HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN İMRALI'YI ANLATIYOR (5.BÖLÜM)
Avrupa basını, “Avrupa havaalanlarının tümü Apo’ya kapandı” diyordu. Rusya Başbakanı da BDT adına yasaklamıştı. Kararı alan güç, ABD kontrolü altında NATO’nun Gladio tarzı kanun dışı bir birimiydi.
Bu süreç, 9 Ekim 1998’de Atina Havaalanı’nda karşılanmamla başladı. Beni davet eden dost milletvekili ve eski bakan olan Baduvas yerine, Baby kod adlı İstihbarat Başkanı Stavrakakis ve yine dost geçinen Agit kod adlı Kalenderidis karşıladı. İltica başvurusunda bulunmak istediğimi ve buna hakkım olduğunu söylediğim halde, zor kullanacaklarını belirtmeleri karşısında Moskova’ya doğru yola çıktım.
Moskova’da milletvekili Jirinovski tarafından karşılandım. Parti temsilcimiz Numan Uçar’dı. Daha sonra Başbakan Primakov’un en çok 9 gün kalabileceğimi belirttiğini, ayrılmazsam zorla gönderileceğimi hissettirdiler. Bu süreçte milletvekili Mitrofanov’un evinde kaldım. 33 gün süren Moskova süreci, Duma’nın bire karşı 298 oyla siyasal iltica hakkının tanınması gereğini hükümet yerine getirmediğinden İtalya’ya doğru yola çıktım.
DOSTLUK BEKLERKEN TUTUKLANDIM
Dostluk beklerken tutuklandım. Mahkeme daha sonra tutuklamayı kaldırdı. Fakat çok sert bir abluka altında tutularak, kaçırılmam için her yol denendi. Altmış altı gün sonra ilk fırsatta çıkmaktan başka çarem kalmadı. Bu süreçte İtalyan avukatlar ve tercümanlarım vardır. Olup bitenleri açıklayabilecek durumdadırlar. Milletvekili avukatlarım Piapisa ve tercüman Ahmet tüm gelişmelere tanıktır.
Tekrar Moskova’ya geldiğimde, kendileri söz verdikleri halde, daha sert bir uygulamaya aldılar. ABD ve İsrail adına bakan olarak gelen Madleine Albright ve Ariel Şaron idi. IMF kredileri tartışılıyordu. Mavi Akım Projesi de gündemdeydi. Sanırım teslim edilmem karşılığında Moskovalı yöneticilerle IMF kredileri ve Mavi Akım Projesinde anlaştılar.
TUZAĞA DÜŞÜRÜLDÜM
Son durak olarak emekli general Nagzakis ve tercüman Ayfer Kaya’nın özel bir uçak getirmesiyle Petrograd’dan Atina’ya indim. VIP’ten geçerek Nagzakis’in akrabasında bir gece kaldım. Ertesi akşam Dışişleri Bakanı Pangalos’la görüşme amacıyla gittiğim yerde yine İstihbarat Başkanı Stavrakakis’le karşılaştım. Tuzağa düşürülmüştüm. Zorla bir yere götürdüler. Bir gece uçakla havada dolaştırıldıktan sonra, Korfu Adası’na indirildim. Avrupa basını, “Bu gece için Avrupa havaalanlarının tümü Apo’ya kapandı” diyordu.
NATO’NUN GLADİO TARZI KANUN DIŞI BİRİMİ
Rusya Başbakanı da BDT adına yasaklamıştı. Çok üst düzeyde bir karar alındığı açıktı. Daha sonra bu kararın gizli olarak İsviçre’de alındığı anlaşıldı. Kararı alan güç ABD kontrolü altında NATO’nun Gladio tarzı kanun dışı bir birimiydi. Aynı birimin Kenya’ya kaçırılmamı planladığı daha sonra ortaya çıkan diğer bir gerçekti. Bunda İngiliz İstihbaratının da etkili bir rol oynadığı basında ispatlı olarak yayınlandı.
Yunan hükümeti sahte dostluğuna dayanarak taşeronluk rolü oynadı. 15 gün içinde bana Güney Afrika Cumhuriyeti pasaportunun verileceğini, bunun için de daha emniyetli olan Kenya’daki Yunan Elçiliğinde kalmamın daha uygun olacağını hükümet adına belirten Kalenderidis’e inanmam sonucunda, böylelikle Kenya’ya kaçırılmamı sağladılar. Yunan hükümeti ve Elçisi Kostulas, kaçırmayı bildikleri halde açıklamadılar. En son günde Kenya emniyetiyle anlaşarak, bizzat Pangalos adına verilen güvenceyle “Hollanda’ya gidiyoruz” dediler ve sanıyorum uyuşturucunun da etkisiyle bizi bir havaalanına kaçırıp 2 Şubat’tan beri hazırlık yapan Türk özel güvenlik birimine teslim etmeyi başardılar.
Daha sonra bu operasyonun ABD Başkanı Clinton’un özel emriyle gerçekleştirildiğini özel temsilcisi Blindken basına açıkladı. Bu kısa özetlemem bile AİHS hükümlerinin ağır bir biçimde çiğnenerek, iltica başvurum hem İtalya’da hem de Yunan Büyükelçiliğinde kabul edildiği halde, kaçırılmamın ne tür bir hukuk dışılıkla gerçekleştirildiğini açıkça göstermektedir. Zorla teslim edildiğim yer olan Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliğinde Büyükelçi Kostulas’a yaptığım iltica başvurusunun kabul edildiğini ve işleme konulduğunu Elçinin kendisi belirtti. Yunanistan’dan gelen bir avukat aracılığıyla bu işlemi Atina’da yürütmeye çalışıyordum. Kenya’da bile resmen AİHS kapsamı içindeydim. Bu nedenle zorla dışarıya atmalarını kabul etmeyip direnişle karşıladım.
Kısaca 9 Ekim’den 15 Şubat’a kadar geçen süre içinde AİHS hükümlerinin bana uygulanması gerekirdi. Rusya dahil hiçbir hükümetin sözleşmenin tanıdığı hakları çiğnemeye yetkisi yoktur. Bu devletler adına avukatlarımın AİHM’ye yaptıkları başvurulara katılıyorum. Davacı olduğumu belirtiyor ve İmralı Davasından önce bu ülkeler, yani Yunanistan, İtalya ve Rusya hakkında yapılan davacı başvurularının incelenmeye alınması gerektiğine katılıyorum. Ancak bu temelde kaçırılmamın içyüzü aydınlatıldıktan sonra, gözaltına alınmamın AİHS’ye aykırılığı da açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.
KAÇIRILMAMDA HİÇBİR KURALA BAĞLI KALINMADI
Türk timlerine teslim edilirken hiçbir kurala bağlı kalınmadığı, bu konuda ortada hiçbir belgenin olmadığı, ayrıca olayın Avrupa sınırları içinde gerçekleştiği, dolayısıyla AİHS’nin ilgili hükümlerine açıkça aykırılık teşkil ettiği ortadadır. Buna dayanarak İmralı duruşmalarının hukuki temelden yoksunluktan dolayı ‘dava yoktur’ veya ‘oluşmamıştır’ biçiminde bir görüşle sonuçlanması, hukuka bağlılığın bir gereği olacaktır. Aksi halde verilecek karar AİHS’ye aykırı olacaktır. Hatta kaçırılmanın komplo sürecine hukuk da alet edilmiş olup, AİHM bu zincirin bir halkası haline getirilme gibi Yüce Mahkemenin kabul etmeyeceğine inandığım bir pozisyona sokulmuş olacaktır. Yüce Mahkemenin kendini de ilgilendiren bu kaçırılma oyununa karşı anlamlı bir tavır koyarak, tarihine yaraşır tarihsel bir karar vereceğine dair dilek ve inancımı bir kez daha belirtirim.
Davanın hukuki açıdan yok sayılması gerektiği kanısında olmakla birlikte, bilgi olsun diye bana verilen ölüm cezasıyla ilgili bazı değerlendirmelerde bulunmam önem taşımaktadır.
Hakkımdaki ölüm kararı 28 Haziran 1999 gününe denk getirildi. Bu tarih (1925) Kürt isyan önderi Şeyh Sait’in idam edilişinin yıl dönümüydü. Ayrıca daha önemlisi, teslim ediliş tarihim olan 15 Şubat, Şeyh Sait önderliğindeki isyanın başlama günüydü. Her iki tarih de bilinçli seçilmişti. Yani Kürt halkına şu denilmek isteniyordu: Ne kadar isyan etseniz de sonuç değişmeyecektir! Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bir konuşmasında şöyle diyordu: “28 isyan oldu, hepsi ezildi. Sonuncusu da aynı akıbeti paylaşacaktır.”
Açık ki, senaryonun planlanması eskiye gitmektedir. Daha sonra öğrendiğim bu senaryonun içine İsrail, ABD ve Yunanistan 1996’da katılmışlardı. Bekledikleri ve amaçladıkları farklı olabilir ama tasfiyemde çıkar birliğine varmışlardı. Bu güçlerin Kürtler ve Kürt Özgürlük Hareketi üzerindeki etkilerini oldukça sınırlandırmıştım. Bütün işbirlikçilerine yaptıkları yatırımlar boşa çıkmıştı. Bu yüzden hepsi öfkeliydi. Başta Barzani ve Talabani olmak üzere, Kürdistan’ın her parçasında son 40-50 yıldır irili ufaklı yüzlerce kişi ve gruba yaptıkları yatırımların benim yüzünden işlemez duruma gelmesi, Apo’ya karşı düzenlenen komplonun esas maddi nedenidir.
İKİNCİ BİR LENİN
Kürt kozu ellerinde sürekli yaşamsal bir gereksinimdir. Benim yüzümden bu kozdan yoksun kalmaları asla kabul edilemezdi. Türk yönetimiyle özde bu temelde uzlaşmaya vardılar. Apo’nun tasfiye edilmesi hepsi için yararlıydı. Suriye’ye bile çok ağır geliyordu. Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, bir Türk gazetesine verdiği demeçte, “Abdullah Öcalan Suriye, Irak ve İran Kürtlerini de etkilemektedir. Bu yüzden kendisini attık, biz de istemiyorduk. PKK konusunda aynı çizgideyiz” diyecekti.
Yunan hükümeti, 1996’da Clinton’la birlikte Kürt Hareketi’nin kendi kontrollerine girmesi açısından tasfiye edilmemin en uygun yol olduğunda anlaşmışlardı. Gerçekten de işbirlikçileri boşa çıkarılmışlardı. Bir Kürt ajan bile çalıştıramıyorlardı. Almanya çok daha köklü nedenlerle bana adeta kin bağlamıştı. Kişiliğimi Alman gururuna yediremiyordu. Mezopotamya üzerindeki geleneksel emellerine ters düşüyordum. İngiltere, Fransa, İsveç, Rusya ve diğerlerinin de buna benzer nedenleri vardı. Zihniyetim hiçbiriyle uyuşmuyordu.
Bir tek İtalya meseleye yeni yaklaştığı için acemiydi. İtalya da kısa bir süre orada kalmamın benden kurtulmanın en uygun yolu olduğuna dair bir sonuca varmıştı. Gerçekten dünyada çıkarlarına kullanmakta sorumlu olanların en büyükleri, benim siyasal ve ekonomik açıdan kendilerine pahalı geldiğim konusunda hem sınıfsal hem de ulusal ve hatta uluslararası açıdan ortak kanıya varmışlardı. İkinci bir Lenin yaratmayacaklardı.
Fakat ikinci bir İsalaşmanın yolunu da ardına kadar açıyorlardı. Türkler tarihlerinin en büyük düşmanları olabileceğime dair giderek gelişen bir kanıya kapılıyorlardı. Aslında geleneksel gericilik ve şovenizm şahsımda çıkar imkânlarını yakalamıştı. Türk solu demokrasi ve eşitlik yapılanmasından uzak olduğunu ortaya koymuştu. Kürt işbirlikçiler de tüm Kürdistan parçalarında aramızda uçurumlar olduğuna giderek daha fazla inanıyorlardı.
HEPSİ TASFİYE EDİLMEMDE BİRLEŞTİ
Özcesi, kurulu düzenin tüm hâkim iç ve dış tepe güçleri tasfiye edilmemde birleşmişti. Hukuk dışı ve komplocu yöntemlerle de olsa, ölüm fermanımı adım adım birlikte yazmaya çalışıyorlardı. Bazıları, dostlar ve yoldaşlar şaşırabilirler ama kendilerine şu genel cevabı vermeliyim: “Hz. İsa’nın strateji ve taktik yapacak durumu yoktu.”
Roma ve işbirlikçileri olan resmi Yahuda kâhinlerinin üzerine, Kudüs’e yürümesi tarihe yaraşır ve sonuç verecek biricik eylem yoluydu. Sonradan baktım: Kaderler bu topraklarda ne kadar birbirine benziyor, bir kişilik dönemin egemen dünyasına baş kaldırdığında peygamberlere ne kadar yaklaşıyordu! Demek ki, benzer süreçlerin ortak bir ruhu, bir kişiliği vardı.
Bu durum değişik koşullarda, değişik biçimlerde tarihin benzer anlarında yenileniyordu. Koşullar beni de hızla o sonuca doğru itiyordu. Kararın ölüm olacağı açıktı da uygulaması çok baş ağrıtacaktı. Romalı Vali Pontius Pilatus bile, Hz. İsa konusunda çarmıha germe yanlısı değildi. Yahudi işbirlikçi kâhinler kendisini buna zorlamıştı. Gılgameş bile orman bekçisi Huvava’yı (Humbaba) öldürme yanlısı değildi ama işbirlikçi Enkidu onu öldürmeye zorlamıştı.
BİREYSEL ENDİŞELERİN ÇOK ÖTESİNDE
Ölüm kararının tamamen siyasal amaçlı kullanılacağı açıktı. Bunu bütünüyle komplonun bir parçası olarak da değerlendirmiyorum. İyi niyet ve barış amacıyla, hatta aklıselim sahibi insanların çoğalmasıyla demokratik uzlaşının bir kilometre taşı olarak da kullanılabilirdi. Bu yakınlaşmaları oyun olarak değerlendirmek, olsa olsa komplodan menfaat uman çevrelerin işi olacaktır. Nitekim bunlar ortaya da çıkacaklardır.
Kendim de ölüm ve yaşam gerçeğini tam kararlaştıramadığımı belirtmek durumundayım. Şu husus çok açıktır ki, eğer gerçekten bir kolektivizm kişiliği haline gelmişsem, bireysel yiğitlik ve ölüme meydan okuyuş hemen başvurulacak eylem tarzım olamazdı. Mahkeme ölüm kararını verirken, hakim Turgut Okyay kalemini kıramayacak ve idam karşıtlığını belirtmek zorunda kalacaktı. Ölmemin nasıl gelişeceği gerçekten bir muammadır. Bu durum büyük bir siyasal koza dönüşmüştü. Tehlikeler geliyorum diyordu.
PKK ve Kürtler yeni isyan tarihlerini idam kararının sonuçlarına göre hazırlıyorlardı. Türk gerici ve şoven çevreleri idam kararlarının uygulanmasını seçim yatırımı olarak değerlendiriyorlardı. İntikamcılık duyguları her iki tarafta da ayağa kaldırılmıştı. Bütün dış güçler kararın olası sonuçlarını değerlendiriyorlardı. Açık ki, bireysel endişelerin çok ötesinde sorumlu davranmam gerekiyordu. Yaşadığım her günü onurlu bir barış ve demokratik uzlaşmanın gereğine göre değerlendirmem en doğrusuydu.
ÖLÜME KARŞI SOKRATES TAVRI
Bireysel çıkarlara ağırlık vermem hem siyasal hem de ahlaki olarak doğru olamazdı. Bu amaçla âdeta işaret bekleyen çevrelerimize yanlış sonuçlara yol açabilecek mesajlar veremezdim. Basit taktiklerle PKK’yi de yürütemezdim. Böylesi dar hesaplar için hem olanaklar yoktu hem de bu yanlış bir tutum olurdu.
Ölüme karşı Sokrates tavrı diyebileceğimiz tavrı esas almaya çalıştım: Ölümü bile anlamlı kılmak, niçin ve nasıl ölmenin felsefi anlamını bulmak! Mevcut durumda tahmin edemediğim kadar yaşıyorum. Demokles’in kılıcı gibi başımda sallanan ölüm kararı altında ruhun büyük yükselişini, anlamın büyük gelişimini artan bir huşu içinde karşılıyorum. Normalde birkaç haftalığına dayanılamayacak ve taş olsa çatlatacak bir yaşam biçimi anlamlı kılınmıştı. Aslında ölüm beni değil, ben ölümü çözmüştüm. Ölüm kararı beni etkisizleştirmemiş, ben ölüm kararını çirkin ve uğursuz tarzıyla etkisizleştirmiştim.
Nereden ve nasıl gelirse gelsin, ister yarın ister gelecek yıllarda olsun, ölüm artık benim için ciddi bir konu olmaktan çıkmıştı. Hatta hoş geldi, sefa geldi diyebilecek anlam gücüne ulaşmıştım. Sorun bu gerçeği halklarımıza, dostlara, PKK’ye ve devlete izah etmekti. Gücüm ve olanaklar oranında bunu da yapmaya çalıştım. Kısmen ‘öl-öldür’ felsefesinden ‘yaşa ve yaşat’ felsefesine geçiş çok kapsamlıca yürütülmüştü. Eğer taraflar çalışsalar, bunun zaferini de onurlu barışta birlikte paylaşmak mümkün olabilirdi.
Bunlar olumlu gelişmelerdi. Komplodaki uğursuz niyetlerin boşa çıkarılması ve “Her şerde hayır vardır” özdeyişi gerçeklik kazanıyordu. Şüphesiz insanlığın olumlu tecrübesinin ürünü olarak, en çağdaş hukuk belgesi olan AİHS’nin yaşam hakkına ilişkin 2. maddesine aykırılık açısından AİHM’nin incelemeye aldığı ölüm cezasına ilişkin yürütmeyi durdurma kararı bu sürece katkıda bulunmuştur. Bu karar aslında çıkmazda olan Türk siyaseti ve devleti için de bir şans kapısı açmıştır.
AİHM bir bakıma hakem durumuna gelmiştir. Tarafları evrensel hukukun gereklerine uymaya çağırmaktadır. Kürtlere “İsyandan vazgeçin” çağrısını yaparken, Türk devletine de “Sorunların demokratik hukuki çözümüne kapılarını arala” demektedir. Tüm bu gerçekler ölüm kararının altındaki derin siyasal ve tarihsel özellikleri ve meselelerin bir teröristten ibaret olmadığını gayet açık göstermektedir. Benim davam ve ölüm cezasıyla ilgili karar Avrupa’yla Türkiye arasındaki ilişkileri geliştirme veya dondurmanın da en önemli bir etkeni haline gelmiştir.
HER ŞEYİ MÜCADELE BELİRLEYECEK
Bu husus bile Türkiye’nin çağdaş demokratik uygarlık süreci ve katılım yolunun nereden geçtiğini tamamen işaret etmektedir. Kürt’ü asmak, yok etmek, yok saymak dünyanın da en önemli kapılarının kapanması anlamına gelmektedir. Kaldı ki, çağın gereği olarak, Kürtler artık bir ölüm kararıyla sinme değil ayağa kalkmanın tüm gerçeklerini yakalamış durumdadır. Belki de tarihte en ciddi bir sorunda, bir ölüm kararında sağduyu ve bilinç hükmünü göstermekte, bu durumu barışın ve özgürlüğün gerekçesine ve yaşam kararına dönüştürmektedir.
Tüm taraflar konu üzerinde derinliğine düşünürlerse, her şerde hayrın en verimli ürünleriyle karşılaşabileceklerdir. Uğursuz bir komplonun hiç de küçümsenmeyecek kara tarafının niyetleri boşa çıkmakla kalmayacak, hayır taraftarlarının umutları da başarıya kavuşma şansına sahip olacaktır. İmralı’daki bir ölüm kararı ilk defa özgür barışın yaşam kararıyla dengelenmiş gibidir. Her şeyi barış, demokratik uzlaşı ve hukuka bağlılık mücadelesi belirleyecektir.
İNGİLTERE'NİN 'TAVŞAN-TAZI' POLİTİKASI
Şeyh Sait ve arkadaşlarının asılmaları Cumhuriyette otoritarizme, Türk-Kürt ilişkilerinde inkârcılığa ve zoraki asimilasyona yol açmıştır. Ulusal kurtuluşu birlikte veren iki halkın ilişkileri köklü biçimde zedelenmiştir. Cumhuriyet demokratikleşme şansını kaçırmıştır. Peşi sıra Ağrı ve Dersim İsyanlarını getirmiştir. Başta M. Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere, bazı yöneticiler sorunların bu tarzda çözümlenemeyeceğini anlamışlardı. Bu olayda dönemin baş emperyalist gücü İngiltere’nin ‘tavşan kaç, tazı tut’ politikasının rolü vardır. İngiltere her iki tarafla oynayıp Musul-Kerkük politikasını başarıyla yürütmüştür.
İngiltere 75 yıl sonra aynı politikayla Irak üzerindeki hesaplarını başarıyla yürütmek için Kürtleri ve Türk yönetimini kullanmak istemiştir. Ben mahkemede, “1925’i bir kez daha hatırlatmalıyım” demiş ve tarihten ders çıkarmanın en doğru yol olduğunu vurgulamıştım. Bu sefer Kürt isyanını ve bana verilen ölüm kararını Cumhuriyetin onurlu barışı ve anlamlı kardeşliğe çevirmede her iki tarafın da üzerine düşeni yapması gerektiğine dair çağrı yapmıştım. 16 Ağustos 1999 tarihli Barış ve Demokratik Uzlaşı Deklarasyonu geçerliliğini hâlâ sürdürmektedir. Tarih garip biçimde bana dayalı ‘ya savaş, ya barış’ ikilemine takılmış durumdadır.
PKK'NİN GÜCÜ HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA
PKK’nin gücü her zamankinden daha fazladır ve kapsamlı bir savaşı yürütecek konumdadır. Bunun 21. yüzyılı da kaybettirecek bir olumsuz gelişme potansiyeli taşıdığı açıktır.
Benim için zorluk, barış ve savaş ikileminin bu kadar derin etkisi altına girmiş bulunmamdır. Bu tür ikilemleri ölüm kararı altında olumlu sonuçlandırmak büyük sabır ve anlayış gücü ister. Fakat yine de hem PKK’nin hem de devletin temel politikalarını hakkımdaki ölüm kararına göre temellendirmeleri ciddi riskler taşımaktadır. Bunlar ancak PKK’nin meşru savunma güçlerini barışı zorlayacak kadar, tabii devleti ve Türk toplumunu ikna temelinde kazanmayı da hedefleyen nitel ve nicel güce kavuşmasını gerektirir. Hiçbir barış güç olmaksızın gerçekleşmez.
Anlamlı barışlar güçlerin ciddiyetine, mevzilenişine, potansiyeline bağlıdır. Yengisinin ve yenilgisinin anlam taşımadığı bir savaş tarzını barışa dönüştürmek her kesime kazandırır. Kürt-Türk ilişkilerinin ikilemdeki barışla tarihsel bir kardeşlik rotasına girmesi herkesin amacı olmalıdır. Birlik onurlu barış ve demokrasinin tam uygulanmasında aranmalıdır. Bu tutum aslında Cumhuriyetin temelini atan 1920’lerin Kuvayı Milliye ruhunun da bir gereğidir. Kürtler bu zaferin stratejik bir gücüydü. Cumhuriyetin onlara hak ettiği yeri vermesi, kuruluş doğasının bir gereği ve borcudur.
LOZAN'IN KURULUŞ RUHU
Avrupa Lozan’da Cumhuriyeti onaylarken, İsmet İnönü de Kürt meselesi tartışır ve “Biz Türkler ve Kürtler birlikte cumhuriyeti kurduk” biçiminde değerlendirmelerde bulunurken, doğal olan, Kürtlerin de en azından kültürel taleplerinin artık göz ardı edilemeyeceğidir. Böylelikle Cumhuriyet tarihsel bir yanlışlıktan dönmüş olacaktır. AİHS, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşme ve AB’ye katılım sorunları benim ölüm kararıma takılmıştır. Daha kapsamlı bir Kürt-Türk savaşı da bu karara takılmıştır. Tüm olumlu veya olumsuz gelişmeler bu kararın akıbetine bağlanmış bulunmaktadır.
Lozan’ın kuruluş ruhuna da ters olan bu durumun olumlu gelişmesinde, AB ve temel hukuki çerçevesi olan AİHS adil bir hakem rolünü oynayabilir. Savaş tehlikesini kökten ortadan kaldırmak, bu rolün başarıyla oynanmasına bağlıdır. Türkiye Cumhuriyeti de kendi çağdaş hukukunun bir gereği olan bu adaletli çözüme kendiliğinden yanıt vermelidir.
ONURLU BİR ÖZGÜRLÜK SAVAŞI
Kürtler tarih boyunca daha çok Türklere hizmet etmişlerdir. Bunun karşılığı inkâr ve tüm çağdaş haklarından yoksun bırakılmak olamaz. Hele hele ölüm kararını başlarında Demokles’in kılıcı gibi tutmak hiç olmaz. Kardeşçe, ne gerekiyorsa onun büyüklüğü kanıtlanarak çözümleyici bir tutum sergilenmelidir. PKK de barışı getirecek kadar askeri ve siyasal olarak gücünü ortaya koymalıdır. Aynı zamanda ülke bütünlüğü ve devlet birliğinin nasıl sağlam bir güvence olduğunu da kanıtlayabilmelidir. Bunlar çelişkili gibi görülse de, her birliğin çelişkilerin sentezinden oluştuğu unutulmamalıdır. Cumhuriyeti demokratik temelde yeniden yapılandırmanın ancak bu çerçevede bir Kürt barışı ve demokratik uzlaşıyla gerçekleşebileceği artık kabul edilmelidir. 21. yüzyılın bunun dışında başka hiçbir seçenekle kazanılmayacağı görülmelidir.
Kişiliğim üzerinde kırk yıldır sürdürülen ölüm-yaşam savaşı son aşamasına girmiştir. Tüm ulusal ve uluslararası güç mevzilenmesiyle yaşanan bu sürecin gerçekten ülkenin güçlü ve devletin demokratik bütünlüğü lehine sonuç vermesi tüm ilgili toplum, siyaset ve devlet güçlerinin barış ve tam demokrasi konusunda karar vermelerine bağlıdır. Benim de tercihim barış ve demokrasi olmasına rağmen şer güçleri ısrarla üzerine gelir ve çürütmeye devam ederlerse, bu işin sonunun onurlu bir özgürlük savaşı olacağı da açıktır.
DERLEME
YORUM GÖNDER