SİYAJİN İLE ŞİYAR (7.BÖLÜM)
Mavi Kâbus;
Aynaya ilk kez bu kadar derinden bakıyordu. Yüzüne avuç avuç su serptikten sonra zülüflerini kulağının arkasına götürerek bağladı. Her iki işaret parmağıyla kaşlarını bastırıp birbirinin tersine doğru itekledi. Bunu kaç sefer yaptığının farkında değildi. Durduğu yerden ayrılmak istemiyormuşçasına meşgul olacak bir şeyler arıyordu. Birden yandaki küçük pencereye çevirdi gözlerini. Mehtaplı bir geceydi. Uzunca bir süre ayı seyre daldı. Hiç böyle bakmamıştı. Bir aya bir de aynaya bakıyordu. Saat gecenin yarısına doğru ilerliyordu. Çıkmadan son kez siyaha çalan gözlerine baktı. Herkesin aksine o bu renkteki gözlerin kendisine daha çok yakıştığına inanıyordu.
Oysa bir gün öncesinde arkadaşı gözlerin renkli olsaydı daha güzel olurdun demişti. O bir tuhaf olmuştu o an. Bir nedeni vardı bunun. Aynanın karşısından çekilerek kapıya doğru yürüdü. Mutfağın büyük penceresinden ellerini sarkıtarak bahçelerindeki envai renkteki gül, boyu metreyi geçen reyhan ve diğer çiçekleri havalandırdı. Odadakiler çoktan yatmışlardı. Merdivenleri sessizce çıkıp yukarı kata geçti. Odanın aralık kalan kapısını azar azar içeriye doğru itekledi. Aynı sessizlikle kapıyı biraz önceki durumuna getirdi. Yatağına uzandı. Yanı başında duran komidinin üzerindeki kalem ve deftere baktı. Belliydi ki karalamak istediği bir şeyler vardı. Hikâyesi geldi aklına. Sonra da yastığını düzeltip gözlerini yumdu ve uzunca bir yolculuğa çıktı.
Bir kış akşamıydı. Yapraklar çoktan rüzgârla savrulmuş, dağlara hüzün yağıyordu. Köyün yukarısından yükselen ve yörede adı bir aşk hikâyesiyle de bilinen o zapt edilmez dağdan kopan fırtına yerdeki karı havalandırıyordu. Toprak damlarda biriken kar ise, evin erişkinlerince kürekle atılıyordu. Yandaki evin kadını saçta ekmek pişiriyordu. Kefiyesinin üzerine oturtulan şapkasını düzelten bir amca sigarasını tüttürüyordu. Tütünü meşhurdu bu köyün. Bahar aylarında yaprak açıyorlardı. Sonbaharın ilk ayında da kurutulup içilecek duruma getiriliyordu. Burada da çocuklar, baba, amca, ağabey ve diğer büyüklerine özenip tütün sarıyorlardı gizlice. Kış sert geçiyordu. Yaz mevsiminden belli oluyordu bu. Büyükler, eğer yazın kara sinekler çoksa kışın da zor geçeceğine dair bir tecrübe edinmişlerdi. Doğanın dili böyle icra ediliyordu buralarda. Gece sohbetlerinde Rîspiler (yaşlılar) tecrübelerini aktarırlardı.
Ama artık çağ değişiyordu ve yeni nesil söylenenleri çok da önemsemiyordu. Daha sonra taşınacakları küçük şehirlerinin aşağısındaki köylerine sık gidip gelirlerdi. Yabancısı olmadıkları insanlarla kahvelerde sohbetler yapıyor, akşam üzeri de dönüyorlardı. Kimi zaman tipiye yakalanıyor, kimi zamanda yollarını kapatan karla mücadele ede ede ilerliyorlardı ki buda beş çeyreklik yolu üç-dört saate dönüştürüyordu. Kimi günler gecikmeler olunca köyden bir grup çıkarılır, kar ayaklıkları takılır ve karşı yönden yola çıkılırdı. Çoğu zaman bitap düşmüş halde gelenlerle karşılaşılır, yükler paylaşılır ve böylece daha erkenden köye ulaşılırdı.
Artık tarih olan bu paylaşımlar, yardımlaşmalar halen ölmüş değildi. Yüksekliği iki bin metreyi rahatlıkla geçen ve çok aşağı yamaçları dışında ağaçların bulunmadığı Kêla Memê, yukarıdan kendini iki büyük kol biçiminde aşağıya doğru bırakıyordu. Köyden bakıldığında iki dağ kolundan sağa düşenin tam yukarısındaki bölümüne Kêla Biçuk ismi verilirdi. Hemen aşağısında dere akardı. Yazın yer yer kuruyan su, özellikle bahar aylarında karların erimesiyle hırçınlaşıyor ve köyün hemen aşağısından geçip diğer koldan akan küçük dereyle birleşip çoğalıyordu.
Bu küçük ama şirin köy işte bu derenin aşağı bölümünün yamacında kurulmuştu. Evlerin aşağısında bağ ve bahçeler uzanıyordu, yukarısındaysa sık olmayan aralıklı bir ormanlık vardı. Ağaçların çok yukarısında da köyün yaylası bulunurdu. Beyaz taşlardan üstü açık evler yapılıydı orada. Yayla zamanında kimi aileler burada ikamet eder, kimileri daha da yukarıları tercih ederlerdi. Doyumsuz bir doğa manzarasına sahipti. Yıllar sonra bir gün daha şafak sökmemişken uçaklarla köykül yapılana kadar bu güzelliğini korumuştu. O günden sonra insansız ve virane kalacaktı. Orada hayatı yaşanılır kılan sahipleriydiler. Şimdi ise sahipsiz ve bir başlarınaydı. Köye karanlık erken düşerdi. Zaten iki dağ kolunun arasındaydı. Önünde de küçük tepecikler vardı.
O gün de erken vedalaştı. Şehre inenler erken dönmüşlerdi. Çay içiminden sonra herkes köşesine çekildi. Az sonra yeni bir can daha merhaba diyecekti hayata. Hem de kendinden çalınmak istenilen bir yaşama. Köyün yaşlı tecrübeli kadınları, sancılarla boğuşan ve yüzündeki çizgilerle acıları okunan güzel yüzlü kadının başında toplandılar. Sancıların yarattığı acılara sessizce katlanıp dayanmanın geçerli olduğu bu topraklarda doğal bir bağırmanın bile zemini yoktu. Buralardaki her doğum onlarca doğuma bedel olacak kadar ağrılı olurdu. Havluların ıslatıldığı suyun sesine yan odalardakilerin fısıltıları karışıyordu. Gözyaşlarının bile utangaçça içe akıtıldığı bir zamanda fısıltıların hiçbir anlamı olmuyordu. Acı çeken kadındı ve kadın dışında bu gerçeğin farkına varan yoktu. Belki ilkin çocuğu eline alacak olan Pîrik’e (ebe) havluyu uzatan gamzeli genç kadının pınarlarını özgürce bırakmasının nedeni de buydu. O dilince acıyı böyle paylaşıyordu. Bu topraklar bir yanıyla böyleydi işte...
Onlarca doğumu gerçekleştiren yaşlı kadın çocuğu çoktan eline almıştı. Ailesinin en küçük kızı olarak kalacak olan bu çocuğun kaderi kendisinden habersiz çoktan çizilmiş, geleceği ipotek altına alınmıştı. Hiç bir şeyin farkında olmadan kör bir geleneğin kurbanı yapılacaktı. O daha doğmamışken, ondan çok büyük kuzenine bağışlanıyordu. O büyüdükçe kuzeni daha da bir büyüyordu. Öyle ki kuzenine “amca” diye hitap ediyordu. Onlarda büyük kuzene saygı gereği amca demek adetti. O böyle dedikçe çevresindekilerin müdahalelerine maruz kalıyor, azarlanıyordu. Oysa içtenlikle seviyordu bu “amca”sını. Karşıdaki ise giderek kâbusu oluyordu ve siyah gözlü bu küçük kızda nefret uyandırmak için elinden geleni yapıyordu. Gerçeğin farkına vardıkça öfkesi içine sığmıyordu. Beyninde fırtınalar yaratıyor ama fırtınalarına kimi kurban edeceğini seçmede zorlanıyordu.
Her adım atışında kâbusu olan adam önüne çıkıyor,o da yönünü değiştirip başka bir yol buluyordu. İçinde bu geleneğe karşı başkaldırıyor, isyanlar ediyordu. Yaşı daha her şeyin farkına varacak bir durumda değildi, fakat ters giden bir şeylerin olduğunu hissediyor ve biliyordu. Bildiği gibi olmak istiyordu, ama bu zordu. Kolay kolay başını eğmeyen bir duruşa sahipti. Bir yanı asiydi. Belki de yeri geldiğinde gözyaşlarına sınır koymaması da bundandı. Yüreğinin bir tarafını gözlerini açtığı kara kış gibi kolay geçilmez tutuyordu. O bu yanını sonraki olgunluk yıllarında sevecek ve anlam verecekti.
Geniş ve uzun bir derenin kenarında kurulu küçük şehirlerinin ilerde mahallesi olacak daha büyük köylerine çoktan taşındılar. Arkadaşları çoğalmıştı. Kimi zaman duygularını paylaşır, sözünü sakınmadan da sitemlerde bulunurdu. Artık sevmiyordu “amca”sını. Çünkü hak etmediğine inanıyordu. Kişiliği, bütün erkeklerde yansımasını bulmuştu. Öyle ki kardeşlerine bile nefret duygularını ekiyordu benliğine. Erkeğe karşı ilk isyanının adı nefreti oluyordu. Zaman ilerledikçe bu yeni köyde de değişimler küçük küçük kendini gösteriyordu. Yeni hikâyeler dinliyor, değişik sırdaşlar buluyor, uzaktan varlıklarını duydukları hem cinsleriyle yüreğini bir yapıyordu. Ve daha on beşine varmadan bir sonbahar akşamında evlerinin damı çökertiliyordu modern mancınıklarla. Ve en kazın altından çıkarılanların yüzlerinde bir gün önceki gülüşmelerin izleri görülüyordu. O en büyük acıyla o gün tanışıyordu. Belki de yeni isyanına yol açan da bu olay olacaktı.
Artık kâbusu olan adam umurunda değildi. Hatırladığı demler olsa da aklından çoktan söküp uzaklaştırmıştı. Çok geçmeden çevre köylerle topluca çizilen suni sınırları geride bırakarak ülkesinin daha küçük olan bir parçasına geçtiler. Köyden çıkarken kendi evlerine, gölgesinde oturduğu ağaca vedalaşır gibi baktı. Dereyi geçerken gözleri dolmuştu. Serbest bıraktığı gözyaşları çok geçmeden dudaklarına doğru süzülmeye başladı. İnsanın kendi ülkesinde mülteci olmasının yarattığı duyguya en iyi cevabı o verebilirdi. Yolları uzundu. Zaman zaman mola veriyorlardı. Küçük çocukların ağlamalarına, karşılık büyük çocukların gülüşleri karışıyordu. Birbirine uzaktan bakan iki pınardan ilkinin başında durdular. Aşağılarında asfalt cadde geçiyordu. Bundan sonraki yolculukları yaya olmayacaktı ve buda yorgunluklarına iyi gelirdi. Pınardan doyasıya su içti.
Yüzünü yıkadı, ıslak elleriyle saçlarını ıslattı, sonra da kenara çekilip oturdu. Gözleri ansızın karşı yamaçtaki sık ormana takıldı. Yıllar sonra oralarda bir yerde, canından bir parçayı kaybedeceğinden habersizdi. Ve yine yıllar sonra bu anısını hatırlayacak ve yeniden yaşayacaktı. Belli ki bu sefer kâbusu olan mavi gözlü adam olmayacaktı. Sadece bedeninden kopartılan parçanın yerini tedavi ederken Doktor’unun da mavi gözlü olduğuna üzülmüş ve bu ona kâbusunu hatırlatmıştı. O, bunları düşünürken narkoz etkisini göstermiş, kendinden geçmiş, ancak çok sonraları kendine geldiğinde artık doyasıya koşamayacağını anlamıştı. Sarıya çalan saçlara sahip küçük bir kızın önünde durmasıyla yeniden yaşadığı ana döndü. İki eliyle kızı kaldırıp kucağına aldı, canından bir parçaymış gibi defalarca öptü, parmaklarıyla saçlarının gözlerine düşmesini engelleyerek geriye doğru taradı. Uzun süre kucağında taşıdığı kızın memnuniyeti gözlerinde parıltıya döndü. Kızla birlikte o da gülümsüyordu. Ve gayri ihtiyari, bir kıza sahip olmanın hayalini kurdu. Ona tuhaf gelmeyen bir duyguya dönüştü hayali. Hala da bu hayaline sadık yaşıyordu.
Caddeye ulaşınca kızı, yaşıtı olan ablasına bıraktı. Kız ise yanında kalmak istiyordu, ama ayrı ayrı arabalara binerek yol alacaklardı. Kızın gözleri onda, onunki de hala geride bıraktığı dağlardaydı. Kendi bilincine orada varacağına kanaat getirirken güneş batmaya başlamıştı. İçi geçti ve uykuya daldı. Birden uyandığında terlediğini farketti. Parmaklarını birleştirip gözlerinde gezdirdi. Oda arkadaşlarından kimisi çoktan uyanmış, kimisi de uyanmak üzereydi. Her kalkan birdiğerine günaydın der, öyle çıkardı odadan. Esmer tenli dostu günaydın deyip önünden geçti. Onu çok seviyordu. Dostu, sırdaşı ve canından bir candı. Bazen gülüşünde hüzünlü demlerini gideriyordu. Bu sefer gülümsemeden geçti. Belki de gülüşüne olan özlemiyle fotosuna bakmak için komedinin ortanca bölümüne bıraktığı albümüne uzandı elleri ve yatağında doğrularak bakmaya başladı. İlk gözüne çarpan annesi oldu. Uzunca baktı.
Gözlüklerinin altında acılarının büyüklüğünü duyumsadı. Bir sonraki yaprakta kardeşlerini gördü. “Amca” dediği mavi gözlü kâbusundan dolayı onlara tepkilerini hatırlayınca hüzün sardı bedenini. Birden üşür gibi oldu. Kardeşlerini ne kadar çok sevdiğini fark etti. Sonra da bunu kendine ispatlarcasına yüzlerinde parmaklarını gezdirdi. Yaprağı çevirirken güler yüzlü ablasına takılı kaldı gözleri. Onun da bir hikâyesi vardı. Gözlerinde tüm karelerini canlandırdı ablasının.
En sonda da albümünün ortalarında değer verdiğinin birinin suretini görür görmez beklemeden geçti. Kendisinin bile duyamayacağı bir sesle, gözlerin siyah olsaydı olmazmıydı yani, diyebildi. Albümünü yerine koyarken kaleme sarılıp defterini açtı ve ilk sayfaya “ yüreğine sürgün edilmiş Kadın’ı” yazdı...
NİZAR ZANA
YORUM GÖNDER