak yaşamın dönüştürülmesinide akıl etmiştir. Evreni anladıkça onunla nasıl yaşayabileceğini öğrenmekte ve seçimler geliştirebilmektedir. Gerçeği anlamak gerçeklikle doğru bir ilişki kurmak demektir. İnsan üretim ve toplumsallıkla evrensel gerçeklikle yaşam ilişkisi kurarak varlığını ne denli yetkin bir akıl ile kavradığını göstermiştir. Her canlı zekâsına dayanarak nerde ve nasıl yaşayacağına karar verir. Özgür seçimde bulunma ilkesi, bu anlamda, yaşamın kendini devam ettirmesi için belirlediği bir korunma kuralıdır ve bu kural bir adalet gerektirmektedir. Lakin canlı, özgür seçimde bulunmadığı takdirde, kendine has doğasını koruyamayacak, bozunuma uğrayacak ve bozunumlar sonucu ya yok olacaktır ya da kendisi olmaktan çıkacaktır. Bu anlamda korunma kuralı olan özgür seçim yeteneği, yaşamın nasıl yaşamalı sorusuna verilen cevaptır. Öz varlığını dokunulmaz kılmak, onu korumak ve yaşam ilkesini açıklamak evrenin tüm oluşumlarıyla ilişki birliğini ve nasıl yaşayacağını belirlemektir. Bu ilişki birliğinde kendini koruma, öz savunma geliştirme yeteneği özgür kalarak yaşamak durumunu tayin eder. Demek ki öz savunma evren ile adalet temelli bir ilişki kurmaktır. Savunması kırılmış her canlı önce özgürlüğünü sonra yaşamını, doğa ise adaletini kaybeder. Çünkü öz savunma bir özgürlük tavrıdır. Rêber Apo insan gerçeğindeki bu özgün durumu ‘‘…Adil olabilen zihin evrensel düzene göre özgür seçim şansını en çok kullanma duruşunu yakalamıştır denilebilir’’ (2) temelinde açıklar.
İnsan gerçeğinde, diğer canlılardan radikal biçimde farklılaşarak gelişme karakteri bulunur. İlkel canlı özelliklerini bir kültür dünyası inşa ederek insanileştirme bu farklılığın adıdır. Gülün, kuşun, rüzgârın, suyun, toprağın da bir canı bir aklı vardır ama evrensel varoluştan aldığı ilişki durumu varlığını bir kere anlamlılaştırdıktan sonra onu aynı biçimde devam ettirme temelinde belirlemiştir. İnsan zekâ düzeyi en gelişmiş varlık ve evrenin kendini düşünme yeteneği olarak, yaşamak problemiyle bir anlamlaşma ve anlamsızlık ikilemiyle karşı karşıya kalmıştır. Ya sürekli anlamlaşarak varlığını koruyacaktır ya da sürekli anlamlaşmadığı takdirde yok olacaktır. Toplumsallık, üretim, büyü, din, sanat, ahlak, estetik vb tüm kültür unsurları insanın yaşamak adına oluşturduğu anlamlardır ve yok olmaya karşı varlığını sürekli kültürleştirerek tedbirini alır. Varoluşunu koruma, savunma temelindeki yaşam problemine insanın verdiği yanıtlar, değer üretimi olur. Ahlak, inanç, dil, üretim ve üretim aletleri, adalet, eşitlik bu değerlerin başlıcalarıdır. Varoluşunu insanileştikçe, insanileşmeyi toplumsallaştıkça, toplumsallığı kültürleştikçe korumaya alabilen insan diyalektiği, bu aşamaların hiçbirinde öz savunmasını ne doğaya karşı ne toplumsal gerçeğine karşı silaha ve saldırıya dayalı geliştirmemiştir. Örneğin, insan kendini tanımak için doğayı, doğayı tanımak için kendin tanımak davranışını geliştirdikçe kendini savunma yeteneğini kazanmaktadır. Doğayı ve kendisini gözlemlemekte, gözlemi sonucu her canlının bir ruhunun olduğunu ve tüm evrenin ruhunun bir diyalektik ilişki içinde farklı ama birbirine bağlı olduğunu anlamaktadır. Varolmak için bitkinin, hayvanın, suyun, toprağın varlığının korunması gerektiğini farketmiş ve onu dokunulmaz kılmıştır. Kendi varlığını yaşatmak, korumak için doğanın korunması ve yaşatılması gerektiğini bilerek tüm inanç dünyasını bu bilgi üzerine kurmuştur. Tüm doğal varlıkların bir ruhunun olduğu ve her ruhun birbiriyle ilişkide olduğunu ifade eden animizm ile atalarının ruhunu temsil ettiğine inanılan bitki veya hayvanı dokunulmaz kılan totem dini bu temelde gelişmiştir.
Kendini ve doğayı anlamlandırdıkça anlamlı cevaplar verme insanın en muhteşem öz savunma biçimi olmuştur. Anlamıştır ki bu evrende yalnız ve kimsesiz değildir, doğa onun gibi canlı ruhlar ile doludur, bir mana içermektedir. Mana ile dostluk ilişkisini inanışlar ve onun ayinleri ile kurar, ruhunun acılarını, korkularını, endişelerini ruhsal birliğe bağlanarak korur. Büyü bu evrensel ruhsal birliğin dili olur; büyü insanın iyilik ruhunu yaşamına daveti ve kızdırdıklarına inandıkları ruhların öfkesini uzaklaştırma inanç ve ayinleri olarak gelişir. Sanatın ve dinin ilk biçimi olan büyü aynı zamanda insanın ilk metafizik gerçekleşmesi olur. Sanatın ilk biçimi müzik, kadının ilk hakikat açıklaması olan büyü-bilimi içinde açığa çıkar. İnsan anlamların, manaların ve kendi bilgisinin müzikal seslerini seslenir ve iyiliği müzikle davet eder. Dil şiirseldir, çünkü âleme hayranlık duymakta, korkmakta, coşkulanmaktadır; varlığının korunmasının bu âlem ile uyumlu birlik kurduğunda mümkün olduğunu görmekte, canlı gördüğü evrene duygularıyla, ruhsal samimiyetleriyle bağlanmaktadır. Var olmak için barınma sorunu yaşayan insan yurtlaşarak kendini savunmaya alır ve tür olarak yaşadığı zayıflığın farkına vardıkça toplumsallığını çoğaltır, farklılaştırır, dayanışmayı benimser. Beslenme sorunlarının ürettiği yok olma tehlikelerini sürekli yeni üretim bilgileri ve modellerini geliştirerek bertaraf eder. En önemlisi de insanın doğa ile kurduğu metafizik ilişkinin toplumsal bir metafizik ilişki ile derinleştirilmesidir. Ahlak ve politika yargıları, yorumlamaları ve ölçüleri insanın toplumsal varlığının korunması için adeta tek yol olmaktadır. Topluluk halinde yaşamı korumak bir ilk bilinçtir ama toplumsal varoluş nasıl sağlanacaktır sorusu da ikinci problem gibidir. İnsan bir kere daha nasıl yaşamalı problemi ile karşı karşıya kalmıştır. Ortaklık, dayanışma, eşitlik, adalet, özgürlük, paylaşım toplumsallığı korumanın ve devam ettirmenin değer yargıları olarak nasıl yaşamalıya verilen cevaplar olur. İnsan bu ahlaki değer yargılarını kurmasa toplumsallığını oluşturamayacaktır ve ahlak bu anlamda, varoluşun anlamda muazzam derinleşmesini sağlayan hakikat olur.
Ahlaki varoluş insanın insan olmasıdır artık ve bundan sonrada toplumsallığı hep ortaya koyacağı iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin tanımlamalarla politik inşalara kavuşacaktır. Her politik gerçek ahlaki yargıların yaşamın günlük işleyişi olarak gelişir. Toplumsallığın bu karakterde oluşması, kadının toplumsallığın neden odağında olduğunu da açıklamaktadır. Beslenme sorununun insan türünü yok etme tehlikesi ile karşı karşıya bıraktığı bir zaman diliminde cinsiyete dayalı iş bölümü yaşanır. Erkeğin avcılık kadının tarımcılık ekseninde kurduğu bu iş bölümü ile yeterli besin kaynaklarına ulaşılmaya çalışılır. Avcılık öldürmeye ve silaha dayalı, istikrarlı olmayan bir geçimlik ekonomidir. Bu ekonomideki öldürme kararı avcı erkeğin ruhsal anlam dünyasını değer oluşumuyla sonuçlandırmamaktadır. Pusulama, hile ve saldırmaya dayalı akıl toplumsal değer sistemine yol açamaz. Öldürdüğü hayvanın ruhunun onu cezalandıracağı korkusu suçluluk duygusu içeren bağışlanma ayinlerine başvurmasına yol açar. Kurban törenleri avcı erkeğin korkmuş ruhu için geliştirdiği bir teselli olur. Ancak kadına dayalı tarım ekonomisinde öldürme değil, çoğalma ve yeniden doğuş döngüsü vardır. Biri kanı temsil ederken diğeri bitkiyi temsil etmektedir. İstikrarsız avın yarattığı güvensizlik duygusu yerine, güven veren bir istikrarlı ekonomiyi, yeniden üretilebilirliği temsil eden kadın, yaşamı var eden ve sürdüren cins olur. Öldürmeden yaşatabilme kimliği ve hem bedeninde hem toprakta yeniden doğuşu-üretimi gerçekleştirmesi, inançlarını ahlaki değer üretir karakterde geliştirmiştir. İnsanı adalet ilkesiyle topluluk halinde tutmakta, yurtlaşmayı paylaşarak sağlamakta, üretimi çeşitlendirerek sürekli kılmakta, bilimi ile şifa sağlamakta, kültür oluşumunu geliştirerek türün anlamlı korunmasını sağlamaktadır. Kadın kendini ve insan soyunu korumak için toplumsallığı geliştirmenin, bu toplumsallığı ahlaki ve politik değerler ile tekrar korumaya almanın bilinci olarak tarihselleşmenin kimliği olur.
Ahlak bu dönemin adeta türün, toplumsallığın bir öz savunma tarzıdır; doğru-yanlış, iyi- kötü, güzel ve çirkin tanımlamaları yapılmadan ve bu tanımlar toplumsal değer gücüne kavuşmadan birlikte yaşamak mümkün değildir, ya da çok ilkel seviyelere çekilmektir. Birlikte yaşamak ve birlik ile türün korumasını, savunmasını yapmak için önce ortak iyinin, ortak doğrunun, ortak güzelin belirlenmesi ve onun karşıtı olan kötü, yanlış ve çirkine karşı ortaklaşılmış tavrın eylemine ihtiyaç vardır. Kadın işte bu ahlaki yargının oluşumunda öne çıkmaktadır. Kendinden tarihtir bu; kendisine dışarıdan izafe edilmiş, yüklenilmiş ve inşa edilmiş bir kimlik değildir. Aksine kadın varoluşunun bir doğal sonucu ve kadın aklının özgür seçimlerini zorunlu durumlara uyarlamasıdır. Rêber Apo bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: ‘‘Barınma, beslenme, giyinme, üreme ve korunma konusunda daha karmaşık bir yapısallık yaşandığından, anlam kapasitesi çok artmış toplumsal gerçeklikler söz konusudur. Anlam kapasitesine denk gelen bir hakikat çağı gelişmeye başlar. Özellikle ana-kadın etrafında gelişen mitolojik, dinsel ve sanatsal bir hakikat çağı (şişman ana- kadın heykelcikleri çağı) tüm kutsallığıyla sahneye çıkar. Diller gelişir. Mitolojik, dinsel ve sanatsal ifade gücü, orijinal değeri yüksek bir çağı başlatır. Yazılı tarih öncesinin en görkemli çağıdır. Toplumun ilk defa kendini kutsal hakikatler halinde mitolojik, dinsel, sanatsal yöntemlerle açıkladığı çağdır. İnsanlık halen bu dönemin mirasını yemektedir. Felsefi bilgelik ve tıbbi bilim başta olmak üzere, diğer iki hakikat biçimi de bu çağda temel kazanmıştır. Kadın bilgeliği ve tıbbı bu dönemin etkin hakikatleri olarak yaşamda önemli yer bulmuşlardır.
Kadın-tanrıçalığın bu çağda egemen olmasının nedeni, kadının beş önemli hakikat alanında kazanmış olduğu güçten ileri gelmektedir. Bu güç kazanmanın altında şüphesiz tarımı ve ev ekonomisini geliştirmede başat rol oynaması yatmaktadır.’’ (3) Kadın kalbi ve aklı, İnsanlığın varoluş problemlerine, tarihi ve kültürü meydana getirerek çözümler sunmuştur. O tanrıça heykellerinin, dualarının, ayinlerinin, şiirlerinin, büyülerinin anlamı budur. Komünal ekonominin adalet yargısı olan eşitliğin, politikanın demokratik bilincindeki özgürlük tavrının, kültürün ortaklık dilinin var edebildiği yaşantıların anlamları olarak yaşamı savunurlar. Kadın varoluşunun ruhsal ve anlamsal düşünme özelliği, inanç ve felsefe temelli inşaları geliştirmiştir. Felsefîtir çünkü yaşamı anlamadan, yorumlamadan formunu açıklayamaz, inançsaldır çünkü varoluşun evrensel birliğini bilmeden ikna olamaz ve ikna edemez. İleride egemen erkek aklının önce inanç sonra felsefede kadına karşı iktidar savaşı başlatmasının, kadını önce bu iki alanda hiçleştirip, değersizleştirmesinin nedeni, kadın metafiziğinin bu felsefî ve inanışlarının derinliği ile alakalıdır. Kadın varoluşunun duyarlılığı canlıcılık dediğimiz animist özelliktedir. Tüm doğayı canlı, hareketli ve kişilik sahibi görür; bu canlılığı her şeyin bir ruhu vardır tespiti ile tanımlar. Kendini var etme ve koruma anlayışını da bu tanım ekseninde anlamlandırır. Her ruhu tanıma, her canlı varlığa saygı duyma, onu yaşatma ve varlığına dokunmama temelinde ilişkilendiği doğa ile birlikte var olmaya çalışır.
Önderliğin belirttiği ‘adil olmayı başaran zihin’ en çok bu biçimde kendini açığa çıkarmıştır. Birlikte var olmak insanın en muhteşem yaşam deneyimidir ve bu deneyim, doğru öz varlığını savunma bilincini ve diğer varlıkların da savunmasını yaşatma temelinde geliştirir. Örneğin; kadın toplum ve doğa için aşırı tüketilmesi, yok edilmesi tehlike arz eden varlıkları korumak için tabu olayını geliştirmiştir. Bu lohusa yatağında bulunan kadına erkeğin cinsel yasak kuralı ile yaklaşmasının engellenmesinden başlayarak, yerleşim alanı ve beslenme için önemli olan bir meyve ağacının dokunulmaz kılınmasına, derelerin güvenliği için ruhlar ile donatılmasına kadar uzatılacak geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu nedenle iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru ve yanlış tanımalamalarını yaparak toplumsal varlığı korumanın davranışlarını geliştirmeye yani ahlaka hayati temelde önem vermektedir. Rêber Apo ‘‘Ahlak bir toplumun çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü, hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil eder. Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk darbeyi indirir.(4)Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz (5)’’ demektedir.
Tabular önce kadın ve erkek arasındaki ilişkinin kadın bedenini koruma temelinde kurallara bağlama esaslıyken, zamanla türün ve toplumsallığın korunması kuralları ile çeşitlenmekte ve belirlenen ölçüler dışında yasaklama yöntemiyle mücadele edilmektedir. İlk savunma aracı ateş olan kadın, barınağının önünü ateş ile korumaya alır. Kürdistan’ da lohusa yatağında olan kadına erkeğin 40 gün yaklaşması yasaklanmıştır. Afrika toplumlarında regl dönemlerinde kadına dokunan erkeğin öleceği inancı o denli kuvvetli bir dinsel inanç ile geliştirilmiştir ki, o haldeki bir kadına rastlamamak için erkek inanılmaz bir çaba sarf etmektedir. Regl olan kadına yaklaşmanın, hamile kadına cinsel ilişki dayatmanın, yeni doğmuş çocuğa yakın durmanın, bir bitki veya hayvana zarar vermenin öldürücü olduğu inancı, tabuların gücünü meydana getirir. Lakin koruyucu ruhları vardır ve o ruh, onları her saldırıdan, saldırganı öldürme, çıldırtma yöntemi ile korumaktadır. Cinselliğin saldırganlık bilgisi, açlığın yol açtığı yamyamlık olayları ve besin ürünlerinin korunma ihtiyacı tabuları meydana getirir ve günümüzde hala bu tabular devam etmektedir. Tabu bu anlamda bize göstermektedirki, ruhsal anlamlar ve inanışlar ile güvenliğini sağlama insanlığın en yalın, hakiki öz savunması olmuştur. Tabu ile paralel totem varlığını sürdürmenin ve korumanın en anlamlı biçimlerinden biri olur. Klan, atalarının ruhunu taşıdığına ve onları koruduğuna inandığı bir bitkiyi, bir ağacı veya bir hayvanı totem olarak seçer.
Totem klanın sembolüdür. Bu simgede değer kazanan toteme ve totemin üyesine dokunmak, öldürmek, zarar vermek yasaktır ve bunun karşılığında totemde toplanan ruh insanları korumaktadır. Totem kabul edilen hayvanı öldürmek, ağacı kesmek, bitkiyi koparmak, suyu kirletmek yasaktır ve her klan üyeside o totem kadar kutsaldır, dokunulmazdır. Esasında totem klanın, kabilenin ortak kimliğidir. Ve klan üyesi tüm klan tarafından korunup, dokunulmaz kılınmaktadır. Birey ne klan içinde ne de dışarıdan gelen saldırılar karşısında yalnız değildir ve ortak toplumsal kimlik-aidiyet duygusu ile savunulmaktadır. Üyesini ortak bilinç ve eylem ile koruyan toplum kendi güvenliğini de sağlamış olur. Birey de aynı biçimde toplumuna her hangi bir saldırı karşısında refleks gösterir ve savunmasını sağlar. Toplumunun öz savunmasını alan birey kendi güvenliğini de almış demektir. Böylelikle bireye yapılan saldırıyı kendisine yapılmış gören toplum ve topluma yapılan saldırıyı kendine yapılmış bir saldırı sayan birey ilişkisi öz savunmanın bir dayanışma hukuku olduğunu göstermektedir. Varlığını fiziksel olarak korumak ve var etmek toplumsallığın başlangıcında hayati değerdedir. Ama varlığını gelişen, çeşitlenen toplumsallıkla beraber sosyal ve ahlaki değer olarak anlamlı kılmak, anlamla var etmeye çalışmak, anlam ile korumaya almak en temel ihtiyaç olur. Çünkü yaşamak artık sadece topluluk halinde bir araya gelip kendini korumakla karşılanmamaktadır. Toplumun iç ilişkilerinin ortak üretim, eşit paylaşım, birlikte yaşama ve adil olma değerleri ile kendini var etme ihtiyacı doğar. Sorun fiziksel var oluş probleminden anlamlı varlıklar olarak varoluşunu gerçekleştirme problemine yol açar. İnsanın anlamı kimliğine kavuşturması, tanrıçalık kültünün ve inanışlarının açığa çıkması, bu durum ile bağlantılıdır.
Animist inanca dayanan ve ahlaki değerler alanı olan tabu ve totem, varlığını fiziksel temelde korumaya almanın hukuki yorumlama düzeyidir ve dış varlıklar, ruhlar üzerinden bir toplumsal ilişki biçiminin kuruluşunu ifade eder. Ama tanrıçalık inancı, insanın kendisine dönük tanımalarının, kültürleşmenin ve bilgilerinin, zaman içinde anlamı sosyalleştirmesini ve iç toplumsal ilişkilerde kişileştirmesini ifade eder. Anlamın kadında kişileşmesinin nedeni farklılığıyla ilgilidir. Doğanın kadın ve erkekte gerçekleşme düzeyi bir evreden sonra değişir. Farklılaşma toplumsal zeminde bir olay halini alır; çünkü oluşum kadın bedeninde gerçekleşir. Kadın farklılığı insanın mekân bağladığı yurt gibidir ve bu yurt toplumun da ana yurdudur. Farklılığı anlama, yorumlama ve bilince çıkarma sonucunda değer kadında tanımlanır. Başlangıçta doğanın yaratıcı ilkesi olarak tapınılan tanrıça inancı, zamanla, aşk, sevgi, toprak, bereket, bitkiler, sular, barış, sözleşme, hekimlik, sanat, yerleşke, yaşam, kehanet, zanaat, umut, doğum, şefkat, merhamet, adalet, eşitlik, müzik, ilham, güzellik vb anlamların kişileştirildiği değer olur. Yaratılışın başlangıç ilkesi olarak tapınılan tanrıça inancının, zamanla üretim, adalet, eşitlik ve politik sanat değerlerinin temsili olması, kadının doğal karakterinin bu değerlerde yaşamı kurması ve savunmasıyla bağlantılıdır. Bu ahlaki yargılar toplumda tanrısal inanç düzeyinde ifade edilmese, insanlığın toplumsal varlığı çözülmeye uğrayacak, insan olmak tamamlanmayacak ve bu çözülme, tamamlanmamışlık ve türün yok oluşuna kadar gidecektir. İnanç, ahlak, politika, sanat ve bilim (büyü- hekimlik) insanın insanlığını ve toplumsal varoluşunu koruma, yaşatma ve savunma değerleri olarak inşa edilen vazgeçilmez, muhteşem anlamlarıdır. İnsanın ilk sözleri, ilk inançları, ilk yargıları, ilk anlamları, son sözleri, son inançları, son yargıları, son anlamları oldukça insanlığını koruyacaktır. Söz çoğalır, anlam zenginleşir, inançlar farklılaşır, yargılar çeşitlenir ama ilksel ruhu korunmak zorundadır. Öz savunma bilincimizi anlamlaşma, değer oluşumu ve ahlaki yargıyı özgür kılarak sağlayabileceğimizi bilmekteyiz.
Neolitik dönemin öz savunma anlayışı inanç ve ahlaki değerlerin gücü ile orantılı fiziki biçimde de gelişmektedir. Avcı ve çoban kabilelerin saldırılarına karşı köy çevresinde hendek kazma, duvar örme ve savunma silahlarına dayalı bir savunma sistemine rastlanır. Bu süreci Rêber Apo ‘‘İnsan gibi narin bir tür ve toplumu gibi tehditlere açık bir varoluş, güçlü bir öz savunma olmadan varlığını uzun süre ayakta tutamaz. İnsan türünde savunma biyolojik olduğu kadar toplumsaldır. Biyolojik savunma her canlı varlıktaki savunma güdüleri tarafından yerine getirilir. Toplumsal savunmada ise topluluğun tüm fertleri ortaklaşarak kendini savunur. Hatta savunma olanaklarına göre topluluğun sayısı ve örgütlenme biçimi sürekli değişir. Savunma, topluluğun asli bir işlevidir. Onsuz yaşam asla sürdürülemez’’(6) biçiminde açıklamaktadır. Amed surlarının tarihi 6-7 bin yıl öncesine, Hurri kimlikli neolitik zamana kadar gitmektedir. Son yıllarda yapılan arkeolojik kazılarda ortaya çıkan yeni sur duvarları bir köy yerleşkesini çevreleyecek genişlik ve yüksekliktedir. Şimdiki surlar esasta bu surlardan esinlenerek geniş ve yüksekçe imar edilmiştir. Bu süreçte en çarpıcı olan öz savunma tedbirlerinden biri de, bazı avcı klanların köyün güvenliğini sağlamaları karşılığında köy klan-kabilesi tarafından beslenme sorunlarını çözmeleridir. Tabi bu durum daha sonra neolitik köyün aleyhine dönecektir. Yanı başında gelişen bu avcı güç, gittikçe askeri şeflik sistemine dönüşerek büyüyecek ve asıl tehdit güç olacaktır. Rölyeflerde sıklıkla görülen aslan veya kaplanın ayakları önünde durduğu Lilith ve İnanna imgesi öz savunması olan kadın imgesidir.
Kaplan ve aslan savunmasını alan kadının gücünü simgelemektedir. Yılan imgesinin kadın bedeninin bir uzantısı biçiminde sıklıkla bir tanrıçalık motifi biçiminde ön planda olmasının, bilgelik dışında, savunması güçlü, dokunulması tehlikeli kadın mesajını verir. Kadınların yılan ile bir öz savunma tedbiri aldığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Kleopatra’nın teslim olmamak ve onurunu korumak için yılan ile kendini zehirlemesi ve yılanı bir silah gibi yanında taşıması bu öz savunma yönteminin ifadesidir. Ok ve mızrak ile klan yaşamının faaliyeti içinde bulunan, yanında sürekli hançer taşıyan kadın figürleri rölyeflerde resimlerde en çok rastlanılan figürlerdir. Köy ve kasaba güvenliğini kadın ve erkeklerin birlikte aldığı, saldırı karşısında kadın ve erkeklerin birlikte savunma geliştirdikleri tüm tarihsel süreçlerin en doğal toplumsal işlerinden biridir. İskit, Viking, Goth vb halkların savunma savaşlarında erkeklerle orantılı biçimde savaşlara katıldıkları yakın tarihin somut bilgisidir. Kadınların hemen hemen her toplumsal yapıda bireysel öz savunma araçlarına sahip olduğunu gösteren görsel, arkeolojik ve yazımsal kanıtlar son yüz yıla kadar da göze çarpmaktadır. Peki, nasıl oldu da kadınlar bu denli bir öz savunmasızlık içine düşürüldüler ve bu savunmasızlık hali nasıl gelişti? Kadını savunmasız düzeye getirmek, tüm korunma araçlarından mahrum etmek bir anda gelişen ve salt fiziki baskılarla gelişen bir durum değildir. Kadını köleleştirmek için ilk yapılması gereken şey, önce öz savunmasını kırmak ve korunma duvarlarının tümünü yıkmak olduğundan, savunmasızlık ideolojik, politik ve sosyal olarak inşa edilmiştir.
Egemen erkek ideolojisinin en fazla üzerinde çalıştığı ve yapılandırdığı şey, kendini savunamayan kadın imajıdır. Edilgen, pasif, eksik, korunmaya muhtaç, zayıf ve narin tür olarak tanımlanan kadını, gerçekten kendini eksik, zayıf ve korunmaya muhtaç olarak düşünmeye başlayan kadın gerçeği üzerinden inşa etmek, kölelik tarihinin kendisi olmaktadır. Ve bu tarih ideolojik inşa tarihleri olduğundan, öncelikle buradan kadının savunmasızlığının nasıl yapılandırıldığına bakmak gerekir. Lakin kadının savunmasızlığı, şiddetin ideolojik değer ve felsefî yorumlar üzerinden doğallaştırılması, iktidarın şiddetinin var oluşun doğası olarak tanımlanmasıyla mümkün olmuştur. Şiddetin doğallaştırılması ise doğal toplumun zihin dünyasının yerle bir edilerek çarpıtılmasıyla başlatılmıştır. Mitoloji, din, felsefe ve bilimde şiddetin ideolojikleştirilmesini dört temel örnekle açıklamaya çalışacağız.
DERLEME 1.BÖLÜM
YORUM GÖNDER