SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (10.BÖLÜM)
D- TARİHSEL GELİŞME VE YAYILMADA YÖNTEM SORUNU
Konumuzla yakın ilişkisi nedeniyle tarihe yaklaşım yöntemleri arasında tanımlama düzeyinde bir değerlendirmeyi önemli bulmaktayım. Ele almakta olduğumuz yöntemler tarihi, materyalizm ve idealizm karşıtlığı değildir. Bu yöntem çatışması gelişmenin özünü olduğu gibi yansıtmaktan uzaktır. Ayrıca tarihin sınıfsal-kahraman birey çatışması temelinde izahları da çok aydınlatıcı olmamaktadır. Bu sorunla çok daha yakından bağlantılı bir diğer sorun, toplumsal gelişme ve tarih ilişkisidir. Daha doğrusu zamanı aradan çekip yapılan tarihsiz bir toplum, bir uygarlık çözümlemesi ne kadar doğrudur? Sosyolojinin birçok bölümü tarihsizdir. Sanki gelişme aniden olmuş gibi varsayılmakta, ekonomik, hukuki, siyasi, askeri tüm diğer değerlendirmeler bunun üzerine inşa edilmektedir. Hem de en yalın bilimsellik adına bu yapılmaktadır. Diğer yandan toplumsal gelişme tarihsel dönem ve bölünmelere ayrıldığında, aynı soyutluk ve donmuş ilişki yaklaşımı devam etmekte; sanki dönemden bağımsızmış ve aralarında belirleyici bir ilişki yokmuş gibi ele alınmaktadır. Her dönem bir öncekini ya inkâr etmekte, ya da çarpıtarak kendi sübjektif yaklaşımları için malzeme olarak kullanmaktadır. Sonuçta tarih esas itibariyle kendisinin belirleyiciliğine hizmet oranında bir dar anlam düzeyine düşürülmektedir. Her dönemin diğerinden ne alıp verdiğini ve bir diğeri olmaksızın var olup olamayacağını abartmadan ve küçümsemeden, gerçekte olduğu gibi değerlendirme sorunu günümüzde de canlılığını korumaktadır. Bu anlam_da bilimsel tarih anlayışı henüz emekleme aşamasındadır denildiğinde, belki de doğrusu söylenmektedir. Kendi yaklaşımımı bu eleştirel açıdan değerlendirmeyi açıklayıcı bulmaktayım.
Özellikle sığ bilgilenme döneminde kitabi-şematik yaklaşımlar son derece sakıncalı, gerçekten uzaklaştıran sonuçlar doğurmuştur. Eldeki hazır reçeteleri tarih ve toplum analizleri olarak ortaya koyma, en bilimsel geçinen sosyal bilimcileri bile büyük sorumluluklarla karşı karşıya bırakmıştır. En bilimsel olduğu savıyla ortaya çıkan reel sosyalist yaklaşımların dogmatik idealist yaklaşımlarla benzer sonuçları doğurması son derece öğreticidir. Bunun temelinde yatan, Sümer’den beri devam eden benmerkezci anlayışın kendisidir. Mevcut politik kuruluşun kesin onayından geçen her anlayış, en bilimsel geçineninde bile sistemi meşru göstermenin temel aracıdır. Yapılan, Sümer rahibinin yaptığından farklı değildir. Belki de bol bol bilimsel bilgi kullanıldığı için bu çok daha tehlikelidir. Bilimsel çağda bilim adına rötuşlama, abartma ve küçümsetmenin mitolojik ve dinsel yaklaşıma göre topluma verdiği tahribat çok daha fazladır. Mitoloji ve din bir afyon ise, çarpıtmalı bilim toplumun özüne bir hançerdir. Afyonun uyuşturucu etkisini aşmak ne kadar kolaysa, hançerin koparıcı ve öldürücü etkisini onarmak o kadar zordur. Günümüzün bilim ve tekniğine dayalı sömürü ve baskı düzenlerinin devasa boyutlara ulaşmasının en temel nedeni, şüphesiz işkenceli yöntemden ziyade, esasta bilimin yapılış ve kullanılış tarzıyla bağlantılıdır.
Bilim ve bilimin temsilcileri bu durumdan kesinlikle sorumludur. Bunların Sümer rahiplerinin Sümer devleti ve uygarlığından sorumlu olmaktan daha fazla sorumlu tutulmaları büyük önem taşımaktadır. Çağımızda başta iki dünya savaşı olmak üzere tüm savaşlarda, yoksulluk, çevre kirliliği, cinsler arası eşitsizlik, nükleer dehşet dengesi, nüfus fazlalığı, teknoloji çıldırması gibi konular esas olmak üzere ortaya çıkan ağır sorunlarda bilim yapma tarzı ve temsilciliğinin sorumluluğu politikacı ve askeri komutanlardan daha az değil, daha fazladır. Bu gidişata bilim rahipleri geçit vermişlerdir. Günümüze doğru üniversiteler, Sümer ve orta çağların tapınaklarından daha az olmayan, tutucu ve bencil anlamda çağa karşı büyük sorumsuzluk içine düşmüşlerdir. Bol bol ilkçağları ve orta çağları suçlayıp kendini vaftiz etmek, hem de bunu “bilimsel yöntem” suyuyla gerçekleştirmek, herhalde fazla temizleyici ve arındırıcı bir değere sahip değildir. Bu bir abartma değildir. 20. yüzyılın insanda gerçekleştirdiği imha, işkence, açlık ve hastalıklar, diğer tüm yüzyılların toplamından fazladır. Bununla şu kanıtlanıyor: Eğer gerçekten tarih ve toplum karşısında sorumluluk duyuluyorsa, çağımızın temel paradigmaları, dayandıkları yöntemler, ortaya serdikleri eserler, bilim tarzını ve özellikle uygulanmasını köklü bir özeleştiriden geçirmek gerekiyor. Bu görev başarıyla yerine getirilmedikçe, hiçbir rahip veya büyücü sınıfın kötülüklerinden daha az bir kötülüğe yol açmadıkları suçlama ve yargılamasından kurtulamayacaklardır. Bunun için en başta yapılması gereken şey, tarih ve toplumsal yaklaşımın doğrultulması ve temel derslerine, etik, ahlaki sonuçlarına mutlaka bağlı kalınmasıdır.
Aksi halde kontrolden çıkan bir büyü ve sapkın tarikat, bir Çernobil’den ve Hiroşima ’dan daha yıkıcı ve acı veren durumda olmadığı gibi, bir büyücü ve din adamı da bir bilim adamından daha tehlikeli değildir. Şunu demek istiyorum: Tahribata yol açan ve acı veren her gelişmenin arkasında, moral değerden çoktan kopmuş, neye ve kime hizmet ettiğini sorgulamaksızın kabul eden bilim adamının masasında gerçekleşen bir plan ve program vardır. Bunun da arkasında büyük yanlışlıklar, ölçüsüzlükler ve adaletsizlikler yatan sakat bir tarih ve toplum anlayışı bulunmaktadır. Bilim bu büyük sorunları çözmeden, bu ağır suçlamadan ve eleştiriden kurtulamayacaktır. Çünkü var olan gerçeklik haklı eleştirinin ta kendisidir. Uygarlıksal gelişmeyi Sümer’e ve Sümerleri de neolitik toplum kaynağına dayandırmanın tarihi önemi, bu eleştirinin ışığında daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü uygarlık tarihi Sümer’le başlar. Sümer de Dicle ve Fırat’ın doğduğu dağların ve geçtiği ovaların doğa vergisine dayalı verimli ortamında, insan türünün yarattığı birinci büyük toplumsal dalgaya, tarım-köy devrimine dayanır. En azından kesintisiz M.Ö 10. binden itibaren başta Sümer uygarlığı olmak üzere tüm dünya uygarlığını kendisini kurutma pahasına da olsa beslemesine dayanır. Uygarlığın doğuran anasıdır. Tarihin başladığı –yazılı anlamda–, diyalektik ilkenin işlemeye başladığı toprak ve insanlarıdır. Bu hususu duygusallıkla ve yurtseverlik nedeniyle belirtmiyorum. Böyle anlaşılırsa çok yanlış olur. Tarihin diyalektik bağının yer ve zaman itibariyle doğru kurulması için bunu çok önemli görüyorum. Günümüzde geliştirilen ve genellikle kabul gören kısaca değindiğim eleştirinin gereklerini karşılamak için yapıyorum. Uygarlık çözümlemesine doğru başlangıç yapmanın hayati gereğinden ötürü üzerinde tekrar tekrar duruyorum.
Çünkü iyi bilinmektedir ki, başlangıcı doğru konulmayan bir tarih ve toplumsal varlık asla doğru tanımlanamayacaktır. Doğru tanımlanamayan bir tarih ve toplum da sürekli bir tehlike ve bunalım kaynağı olmaktan kurtulamayacaktır. Eğer tarihin kaynağı doğru konulmuşsa, aydınlatılması gereken bağlantılı diğer bir sorun olarak, ‘başka kaynaklar da yok mudur veya varsa aralarındaki ilişki nasıldır’ sorusu önem taşır. Bu konuda da yapılan vahim bir hata, toplumsal biçimlerin sanki bir kadermiş gibi zorunlu bir şematik gelişme ifadesiyle ortaya konulmasıdır. Bu anlamda Marks’ın diyalektik materyalizmiyle Hegel’in diyalektik idealizmi arasında fazla bir fark yoktur. Şüphesiz tarihin doğru yorumlanmasında Marks ve Hegel’in yöntem anlayışları büyük önem taşır. Bunlar geçerliliklerini yitirmiş olmaktan hala uzaktır. Tam da bu nedenle tarih ve toplumun somutuna ilişkin gerçeklerin ortaya çıkarılmasında en başta sorumlu tutulmaları gereken bu iki yöntemdir. Yönteme göre somut, büyük oranda ikinci plana bırakılmıştır veya yönteme hizmet ettiği oranda somut değer görmüştür. Özellikle 20. yüzyıla doğru gelindiğinde, tersine somutun en ince ayrıntılarını bile “bilimsel dal” haline getirip ana doğrultuyu gözden yitirmeleri veya “bilimin konusu değildir” deyip ikinci plana düşürmeleri, bilim adamlarını tipik “bilim softaları” durumuna düşürmüştür. Şüphesiz bu da üniversitenin ve bilim adamının tapınak ve rahip rolünden kesinlikle çıkmamış olmasından kaynaklanmaktadır. Şunu hiçbir zaman göz ardı etmemek gerektiğini vurguluyorum: Çağımızın benmerkezciliği bireysel düzeyde aşılsa bile, kurumsal düzeyde kesinlikle ilk ve orta çağlardan daha ileri olmayıp, birçok bakımdan daha geri ve toplum ahlakı açısından da daha tehlikelidir. Kendini emeğin savunucusu ve eşitliğin temsilcisi, dolayısıyla adaletli ve bilimsel yaklaşımın esas sahibi gibi gösteren bilimsel sosyalizm, bu sıfatına sahip olmaktan henüz çok uzaktır.
Kanıt, reel sosyalizmin içine düştüğü ve yol açtığı en büyük ahlaki bunalım ve adaletsizliktir. Şüphesiz bu da tarihe ve topluma doğru ve adil yaklaşamamanın karşı intikamıdır. Şu görüşü kabul ediyorum: Tarih ve toplum canlı organizmalardır. Onları yanlış yorumlayanlara ve inkar edenlere er veya geç ama mutlaka karşılığını verecek ve hak ettiği tokadı vuracaktır. Toplumsal proje ve programları soyut şemalara ve yanlış tarih görüşlerine dayandırmak, en acı sonuçlarını reel sosyalizm, reel faşizm vb. birçok toplumsal hareket ve devlet kurumlaşmasında göstermiştir. Temeli yanlış örülen, gereken düzeltmeyi yerinde ve zamanında yapmazsa, içeriğine göre bir yıkılışı yaşayacaktır. Hiçbir çağ, çağımız kadar bu kuralın doğruluğunu yaşamamıştır. Tarihi besleyen başka kaynaklar çeşitlidir. Farklı güç ağırlıkları vardır. Burada esas sorun akışın ana kaynağıdır, sürükleme ve besleme gücüdür. Kendi başlarına küçük akarsular ve göletler fazla yararlı olamazlar. Ancak bir ana kanalda birikip baraja dönüştürüldüklerinde kullanılabilir bir enerjiye dönüşmüş olurlar. Tarihin de böyle bir ana nehir olma sorunu vardır. Tarihsel gelişme kendi başına akarsu ve göletlerden ibaret değildir. Böyle tarihler de vardır. Ama temel çizgi anlamında diğer kaynakları ya zorlayıp kendine katan ve besleyen, ya da yalnızlaştırmaktan ötürü kurutan ana kaynak olma gerçeği de vardır. Tarihsel akışın ana nehri birçok koldan beslenerek günümüze kadar gelmiştir.
Geçen zamanla bazı girdaplarda çevrelense ve durağanlaşsa da giderek büyüyen ve hızlanan bir nehir akışındadır. Bu akışta hangi toplum biriminin nerede, ne zamanda ve nasıl bir katkıda bulunduğunu tespit etmek tarihçiliğin temel görevidir. Tarih dışında kalmanın da bu yöntemle tespiti kolay olmaktadır. Gelişmenin düz bir çizgi gibi mi veya helezoni halkalar halinde mi olduğu tartışmaları önemli olmakla birlikte, yöntem için ikinci plandadır. Bu yaklaşımımızın derin bir hümanizmle bağlantılı olduğu açıktır. Elimizde en milliyetçi geçinen toplumun bile tarihten en çok beslenen toplum olduğunu çok iyi bilmek gerekir. Bunun tipik örneği, Yahudi toplumudur. Tarih boyunca en milliyetçi ve kendini üstün, farklı konumda tutan bu toplum, tarihin ana kaynaklarından en çok beslenen toplum konumundadır. Büyük Sümer, Mısır, Fenike, Grek, Roma, Avrupa ve güçlü temsilcisi ABD’den en çok beslenen toplum Yahudiler olduğu gibi, bunlara en çok bilinçle katılım gösterip beslemenin gereğini yapan toplum da yine Yahudilerdir. Bu anlamda Yahudi tarihi, özelle genelin iç içe özelliğini en çarpıcı yansıtan tarih olma şansına da sahiptir. Yahudi kökenli aydınların dünya çapında rol sahibi olmaları da yine bu tarihsel katılım ve bilinçle derinden bağlantılıdır. Yahudi toplumunun gücü de kaynağını bu gerçeklerden alır. Yaklaşımımın bir diğer sonucu, gerçekliği oranında, hak ettiği oranda değer vermeyi gerekli kıldığıdır. Tarih bir bütün olduğu gibi, bu bütün içinde her parçanın yeri ve değeri vardır. En küçük bir topluluğun ve en sıradan bir bireyin bile değeri yadsınamaz. Nasıl ki tarih bir toplumda, bir toplum da tarihte yansırsa, bir toplum bireyde, birey de bir toplumda yansır. Diyalektik yöntemin tarihe uygulanmasının bir ifadesi olarak, tarihsel materyalizmin varacağı en temel sonucun bu formülde yattığını bilimsel bir inanç değerinde görüyorum. Bu yöntemsel sorunları ilgili bölümlerde ele alacağımız konulara ilişkin olarak daha da açımlamanın gerekli ve önemli olduğu kanısındayım.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER