TÜRK İKTİDARININ ÇIKMAZI, CHP'NİN“AÇILIMI” VE HDP
Katışıksız bir iktidar aracı olarak gelişen ve insanın doğal kökenlerine açtığı savaşla ayakta kalabilen Türk egemenliği, doymak bilmez habis bir ur misali, her geçen gün iktidar alanlarını genişletmek istiyor. Türk egemenliğinin bu genişleme hırsı ve arzusu, coğrafyamızda yaşayan tüm insanların, halkların, kültürlerin, inançların, doğanın ve anlamın kaybına yol açıyor. Ajandasında Türkçülük-tekçilik-inkârcılık, ırkçılık ve hırsızlık dışında hiçbir şey bulunmayan bu iktidar, her geçen gün egemenlik alanını genişletmek isterken, toplumun payına savaşlar, çatışmalar, kölelik, sömürü, yoksulluk ve yoksunluk; açlık ve geleceksizlik düşüyor. “Büyümesi” insanın-toplumun küçülmesi ile mümkün olan bu iktidarın, kuruluşundan bu yana, ama özellikle son 50 yıldır iki önceliği oldu: Birincisi, Kürt halkı şahsında halklara, ötekilere düşmanlıktır; inkâr, imha, kültür kırım, asimilasyon, katliam ve daha nice politika bu uğurda devreye kondu-konmaya devam ediyor. Bu uğurda tüm kaynakların, Kürt inkârının devamı ve Kürt’e karşı yürütülen soykırım savaşını finanse etmek için kullanıldığı, rejimin bir tür savaş makinesi olarak örgütlendirildiği, yaratılan devasa savaş makinesinin adeta dipsiz bir kuyu misali her şeyi absorbe ettiği bir sır olmaktan çıkmış durumda. Günümüzde artık, rejimin sözcüleri de bunu inkar etmiyor ve “bir mermi fiyatı ne kadar biliyor musunuz” diyerek, itiraf ediyorlar. İkincisi ise hırsızlığın, vurgunculuğun, talan felsefesinin yüceltilerek sermaye sınıfının sürekli büyütülmesidir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nden başlayarak, 1950 DP-Menderes iktidarı, 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül ile hayata geçirilen ve Özal-Kemal Derviş-Erdoğan eliyle uygulanan neoliberal ekonomi politikaları sömürünün en katmerleşmiş halini ve insanın insan olmaktan utanır duruma düşürülmesinin hikâyesini anlatırken, gözünü kan ve kar hırsı bürüyen Türk egemen sınıflarının ve ırkçı devletin, bir avuç zengin azınlığın dışında toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamaktan nasıl uzak olduğuna her gün daha fazla tanık oluyoruz. Ancak Kürt inkârı üzerine bina edilen bu devletin ve azgın azınlığın yürütmüş olduğu soygun ve talan politikası artık yolun sonuna gelmiş durumdadır. Elde kalan tek şey, Kürtlere karşı askeri, siyasal, sosyal, kültürel ve son 6 yılın uygulamalarına bakarak denilebilir ki, fiziki soykırımdır ve uygulamalardan da anlaşılıyor ki, Türk devleti bu politikalarda ısrarlı ve varlığını, Kürt’ün yokluğu üzerinde bina etmeye devam etmek istemektedir. Bunun mümkün olup olmayacağını hep birlikte göreceğiz. Lakin belirtilmesi ve görülmesi gereken bir başka şey daha var: Gelinen aşamada soygun ve soykırım politikaları, Kürtler ile sınırlı olmaktan çıkmış; tüm halkları, kadınları, coğrafyamızın en savunmasızları olan çocukları, emekçileri, yoksulları, evsizleri, mültecileri, yaşlıları, engellileri ve korunaksız herkesi kapsamaya başlamış ve her geçen gün ölümcül bir hale evirilmektedir. Bunu görmek için kahin olmaya gerek yok; sokaklara azıcık bir göz gezdirmek yeterlidir. Örnek olsun: Bir yandan tüm ülke mafyoz tipler tarafından ağ gibi kuşatılıp gemiler dolusu kokainler taşınmakta, öte yandan ise işsizlik rakamları başını almış gitmiş haldedir. Bir yandan mutlu azınlığın saltanat görüntüleri gazete manşetlerini süslerken, öte tarafta ise gazetelerin üçüncü sayfaları kadınlara, çocuklara taciz ve tecavüz haberleri ile dolup taşmaktadır. Bir tarafta milyon dolarlık mala çökmeler ve bunların kavgaları olurken, öte tarafta ise evsizlerin sokaklarda, duvar diplerinde yatacak yer arayışı görülmezden gelinerek, “açım” “barınamıyorum” diyenlere ‘hain’ damgası vurulmaktadır. Bu liste böyle uzayıp giderken, “açlık oyunları”na taş çıkartan senaryolar devreye konulup, insan haysiyeti ile oynanmaya devam ediliyor… Çocuğuna ekmek alamayan ana-babanın intihar haberleri vaka-i addiyeden sayılırken, buna rağmen kıyamet kopmuyor; zira ülkenin sağcı ve solcu, dinci ve liberal, aydını ve aymazı, partilisi ve partisizi; yerli ve dahi milli mutabakatın gereği olarak rejimin arkasında saf tutma anlamına gelen kaşıkçı kavgasından öteye bir adım atmıyor, girişimde bulunmuyor. Varsa yoksa, kimin iktidar olacağı, saltanat kayığına kimin bineceği kavgası yürütülüyor... Uzun bir zaman var ki, Türk devleti yeni baştan örgütlendirilerek, yeni bir siyasal rejim inşa edilmek ve toplumsal ilişkiler buna göre yeniden düzenlenmek isteniyor. Bu sürecin tamamlanması için iktidar mahfillerinde birçok engel ekarte edilmiş varsayılıyor. Ancak ekarte edilemeyenler de var ve bunların başında Kürt siyasal hareketinin legal alanını temsil eden HDP geliyor. Cürmünden fazla yer yakan parti: HDP 1-Belirtmek gerekir ki, HDP, devlet-iktidar nezdinde fikriyatı ve siyasetiyle, rasyonel politikası ve potansiyeli ile cürmünden fazla yer yakıyor ve bundan ötürü rejim nazarında (her iki ittifak dahil) büyük bir ‘tehdit unsuru’ olarak görülüyor. 2-Zira HDP’nin çok uluslu ülke realitesine uygun olarak demokratik ulus anlayışı ve yerel demokrasiyle şekillenmiş demokratik Cumhuriyet modeli, verili tekçi ulus-devlet anlayışın cumhuriyet modelinde köklü demokratik değişim-dönüşüm anlamına geliyor. Bu değişim-dönüşüm onların siyasal tahayyüllerinin çok ötesinde bir geleceğin inşasına projeksiyon tutuyor. 3-HDP’nin yerel ve bölgesel ölçekte izlediği ve demokratik değişimlere yol açma potansiyeli taşıyan üçüncü yol siyaseti, devlet iktidar güçlerinin verili stratejik yönelimleriyle bağdaşmıyor. Tüm bunların sonucu olarak, giderek toplumsallaşma eğilimi güçlenen HDP programı ve bu program etrafında biriken toplumsal güçler sadece saray rejimi açısından değil, 100 yıllık Kürt inkarı ve toplumun talan edilmesi üzerine bina edilen devletin bütün stratejik yönelimlerini akamete uğratacak bir potansiyeli taşıyor. Tam da bu noktada, bu potansiyelin yeni bir siyasal süreci inşa edebilecek kapasiteye sahip olduğu çok uzun zaman önce rejim tarafından görülmüş ve bunun olmaması için HDP hedef tahtasına yerleştirilerek, “devlet aklı” HDP ve temsiliyetini yaptıklarına savaş ilan etmiştir. 7 Haziran sonuçlarını doğru okumak Politik iklimin her türlü aşamalarını yaşayan, bu iklimde toplumsallaşan, büyüyen ve genişleyen üçüncü yol siyasetine yön veren politik güçlerin, bir süre sonra parlamentoyla yetinmeyerek köklü bir siyasal değişim ve toplumsal dönüşüm sürecinin önünü açacak bir yönelime girme potansiyelini açığa çıkardığı ve devlet-iktidar güçlerinin tolerans sınırlarını fersah fersah aşan bir siyasal süreci örme riski, HDP’ye yönelik ‘topyekun bir mücadele’ konseptinin ve ‘çöktürme planı’nın devreye sokulmasının başlangıcı olmuştur. 7 Haziran 2015 ve sonrasında yaşananlar bu nedenle bir milat olma özelliği taşıyor; Biliniyor ki 7 Haziran seçimleri ertesinde HDP’nin kriminalize edilerek ‘acil tehlike’ ilan edilmesi ve ‘öncelikli hedef’ haline getirilmesinin nedeni, sadece barajı aşarak 80 vekille parlamentoya girmiş olması, AKP’yi iktidardan düşürerek Erdoğan’ın başkanlık yolunu kesmesi değildi; esas olarak izlediği üçüncü yol siyasetiyle devlet-iktidar güçlerinin temel stratejik yönelimlerini akamete uğratacak bir siyasal iradeyi açığa çıkarmış olmasıydı. Bu anlamda 7 Haziran sonrası, 20 Temmuz Suruç Katliamı’yla beraber HDP’ye yönelik stratejik bir saldırı dalgasının başlatılması bir rastlantı olmadığı gibi, bu saldırı dalgasının kararı da, sadece Erdoğan-saray tarafından alınmış değildi. Bu kararda, gözüken Erdoğan ve ittifak ettiği ortağı Bahçeli olsa da, ittifak güçleri çok daha geniş, derin ve çeşitliydi. Bunun en bariz kanıtı, 15 Temmuz’daki devlet içi çatışma sonrasında, Yenikapı’da çekilen fotoğraf karesidir. Bu fotoğraf karesinin sonrasında, HDP ve Kürt halkına; temsilcilerine, önderliğine, 40 yıldır yürütülen imha savaşının, “sınırlar” dışına taşırılmasına ve bunun için gereken ekonomik, politik, yasal ve anayasal ve kitle(!) desteğine bakıldığında bu durum rahatlıkla görülebilmektedir. Nitekim Erdoğan’ın, “…bunlar sadece bizim iktidarımızı değil, bizim kurmak istediğimiz medeniyeti de yıkmak istiyorlar, herkesi Yenikapı ruhunun arkasında durmaya çağırıyorum” biçimindeki sözleri, HDP’ye (Kürtlere yönelik topyekun savaş) yönelik saldırıların sadece siyasal iktidar tarafından yapılmadığının, bu imha ve soykırım saldırılarının görünür tüm partiler, görünmeyen tüm mahfiller tarafından ortak yürütüldüğünün, en azından göz yumulduğunun da kanıtıydı ve birbirine eklemlenmiş çok yönlü bir sürecin çoklu aktörlerle eş zamanlı olarak işletildiğinin ipuçlarını veriyordu. Devletin derin katmanlarında alınan ve çoklu aktörler dahil edilerek yürütülen bu saldırı konsepti, 6 yıldır aralıksız olarak yaşamın her alanında en şiddetli haliyle yürütüldü; Efrîn, Serêkaniyê, Girê Spî işgal edildi, Medya Savunma Alanları’na tarihin en büyük imha saldırıları yapıldı ve devam ediyor. Hiçbir savaş hukuku ve ahlakına bağlı kalmadan kimyasal gazlardan tutun, her türlü insanlık dışı yöntem ve silahı kullanılıyor. Rojava, Başûr ve Bakurê Kurdistan’da sivillere yönelik öldürme, kaçırma, köyleri boşaltma, dağı-ormanı yakma sürüyor. Sûr, Cizîr, Nisêbîn, Gever, Şirnex örneğinde görüldüğü gibi, onlarca Kürt şehri yakılıp yerle bir edildi. Kürt’e ait tüm tarihi-ekonomik değerleri çalarak zimmete geçirildi. Legal alanda HDP üzerinde amansız bir baskı kurularak nefes alamaz hale getirilmek istendi; eşbaşkanları, milletvekilleri, belediye eşbaşkanları, binlerce üyesi tutuklandı, kaçırıldı, sürgün edildi. Belediyelerine el konuldu. Kürdistan’da Kürtlük adına ne varsa, Kürt ve Kürdistan adına söz söyleyen kim varsa hepsi adeta mengeneye alındı. AKP-Erdoğan tarafından yürütülen bu saldırı dalgasının konjonktürel değil, stratejik olduğunun altı özellikle çizilmeli. Amaç kesinlikle ve kesinlikle Kürtleri imha; inkar cumhuriyetinin 100. yılına girilirken, bu güne dek yaratılamayan dört başı mamur Türk uluslaşmasını gerçekleştirmekti. İşte HDP’ye yönelik saldırı ve tasfiye dalgası bu planın bir parçası olarak hayata geçirildi. Soykırım planının boşa çıkarılması Tarih şahittir ki, Kürtler direndi, hem de tüm varlıklarıyla, tüm dinamikleriyle direndi; İmralı, dağ, zindan, şehir, diaspora en amansız biçimde direnirken, direniş salt fiziksel olmaktan çıkarak manevi yön kazandı. Yalnızlığa direndi Kürtler; yoksulluğa, vahşete, sürgüne ve dahi işkencelere, zindanlara. Belki çok öldü, fakat ölürken bile, yaşadıklarına anlam vererek, kendi ölümünün etrafında bir toplumsallık yaratmaya devam edip kendisini öldürenleri, öldürmek için sıraya girenleri ruhen, zihnen öldürdü… Bu direnişin sonucudur ki, rejim içeride ve dışarıda sorgulanmaya başlandı. Rejimin “sorgulanmaya başlanması” Elbette ki, Türk rejiminin Kürdistan özgürlük hareketine saldırıları uluslararası hegemonyadan bağımsız değildi; zira Kürt özgürlük hareketinin program; söylem, eylem ve yaşamı, sadece Türk rejimi açısından değil, Hegemonik güçler açısından da ‘risk’ olarak kabul edilmekteydi. Özgürlük hareketinin başlangıcından bu yana, ama daha yoğunluklu olarak 1990’lı yıllar ve 1999 yılı ile zirveye çıkarılan hegemonik saldırılar, Türk devletine verilen sınırsız destekler ile özgürlük hareketini yok etmek, olamıyorsa da etkisini sınırlamak herkesin hafızasında... Bu anlamda içteki çoklu aktörlere dış aktörler de dahil olmuş idi. Ancak rejim, uluslararası alanda hegemonik güçlere verdiği PKK’yi yok etme sözünü yerine getiremeyerek, verilen bütün kredileri tüketti. Bununla da yetinmeyerek, Osmanlı hevesleri ile hareket edip tüm çeteleri etrafına topladı; Akdeniz, Afrika, Suriye ve Ermenistan-Azerbaycan savaşında da görüldüğü üzere “müesses” nizamı bozacak hareketler içerisine girmeye başladı. Bunun sonucunda ”Nizam” bekçileri olan güçler tarafından Türk rejimine şüpheyle yaklaşılmaya başlandı. Rejim ile hegemonik güçlerin ilişkileri devam ediyor olsa da, bu sorgulama artık başlamış durumda; bu sorgulamanın uzun vade de, Türk egemenleri için tahribatlarını hep birlikte göreceğiz… Nedenler farklı da olsa, aynı sorgulama içeride de oluşmuş haldedir. AKP’nin içindeki parçalanma, MHP’den Akşener ve arkadaşlarının kopması, Erdoğan’a tetikçilik yapan çetelerin ifşaatları, Kürt soykırımına kayıtsız şartsız destek veren Ergenekon ve CHP kanadındaki hareketlenmeler ve sonrasında yükselen itirazların tümü, Kürtlerin direnişi karşısında başarısız olan rejimin, saldırı oklarını yalnızca Kürtlere değil, bütün toplumsal muhalefete yönelterek, kendinden olmayan herkesi ve hatta bugüne dek kendisiyle birlikte hareket eden kesimleri dahi kendi varlığına karşı bir ‘tehdit unsuru’ olarak görmeye başlamış olmasıyla yakından ilintilidir. CHP: Neden şimdi? CHP’nin “Kürt sorunu parlamentoda çözülür” ve “muhatap HDP’dir” çıkışını anlamak istiyorsak, buradan bakmak ve ele alarak yaklaşmak önem taşımaktadır. CHP’nin çıkışına yol açan birinci yön şudur: CHP, Rojava, olası İran müdahalesinde Rojhilat ve kaos içerisinde bulunan Irak’ın yakın gelecekteki durumu ve bunun Kürtlere etkisini CHP dikkatle izlemektedir. (Barzani ziyareti bu anlamda önemlidir) 6 yıldır yürütülen ve başarısızlığı kanıtlanan bu politikayla Erdoğan kaptanlığında devam edilmesi halinde, rejimin daha da büyük zararlarla çıkacağını hesap etmektedir. CHP, iktidara verdiği tüm desteklere rağmen Kürt direnişinin bastırılamadığını, aksine her geçen gün uluslararası alanda gündem olarak, farklı projeksiyonlarla ele alınmaya başlandığını gördü. CHP’nin çıkışına yol açan ikinci bir yön ise şudur: Uluslararası alandan CHP’nin kulağına kar suyu kaçırılmıştır! Erdoğan ve ekibinin uluslararası alanda ve sermaye kesimleri içerisinde kredisinin kalmadığını, teşhir ve tecrit edilmekle yüz yüze olduğunu, bunun kendisine fırsat penceresi açtığını çok net görmüştür. Ancak CHP ve Kılıçdaroğlu, salt bu koşulların kendisine iktidar yolu açamayacağını da çok iyi biliyor. Bunun için gerek uluslararası alana ve gerekse de Kürt mahallesine yönelik olarak söyleyecek şeyleri olması gerektiğinin farkında. Buna bir nevi dersini çalışmış olma hali diyebiliriz… Peki, bu kötü bir şey midir veya CHP ve Kılıçdaroğlu, “Kürt sorunu parlamentoda çözülür ve muhatap HDP’dir” çıkışını salt seçim, oy ve konjonktürel saiklerle mi dile getirdi? Niyetini bilecek durumda değiliz, lakin ona bu sözü söyleten şeyin ne olduğunu biliyoruz; halen devam ettirilmekle birlikte, Kürtlerin amansız direnişi ile boşa çıkarılan adına “çöktürme planı" denilerek, 2014’ten bu yana sürdürülen tasfiye-soykırım saldırılarının başarısız olması, hem uluslararası alanda hem de Türkiye içerisinde Erdoğan ve rejimini zayıflattı, Erdoğan ile bugüne dek iş tutanların büyük bir kısmının Erdoğan ile sürdürdükleri ilişkilerini gözden geçirmelerine (bazı kesimlerde gözden çıkarılmaya dek) yol açtı. CHP sözünün gereğini yapar mı? CHP-Kılıçdaroğlu, söylediği sözün gereğini yapar veya yapmaz; önemli olmakla birlikte, Kürtler ve politik öncüleri açısından bu durum ikincil plandadır. Burada önemli olan, bu andan sonra Kürtlerin ve politik-pratik öncülerinin ne yapacağıdır. Bir tutum, CHP-Kılıçdaroğlu’nun sözlerini elinin tersiyle itmektir; çok kolay ve duygulara hitap edeceği, bol alkış alacağından kimsenin kuşkusu olmasın böylesi bir tutumun. İkinci bir tutum da ona bu sözü söyleten aklı doğru analiz etmektir. Biliniyor ki, CHP hükümet olsun, ya da olmasın, sürekli ama sürekli devlettir; sözleriyle, politikalarıyla, refleksleriyle, suskunluğuyla, “evet”leri ve “hayır”arı ve daha birçok şeyi ile CHP denince devlet, devlet denince CHP akla gelmektedir. Bu anlamda son yılların AKP kadrolaşması ne düzeyde olursa olsun, var ise “Türkiye devlet aklı” dediğimiz şey, esasta CHP aklıdır. Tersi de doğrudur; CHP’nin geçirdiği tüm aşamalara rağmen aklı, halen devlet aklıdır. Dolayısıyla CHP-Kılıçdaroğlu tarafından söylenen bu sözün, CHP=devlet açısından bir kırılma noktası olduğunu görmek ve bu temelde yaklaşmak çok önemlidir… HDP tarafından açıklanan deklarasyon göstermiştir ki, izlenecek yön, ikinci tutumdur. Fakat iş burada bitmiyor; şimdi sıra en geniş kesimlerle hayatın her alanını kapsamak ve örgütlemek... DOĞAN AMED |
YORUM GÖNDER