HAKİKAT TİKELLERİN SENTEZİ OLAN EVRENSELLİĞİN BİLİNCİNE VARMAKTIR (1.BÖLÜM)
Hakikate, dolayısıyla onun bilgisi olan doğru bilgiye ulaşma, felsefe tarihi boyunca en fazla tartışılan ama bir sonuca bağlanamayan konusudur. Felsefe tarihindeki ayrışmalar, bölünmeler bununla bağlantılıdır. Doğru bilgiye ulaşılabileceğini savunan ekollerin yanında doğru bilgiye ulaşılamayacağını savunan felsefi ekollerde vardır. Bu ekollerin hepsi, bilgeliğe yakın olan ve yaşamın sorunlarıyla uğraşarak anlam üretmeye çalışan doğa felsefesine karşı, orta sınıfların elinde bir yöntem olarak gelişen felsefeye yol açmışlardır. Doğa felsefecileri, yaşamın anlamını ve hakikati aramayı en büyük amaç ve erdem bellemişlerdir. Bu yüzden sınıflı ve devletli uygarlığa fazla bulaşmamışlarıdır. İktidarlara hep mesafeli kalmışlardır. Bu yüzden ağırlıklı olarak sınıflı ve devletli uygarlığa muhalif olmuşlardır. Bu muhaliflikleri yüzünden egemen kesimlerin hışmına uğradıklarından başları beladan hiç eksik olmamıştır. Buna karşı orta sınıfların elinde gelişen felsefe ise, yer-yer sınıflı ve devletli uygarlıkla çatışsa da özünde bu sistemin gelişmesine, yenilenmesine, derinliğine toplumlarda yer edinmesine hizmet etmiştir. Bu ‘hizmet etme’ bazen iradelerine rağmen gelişmiştir.
Felsefe yaşam bilgisi, bilgi sevgisidir. Yani yaşamın anlamıdır. Yaşamın anlamını aramayan bir felsefe olamaz, olsa da o felsefe gerçek özünden uzaklaşmıştır. Evrenin amacı özgürlükse, yaşamın anlamı da veya amacıda özgürlüktür. Bu anlamda felsefe özgürlük arayışıdır. Nasıl ki yaşamın anlamına yöneltmeyen felsefe iktidarların, egemen kesimlerin hizmetindeyse özgürlüğe yöneltmeyen felsefede öyledir. Demek ki, yaşamın anlamını ve özgürlüğü arama felsefeni en temel özelliğidir. Bu özelliklerini yitiren felsefe toplumu demir kafese alan bir felsefedir veya iktidar güçlerinin elindeki en tehlikeli silahtır.
Yaşamın anlamının özgürlük olması gibi, özgürlükte tercih yapmakla başlar. Tercih yapmak her zaman riskler taşır. Risk insanın başını belaya sokar. Başın belaya girdiği an, kaos anlarıdır. Şeyh Bedrettin buna ‘bunalım anları’ der. İşte oluşum bu anlara anlam yüklemekle olur. Anlamanın özgürlük olduğunu söyleyen Spinoza bu gerçeğin felsefesini oluşturur. Bu yüzden gerçek bilgelik ‘başı belada’ olmayı gerektirir. Bu belayı aşma arayışı veya mücadelesi hakikat arayışı ve mücadelesidir. Ortadoğu bilgeliğinde bu gerçek en yalın haliyle yaşanır.
Felsefe, yaşamdan, dolayısıyla özgürlükten uzaklaştığında iktidara yakınlaşır. İktidara yakınlaşan felsefe bilgeliğini kaybeder. Bu yola girmiş felsefe hakikat arayışçılığına yönelten bir felsefe olmaktan çıkarak iktidar tekellerine hizmet eder. İktidar tekellerinden nemalanan felsefecilerin özgürlük yoksunu olmaları bundan dolayıdır.
Bilgeler, hakikat arayışçılarıdırlar. Bu yüzden hep muhalif durular. Yerleşik sistemlerle problemlidirler. Sistemin onlar haklarındaki hükmü ‘ölüm fermanı’dır. Dinler, bu konudaki arayışçıları Heretikler, simyacılar veya cadılar olarak suçlamış, yargılamış ve giyotine göndermişlerdir. Hakikat yolunun güçlü bir arayışçısı olan Bruno’yu böyle bir yargılamadan sonra İtalya’da meydanda yakmışlardır. İslam halifeleri Nesimi’nin derisini böyle yüzmüşlerdir. Hallacı Mansur böyle parçalanmıştır. Şeyh Bedrettin bu yaklaşımın sonunda dar ağacına uryan çekilmiştir. Tüm bunların bileşkesi ve temsilcisi olan Başkan APO, İmralı’da diri diri ölüm çukuruna atılmıştır.
Hakikat, yaşamla ölümün iç içe örülmesidir. Yaşam, ölümün farkına varıldığında anlamlaşır. Yaşamda anlamlaşmak, özgürlüğe yakınlaşmaktır. Belki de aşkın özgür yaşam olması da bundandır.
Amacımız, hakikati her yönüyle ele almak değildir. Hakikate ulaşmada bilginin önemini vurgulamaktır.
Başta da belirttiğimiz gibi doğru bilgi konusunda değişik düşünceler vardır. Bunlar;
1-Hiç bir koşul altında doğru bilgiye ulaşılamayacağını, İnsan aklının ve yetilerinin doğru bilgileri ve gerçeği bilemeyeceğini, herkes için genel geçer bilgilerin olmadığını öne süren yaklaşımdır. Sofizm ve Septisizm bu yaklaşımı felsefe düzeyine çıkarmışlardır. Günümüzde bu yaklaşımın yöntemi görecilikir.
2-Doğru ve mutlak bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu öne süren, ancak bunun yol ve yöntemlerinde farklılıklar olduğunu belirten yaklaşımlarda vardır. Rasyonalizm, Realizm, Amprisizm, pozitivizm, pragmatizm vb. akımlar, bunu felsefe düzeyine çıkarmışlardır.
Bu her iki yaklaşımda bizi hakikate götürmez. Aksine hakikati parçaladıklarından doğru bilgiye ulaşmamız önünde büyük engeller oluştururlar. Birbirlerine karşıt olan bu her iki yaklaşımda kendi düşüncelerine göre bir zihniyet yaratmışlardır. Ancak zihniyetlerinin üzerindeki örtüleri biraz kaldırdığımızda aslında her iki zihniyetin bir birlerinden çok farklı olmadığını görürüz. Bu durumu daha görünür kılmak için bu akımları daha yakından tanıyarak değerlendirmek gerekir. Bizde bu yazımızda bunu yapmaya çalışacağız.
Doğru bilgiye ulaşılamayacağını, bunun mümkün olmadığını söyleyen felsefi akımların başında Sofizm gelir. Sofizm, MÖ. 5 yüzyılda doğa felsefesine karşı tepki olarak geliştirilen bir felsefi akımdır. Bu felsefi akım toplumsal yarılmayla bağlantılıdır. Bu ekol bilgelikten koptuğundan anlamı, dolayısıyla özgürlüğü yitirmiştir. Bu ekolden olanlar bilginin relatif yani göreceli olduğunu öne sürerek, kesin ve doğru bilgiye asla ulaşılamayacağını belirtirler. Bu akımın önde gelen temsilcilerinden olan Protagoras’a göre, “insan her şeyin ölçüsüdür. Öyleyse her insana göre bir doğrunun, hakikatin olduğunu” belirtir. Ona göre, doğru ve hakikat denen bir şey yoktur. Aynı düşünce tarzı bu eğilimin diğer bir temsilcisi olan Gorgias’da da vardır. Ona göre ise, “gerçekte hiçbir şey yoktur. Gerçek denen bir şey olsa bile bu bilinmez. Bilinse bile bu başkasına aktarılamaz” diyerek bunun olanaksızlığını öne sürer. Bu felsefik gelişimin sosyolojik tahlili yapıldığında görülecektir ki, bu yaklaşım toplumdaki bölünmenin yansımasıdır. Bölünen toplumda bağlanacak hiçbir değeri kalmayan, declase olmuş kesimlerin felsefi yaklaşımıdır. Yaşamın anlamına ulaşmanın bilimi olan felsefe bu akımlarla bilgelik geleneğinden uzaklaşır. Bilgelikten uzaklaşan bu felsefeciler bilgilerin,i satarlar. Böylece bilgi satıcı tüccarlar durumuna gelirler. Tanrıya maske takarak çıkarlarını gizleyen rahibin yerini bu sefer filozoflar alırlar. Bu durumda gösteriyor ki, sosyolojik tahlili yapılmayan felsefe, tanrıların bin bir maskelerinden biri olmanın ötesine gitmeyecektir. Bu anlamda Başkan APO’nun tarih için söylediğini felsefe içinde yapmalı, felsefeyi sosyolojikleştirmeliyiz. Yeri geldiğinde bu konu üzerinde daha fazla duracağız.
Doğru bilginin bilinemeyeceğini, gerçeğe ulaşılamayacağını, hakikat denen bir şeyin olmadığını öne süren bir diğer felsefi akım ise kuşkuculukta denilen Septizimdir. Bu anlayış, “her yargı ve kararın kendine göre olduğunu, farklılıklar taşıdığını, bu anlamda kesin yargılara ulaşılamayacağını” öne sürer. Bunlara göre bilgilerimizin kaynağı duyumlarımızdır. Duyumlarda kişilere göre değiştiğinden gerçeğe ulaşılamaz. Her olay farklı kişilerde farklı etki yapar. Örneğin rüzgar üşüyen birisi için soğukken, hararet basmış bir başkası için serinletici olabilir. Bu yüzden rüzgarın gerçeğine ulaşamayız. Gerçek hakkında şüphe olmayan şeydir. Bir şeyin hakkında şüphe varsa o gerçek değildir. Bu yüzden septisizmi esas alan felsefecilerde şüphe bir yaşam tarzı, bir felsefik anlayıştır. Bu ekol, mutlak doğrulara dayalı dogmatik yaklaşımı aşmada belli bir rol oynamıştır. Pozitif bilimin bu yaklaşımını aştırmada önemli bir rol oynamıştır. Bu yönüyle olumlanacak yanları olsa da gerçekçi değildir. Gerçeğe ulaşmada şüphe bir yöntem olabilir, ancak şüphenin bir yaşam tarzına dönüşmesinin anlamı yoktur. Bu yaklaşımda sofistlerinkine benzer bir rol oynamıştır. Bu felsefe de toplumsal değerlerini yitirmişlerin felsefesidir. Özgürlükten kopmuşların felsefesidir. Bilgeliğin ifadesi olan felsefe, özgürlükle yaşam arasındaki anlam köprüsünü kurar. Oysa septisizm, yaşamla özgürlük arasındaki bu köprüyü yıkar.
Septikler, bu yaklaşımlarını günlük yaşamdan koparmış, sadece felsefeyle sınırlı tutmuşlardır. Yaşam bilgisine dönüşmeyen felsefenin fazla bir anlamı yoktur. Önderlik tüm bilmelerin tek bir anlamının olduğunu, bununda yaşamı anlamlandırmak olduğunu belirtir. Anlamdan yoksun felsefe özgürlükten kopmuştur.
Septiklerin bir diğer yaklaşımı da hiçbir olay ve olgu hakkında kesin bir karara gitmemeleridir. Bu dogmatizmin önünü alırken, değersizliğe zemin hazırlar. Bağlanacak, uğruna mücadele edilecek bir değerin olmadığı düşüncesine yol açar. Buda o dönemin toplumsal koşullarıyla yakından bağlantılıdır.
Septiklerin en temel özellikleri doğru veya yanlış hakkında bir yargıya varmamaları ve karar vermemeleridir. Gerçek bilinemediğinden hakkında doğru veya yanlış bir düşünce belirtilemez. Bu yaklaşım özünde bilinmezci felsefesinin değişik bir versiyonudur.
Doğru bilginin bilinemeyeceğini söyleyen bu eğilimlerin tam karşısında doğru bilginin bilinebileceğini söyleyen eğilimlerde vardır. Ancak bu yaklaşımda da doğru bilgiye ulaşma noktasında kullanılan yöntemlerde farklılıklar vardır. Her anlayış veya yaklaşım kendisini diğer yaklaşımlara dayatarak tek doğrunun kendisi olduğunu öne sürerek gerçekten kopar. Bu anlamda mutlak doğru olduğunu iddia edenler, özünde hakikatten kopanlardır. Çünkü hakikat çok yönlüdür. Hakikatin bu çok yönlülüğü doğu felsefesinde oldukça belirgindir. Bu yaşamı algılamayla ilgili bir durumdur. Örneğin Jinto dininde bu yaklaşım çok belirgin kendisini gösterir. Jinto rahipleri kendi dini inançları için yaptıkları tapınaklara bir çok heykel koyarlar. Tapınağın bir çok kapısı vardır. Tapınağa girenler, hangi kapıdan girerlerse girsinler, tapınakta var olan heykellerin ancak bir yönünü görürler. Heykeli bir bütün görmeleri mümkün değildir. İşte bu yaşamın esasıdır. Yani yaşam ancak bir yönüyle görülebilir. Diğer yön ise izafi kalır. İnsanın bir yönünün maddi bir yönünün manevi olması da bu gerçeklikten dolayıdır. İşte gerçeğin bilgisi de, hakikati de böyledir. İnsanın görme, anlama kapasitesi sınırlıdır. Bundan dolayı izafi sınırları aşamıyor. Bu izafi sınırları aştığında tanrılaşıyor. Önderliğin bilme sınırlarını aşmak dediği bu izafi sınırları aşmak oluyor. Zaten tanrının çok bilen insan, insanın az bilen tanrı olduğu gerçeği bunu ifadesi oluyor. Yani insan ne kadar bilgili olursa olsun, ne kadar derin olursa olsun, gerçeğin ancak bir kısmını bilebilir. Yani denizde bir katrenin ötesine geçemez.
İşte insandaki bu izafi durum, onu toplumsal varlık haline gelmesine yol açıyor. Parçalı bütünleri bir araya getirerek bir bütün oluşturuyor. Yani toplumsallık bütünlüğü ifade ediyor. Kemale ermek denen şeyde özünde bu oluyor. Yani toplumsallaşıldıkça daha fazla yaşam bilgisine ulaşılıyor. Toplumsallığın gücü de buradan geliyor. Durkheim’in “tanrıyı toplumun kimliği” olarak sunması bu gerçeklikle bağlantılıdır. Tanrı çok bilen insansa buna yol açanda insanın toplumsallığıdır. Toplumsallaşma bu anlamda en fazla kutsanan kavramları başında gelmesi bu özelliğinden dolayıdır. Toplumsallaşmanın tanrısallaşma olması bu gerçeğin ifadesi oluyor. Kadının tanrıçalığı da bu toplumsallığından, dolayısıyla bilmesinden geliyor.
Gerçeğe ulaşabileceğini söyleyen akımları da kısaca tanıdıktan sonra bunları yorumlamaya devam edebiliriz.
FIRAT DOĞAN
YORUM GÖNDER