SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT-I (52.BÖLÜM)
d- Köleci Uygarlığın Mirası:
Sınıflı topluma geçiş, Neolitik toplumun çözüm bulamadığı çelişkilerinin sonucuydu. Biriken üretim araçları ve bilgi düzeyi üst boyutta örgütlendirilemediğinden, atıl kalıyordu. Diğer yandan önemli bir nüfus artışı gerçekleşmişti. Toprağın genişliğine bölüşümünün sonuna gelinmişti. Köylü toplumu yayılarak sorunlarını çözme imkanlarını tüketmişti. M.Ö 4000’lere gelindiğinde, tarım toplumu Atlas Okyanusu’ndan Büyük Okyanus’a kadar tüm elverişli Avrupa ve Asya topraklarını kaplamıştı. Akdeniz’in çevre bölgelerinde yoğunlaşma da ileri boyutluydu. Köy toplumu gelişmesinin azami sınırlarına vardığında, ya yeni bir sistemle çıkış arayacak, ya da son dönemlerinde yaygınlaşan toprak kavgaları nedeniyle kısır bir çatışma ortamında yozlaşacaktı. Teknik düzey ve artan nüfus, çözümü sistem değişikliğinde bulacaktı. Köleci sınıf toplumunun çözüm tarzını yakından görmeye çalıştık. Bu bir kent devrimiydi. Özü, eldeki teknikle tüketebileceğinin çok üstünde üretebilen insan emeğinin toplu organizasyonuna dayanıyordu.
Dicle, Fırat ve Nil vadilerinde artan nüfusun sulu tarıma seferber edilmesi harikalar yaratıyordu. Günümüzün silikon vadisi gibi, bu yeni üretim merkezleri bir rüyanın, mucizenin gerçekleşmesi gibiydi. İnsanlık durumu bu gelişmeyi böyle algılıyordu. Tüm düşünce yapısına da böyle işlenecekti. Neolitik köy toplumunun binlerce yıl süren yeknesaklığına bu tür bir çıkış yaptırma şüphesiz büyük bir ilerlemeydi. Bağrındaki tasavvur bile edilemeyecek çelişkiler, hemen kendini göstermek durumunda değildi. Her şey bir hayal dünyası gibi şiirsel ve çekiciydi. Çalışan bile eskisine göre karnını daha iyi doyuruyor ve güvenlik içinde yaşıyordu. M.Ö 3500’lerde ilkin Sümer Uruk, Eridu gibi kent kuruluşlarında başlayan sistem, tam üç bin yıl özünü koruyarak ve zincirleme kurumlara yol açarak, kesintisiz büyüyerek ve yayılarak, tarım toplumunun oluştuğu tüm alanları adeta yeniden fethederek uygarlık alanına dönüştürmeyi başarmıştı. Yaratılan uygarlığın bugün bile tüm yönleriyle çözümlenebildiğinden bahsetmek zordur.
Günümüzün geçerli olan tüm temel ilişki ve kurumları kaynağını bu uygarlıktan almaktadır. Yarattıkları, toplumsal şifreler halinde hafızamızın derinliklerinde bizleri yönlendirmektedir. Şehirleşmenin tüm temel kurumları, sosyal sınıfları ve yaşam kültürünün kökenleri bu kaynaklara kadar uzanmaktadır. Tapınak, saray, tiyatro, pazar, meclis, caddeler, atölyeler, okullar, özel ve genelevler ilkin bu küçük kentlerde gerçekleşmişlerdi. Yöneten, yönetilen, mülkiye, memur, vezir, baş yürütücü, danışma organları, askeri komutanlık hep bu dönemden kalmadır. Yazı, mitoloji, resim, müzik, tiyatro, folklor, rituel (ibadet) tapınağın icatlarından sayılır. Bu tip kurumların ne kadar önemli olduklarının derinliğine farkında olan Sümerler, bunlara en yüce yasalar olarak “Me” lerimiz diyecek ve hep saygılı davranacaklardı. Uygarlığın daha sonraki süreçleri, bu kurumların ve onlara yön veren zihniyetin gelişmesi ve yayılması anlamına gelecekti. Çelişkileri dayanılmaz boyutlara vardığında, yeni ilahlara ve baş temsilini yaptıkları dinlerine sığınacaklardı. Daha da zorlandıklarında iradelerine güçlü bir cesaret yükleyerek, özgürlüğün yeni dünyalarına açılacaklardı. Gerektiğinde ilahlara başvurmadan, kendi akıllarına başvurarak, her şeyin özünde yatan yasaların bilgisine ulaşmaya çalışacaklardı.
Doğada önceleri toplayıp yedikleriyle, sonraları ekip biçtikleriyle yetinmeyecek, değiştirip biçimlendirerek de zenginleşmeyi öğreneceklerdi. Sadece toplumun değil, devletin de yasaları oluşturulacak, hukuk da yaratılacaktı. İnsanlık kendini, köy toplumunun çelişkilerini çözme aracı olarak gerçekleştirdiği şehir devriminin daha da büyüyen çelişkileriyle karşı karşıya bulacaktı. Her çözüm yeni bir çelişkiye kapı aralıyordu. Uygarlıkla hızlanan toplumsal zamana “ilerleme” denilecekti. İster kader diyelim ister özgürlük yürüyüşü, insan varolma tarzını böyle kararlaştıracak ve yürüyecekti. Köleci uygarlığın bağrında gelişen çelişkiler, sistemin öz mekanizmalarıyla çözülecek cinsten değildi. Hepsinden öncelikle toplumun genel zihniyet ve ruhsal durumu, köleci yaşam tarzıyla toptan bir çelişki içine yuvarlanmıştı. Uyanan zihniyet ve özgürleşmeye başlayan irade, yeni yollar arıyordu. Şüphesiz bu gelişmelerin altında temelde maddi çelişkiler rol oynamaktadır. Başta kölenin olmak üzere, üretim araçları üzerine kurulan mülkiyet ilişkisi büyük bir atalet, işsizlik ve araçlarla ilgilenmeme sonucunu doğuruyordu. Birçok icat, örneğin suyla çalışan değirmen, su çarkı gibi ucuz köle emeği nedeniyle kullanıma yeterince sokulmuyordu.
Tüm önemli üretim araçları, geçerli köleci mülkiyet ilişkileri ve zihniyet yapısı tarafından çürümeye ve kapasitelerinin çok altında bir verimliliğe terkedilmişti. Savaşlar nedeniyle köle ordusu daha da büyüyordu. Köleliğin kuruluş aşamasında büyük verimliliğe yol açan köleci çalışma düzeni, şimdi tam bir verimsizlik sistemine dönüşmüştü. Daha önceleri geri toplumların ve siyasi yapıların çözülmelerinde ileri bir rol oynayan askeri çeteler, son dönemlerinde tahribat, yıkım ve karşılığı bulanamayan masraflara yol açıyordu. Askeri çetelerin çekici bir yönü kalmamıştı. Kent orta sınıfının ticaret ve zanaatçılığı eski canlılığını yitirmişti. Yeni bilim ve felsefe çabaları görülmediği gibi, eskinin ezberciliğini bile unutan karanlık bir döneme giriliyordu. Toplumsal güvenceler, töre ve hukuk geçerliliğini yitirmiş durumdaydılar. Resmi ideolojiler ve tapınmalar en bağnaz ve anlamsız düzeye düşmüşlerdi. Tepede kanlı hanedan savaşlarıyla merkez dağılırken, bölgesel güç odakları peydahlanıyordu. Devletin vidaları sıkıştırıldıkça, daha çok parçalanmalara yol açıyordu. Çin’den Roma’ya kadar M.S 300’lerden itibaren açıkça kendini yüzeye vuran gerçekler böyle bir gelişmeyi yaşıyordu. Sistemi doğuran ve büyüten tüm ilişki, kurum ve temsil eden güçler artık sistemin içine sığmıyor ve dağılmaya zorluyordu. Ne çarmıha germeler, ne aslana yedirmeler, insanlığın vicdan ve zihin gücünün yeni uyanışını durduramıyordu.
Uygarlıktan aldığı derslerle öz akıl ve iradesinin yürüyüşünde, insanlık yeni bir sistem peşindeydi. Kutsallık bölgesi Ortadoğu, yeni kutsallık güçleriyle bir kez daha doğurganlık sürecindeydi. Babil’in ve Roma’nın Kudüs’teki en kirli işbirlikçileri kral ve kahinlerine karşı büyük vicdan devriminin isyancısı İsa, çoktan Ruh-ul Kudüs olarak göğün ve yerin manevi krallığına oturmuştu. İnançlı bir avuç havarisinin vicdan ve ahlak savaşı, görkemli Roma’yı içten çökertmişti. Hıristiyanlık partisinin üç yüz yıllık sosyal hareketi, imparatorluğu teslim almak üzereydi. Daha Doğu’da, Medya platolarında bir şimşek gibi çakan ve aslan yürüyüşü halinde bir irade gücüne dönüşen Zerdüşt geleneği, Mani şahsında bir yeniden doğuş hareketine kavuşmak üzereydi. Eğer çoktan gericileşen Sasani rahipleri Kartirler olmasaydı ve Mani katledilmeseydi, Avrupa türü bir uygarlık Mezopotamya kökenleri üzerinde boy verebilirdi. Erkenden gericileşen Sasani İmparatorluğu, İskender karşısında birkaç muharebeyle yıkılan Ahamenişler, İslam güçleri karşısında yaşayacaklardı. Bunlar, Bizans kadar bir dönüşüm gücü gösteremediler. Sistemin kendini yenileme şansı olmadığı açıktı. Daha doğuda Çin ve Hint, büyük iç boğuşmalardan sonra M.S 300’de yeni Büyük Han ve Çandagupta Hanedanlığı’yla feodalleşme sürecine gireceklerdi. Ortadoğu kutsallık tarihi, üçüncü büyük doğuşun gerçekleşme aşamasındadır.
M.Ö 300 ve M.S 300 arası yıllarda bu topraklarda çok yaygın yaşanan kutsal birlikler hareketi, dönemin gizli ve yarı meşru partileşmeleridir. Oturmuş sınıflar olmadığından, düzenin meşruiyet sorgulaması ancak bu biçimler altında mümkün olabilirdi. İster ardına gnostik (biliciler), ister mistik gruplar densin; bu akımlar hem resmi din hem resmi felsefe akımlarından kopmakla, özünde düzeni sorgulamaktadırlar. Yakın aralarla Sokrat, İsa ve Mani’nin katledilmeleri, gnostik ve mistik temelde hareket etmeyi zorunlu kılıyordu. Önderlerin yaşamından çıkan dersler bunu gerekli kılmaktaydı. Köleci uygarlığa karşı kutsal coğrafyada altı yüzyıldan fazla bir ideolojik ve moral hareket söz konusudur. Maddi koşullardaki çözümsüzlük, ruh ve zihniyet dünyasına yansıyarak büyük mürşitler ve tarikatlar çağına yol açmaktadır. Tarihçiler arasında M.Ö 500-M.S 500 arası yıllara büyük klasikler çağı denilmesi boşuna değildir ve sistemin son sürecine girmesiyle yakından bağlantılıdır. Konfüçyüs’ün beş büyük kurala bağlılık ahlakı, Budha’nın acılardan kurtulma ahlakı, Zerdüşt’ün iradeli insan ahlakı, Sokrat’ın kendini bilme ahlakı, büyük klasikler çağının başlangıçlarıdır.
Hepsi M.Ö 500 civarında yaşamışlardır. Yol açtıkları zihniyet ve ahlak devrimleri, özünde köleci uygarlığa karşı olmak kadar, etnik yapıların dar töreciliğine karşı da bir yanıt niteliğindedir. Din ve felsefe adına geliştirilmiş tüm düşüncelerin yeni bir uygarlık yaratmak üzere büyük beyin ve vicdanların hareketiyle reformdan geçirilmeleri, bu on yüzyılın ortak zihniyet ve mahşeri vicdanına yol açmıştır. Maddi koşullardaki çelişkiler, kendi başına uygarlığın sistem değişikliğine yol açamaz. Ancak kendi mecrasında büyük zihin ve vicdan oluşumları yeni sistemin önünü açabilir, yeni çağın düşünce ve ruh tarzını yaratabilir. Bu yüzyıllarda Ortadoğu’nun kutsal topraklarında çığ gibi bitiveren sosyal hareketlilik, yeni sistemin ana rahmine düşmesi ve şekillenmesi anlamına da gelmektedir. Daha somut olarak, kent devrimine dayalı uygarlığın, kentten kaynaklanan çözümlenemez çelişkilerle boğuşunca çareyi kırsallıkta arayacağı beklenen gelişmedir. Kölelerin beslenmesinin bile güçleştiği bir sürece girildiğinde, bunlar kendiliğinden kırsala boşaltılacaklardı. Ya da yaygın kaçışlarla artık önüne geçilemez bir sürece girilmişti.
Burada da karşımıza çıkan, tıpkı kuruluş aşamasında olduğu gibi çözülüş sürecinde de belirleyici olan zor değil, üretim koşullarıdır. Köle emeğine dayalı verim ve verimsizlik durumudur. Toplumun temel yasası işlemektedir: Üretim ilişkileri (mülkiyet tarzı ve üst yönetim) üretim güçleriyle çözümlenemez bir bağdaşmazlığa düşünce, bunların parçalanması ve yeni bir biçim altında işlerliğe kavuşması kaçınılmazdır. Tarihçiler bu dönüşümü çeşitli adlar altında vermektedirler. Klasik çağın sonu ve ortaçağın başlangıcı, daha genelleştirici bir anlatımla, köleci uygarlıktan feodal uygarlığa geçiş de denilebilir. Hıristiyanlığın M.S 325’lerde resmi din olarak ilanı ve imparatorluğun Doğu ve Batı Roma olarak bölünmesi (M.S 395) ve en son Gotların Batı Roma’yı ele geçirip hanedanlık kurmaları (M.S 495), tarihin resmi kronolojisi olarak değerlendirilmektedir. Çin, Hint ve Ortadoğu’nun uygarlık merkezlerinde özde benzer, ama değişik biçim ve tarihlerde aynı durum yaşanacaktır. Tarih, insanlık çok yorgun düşmüş de olsa, neolitik çağın ana yurtlarında, ama ondan farklı ve üst düzeyde yeni bir zihniyet ve ruhla, daha da geliştirilmiş üretim araçlarıyla ikinci büyük uygarlık dönemine emin ve yavaş adımlarla girmekte ve ilerlemektedir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER