SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (62.BÖLÜM)
İsa’nın anası Meryem’e gelince, hiçbir etkinliği yoktur. Rab üflemiş, o da doğurmuştur. Bunun anlamı, erkeğin mutlak hakim olmasıdır. Üfleme, hakimiyeti dile getirmektedir. Kadının, kucağında çocuk büyütmekten öteye rolünün kalmadığını simgelemektedir. Diğer önemli bir husus, bu üflemeye Ruh-ül Kudüs (Kutsal Ruh) denilerek, aslında kadında temsil edilmesi gereken tanrısal güç çarpıtılmaya çalışılmakta, Meryem’in şahsında kadından çalınmaktadır. Sümer izinde buna denk düşen ana tanrıçadır. Aslında bu konunun çok büyük bir ideolojik önemi vardır. Bu ideolojik kimliğin, feodal dönemde daha da silinecek olan kadının etkinliğini yitirmesinde belirleyici rolü vardır. O günden beri Meryemler hep silik, sessizce çocuklarına ağlayan, erkeğine tümüyle bağlanmış, sanki ezeli tutsaklar gibidir. Bu durumun, kadın doğallığıyla hiç ilişkisi olmadığı gibi, erkeğin büyük siyasal egemenliğiyle bağlantısı kesindir.
Bir dönem nasıl kadın tanrıçalar çağı egemen idiyse, tarihin bu sınıflı ve devletli döneminde de erkeksi tanrılar çağı egemendir. Tarihin derinliklerinde karanlığa terk edilen ve erkek tarafından hep ikiyüzlü bir namus-harem anlayışıyla örtbas edilen bu gerçeklik, ancak özgürlük mücadelesinin yaratacağı genel toplumsal özgürlük düzeyiyle orantılı olarak açığa çıkacak ve anlam bulacaktır. Hıristiyanlığın kilise babaları eliyle M.S 5. yüzyıldan itibaren felsefi bir anlama kavuşması ve teolojisini kurmasıyla, feodal çağın güçlü bir ideolojik kimliği haline geldiği kesindir. Bu dönemden itibaren devlet ideolojisi haline gelmesi, hem feodal çağın doğurucu ideolojik güç olarak rolünün tanınmasının, hem de köleci Roma’yla uzun bir mücadele döneminden sonra –onun birçok özelliğini kaparak, başlangıçtaki eşitlikçi özünden koparak– gerçekleştirilen uzlaşmayı ifade etmektedir. Artık ne Roma İmparatorluğu eski köleci imparatorluktur, ne de Hıristiyanlık eski eşitlikçi, saf, İsa ve havarilerinin kutsal dinidir. Hıristiyanlık’la düşünce dünyasına dinsel dogmaların egemen olması çağı başlar. M.S 5. yüzyıldan M.S 15. yüzyıla kadar yaklaşık bin yıl, dini düşünce tarzının hakimiyetiyle geçer.
M.Ö 5. yüzyıldan M.S 5. yüzyıla kadar geçen bin yılda ise, daha çok büyük felsefe klasiklerinin ağırlığı hakimdir. Ciddi bir gerilemenin yaşandığı açıktır. Bunun en başta gelen nedeni, kent toplumunun çözülüşü ve kırsal ekonominin bir kez daha önem kazanmasıdır. Kent karmaşık ve büyümüş topulumu ifade eder. Rasyonel düşünceyi zorlar. Daha gelişmiş bir yönetimi ve işbölümünü gerekli kılan kırsal toplum, tekdüze, dar bir toplumdur ve dogmatizme açık bir düşünce biçimi, kişisel yönetim ve fazla iş bölümünü gerektirmeyen bir ekonomiyle örtüşür. Onun bu yapısal özellikleri, dini dogmatizme açık bir zemin sunar. Ortaçağa karanlık denmesi de bir anlamda bu durumundan kaynaklanır. İnsanlık tarihindeki klasik çağ gerçekten kalıcı izler bırakmıştır. Yeni çağın doğuşunda esastır. İnsan aklının ve iradesinin en büyük uyanışını temsil eder. Dinsel dogmanın egemen olduğu çağ ise, köleciliğin çözülüşünü barajlayıp daha geriye düşüşü önlemek ve yeni çağı hazırlamak açısından büyük önem taşır. Kent toplumunun aşırı ileri gitmesinin yol açtığı bir kırılma, dayanamayıp çatlamasının yol açtığı bir sonuçtur.
Bazen neolitiğe geri dönüş gibi gelse de, aslında durum farklıdır. Köleliği doğuran neolitik tümüyle aşılmıştır. Hatta yeni toplum kırsal alan ağırlıklı da olsa, köleci topluma göre daha ileri bir öz taşımaktadır. İnsanlık bir daha kendisine kölelik zincirleri vurulamayacak bir benlik kazanmış, düşünce ve moral yapı edinmiştir. Ortaçağa girişte insan hiçbir zaman Sümer ve Mısır’ın karşısındaki insan değildir. Dini inancın hakimiyetinde de olsa, ancak gökteki tanrıya kulluk edebilir. Yerdeki tanrı-krala kulluk etmeyi en büyük küfür saymaktadır. Dinler köleciliğe karşı insanı yeterince eğitmiş ve olgunlaştırmışlardır. Gerileme daha çok kentlerin çöküşünde ve rasyonel düşüncenin çok zayıf kalmasında yaşanmaktadır. Bu alanlarda bile neolitiğin çok ilerisinde kentlerin varolduğu, yeni kentlerin kurulduğu ve rasyonel düşünce eserlerinin birçok kütüphanede saklı tutulduğu bir dönemi ifade etmektedir. Daha yakından bakıldığında, inanç çağının terbiyesinden geçmeden yeni çağa ulaşmanın mümkün olmayacağı anlaşılacaktır.İslam ideolojisinin doğduğu dünyayı ve dönemi, öz itibariyle böyle tanımlamak mümkündür. Hıristiyanlık özünden büyük tavizler verse de, büyük Roma İmparatorluğu’nu içten çözmüş ve Doğu Roma’nın, Bizans’ın resmi ideolojisi statüsünü kazanmıştır. Pers-Sasani İmparatorluğu’na karşı üstünlük kazanmaktadır. Bu yeni din, Avrupa üstünde yeni bir yayılma sürecine girmiştir. Bir nevi Doğu-Batı yakınlaşmasını inanç temelinde de olsa kurmayı başarmıştır.
O zaman İslamiyet’in rolü ne olacaktır? Tarih için bir yenilik mi, bir tekrar mıdır? Hangi boşluğu dolduracak ve hangi yeni uygarlık dalgasına yol açacaktır? Bu gücü kendi yenilikçi çıkışında mı, yoksa bazı gelenekleri canlandırmasında mı bulacaktır? Sadece bir coğrafi boşluğu mu dolduracak, yoksa eski bir uygarlığı dönüştürecek gücü mü temsil edecektir? Buna benzer hayati soruların cevaplanması, İslamiyet’i tanımlamak açısından önemlidir. İslamiyet’in tarihteki yükselişini feodal uygarlık çağının radikal devrimci eğilimine bağlamak daha gerçekçi görünmektedir. Hıristiyanlık eğer feodalizmin evrimci, reformcu çizgisi ise, İslamiyet radikal devrimci çizgisidir. İdeolojik olarak aynı kökenden kaynaklandıkları yeterince gösterilmiştir. İncil ve Kuran bu kaynaklanmanın en önemli kanıtlarıdır. Eski Ahit olmadan İncil ve Kuran’ı düşünmek olanaksızdır. Ama Sümer ve Mısır mitolojisi olmadan Tevrat ve tüm Eski Ahit’i tasarlamak da olanaksızdır. Şimdiye kadarki uygarlık değerlendirmemizin, bu gerçekliği yeterince açıkladığı kanısındayım. Fakat İslamiyet’i Mukaddes Kitap’ın (Eski ve Yeni Ahit) basit bir aktarma veya yorumlanması olarak düşünmek de büyük yanlışlık olur. Etkilendiği kadar, kendi çağ özgünlüğünü, dönüşmüş ifadesini oluşturduğu da büyük bir açıklıkla belirtilmesi gereken temel bir husustur.
Hz. Muhammed’in çağlara yaraşır bir devrimci kişilik sergilediği tartışmasızdır. İlk üç önemli peygamberle –İbrahim, Musa ve İsa’yla– karşılaştırıldığında, mantık ve iradesini daha güçlü ortaya koyan, örgütleyen ve eyleme geçiren somut bir kişilik olduğu da kesindir. Çizgisini oluşturup başarılı örgüt ve eylem çabalarıyla daha sağlığında Arabistan yarımadasında en hakim güç konumuna ulaşmayı başarmıştır. Bu yönü ile tarihte çok az kişilikle, belki de İskender ve Lenin’le mukayese edilebilir. Hz. Muhammed’in, –dinsel dogmatizmle değil de, bilimsel tarih ve toplum anlayışıyla yaklaşıldığında– son derece öğretici bir ideolog, siyaset ve eylem adamı olduğu çarpıcı olarak görülecektir. Hz. Muhammed’in kutsallık zırhıyla örülmüş olarak bakılmasına, değerlendirilmesine ihtiyacı yoktur. Bilimle hakkı verilecek, en önde gelen kişiliklerdendir. Sanıldığının aksine, İslamiyet’in dogmatik gelişimi kendisini yüceltmemiş, bilakis hak etmediği dini dogmalara boğulmuş bir kişi hüviyetinde göstermiştir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER