YURTTAŞLIK ÜZERİNE ALINTILAR
Yurttaşlık: Tarihsel gelişme içinde baktığımızda, ilk kabile üyeliğinden tutalım ilk kent devlet üyesi olmaya, oradan imparatorluk vatandaşlığına ve aynı din ve tarikat üyeliğine kadar farklı üyelik konumlarını yaşayan birey, ancak burjuva devlet düzeninde en kapsamlı uygulamaya tabi tutulmuştur. Cumhuriyet yurttaşlığı olarak yaygın bir biçimde kullanılmaya başlayan bu kavram, özünde bir devlet üyeliği anlamına gelmektedir. Doğrusu da budur. Yoksa aşiret üyesi olma, bir din ümmetinden sayılma, bir imparatorluk kulu olma yurttaşlıkla bağdaşmaz. Yurttaşlığın asgari bir gereği, en azından hukuki eşitliği varsayar. Diğer tüm toplulukların üyeliklerinde bu eşitlik kolay kolay tanınmamaktadır. İçeriği özgürlük doğrultusunda fazla gelişme göstermemiş de olsa, yurttaş olmak son derece ileri ve olumlu bir adımdır. Sorun, bunun içeriğini cumhuriyet değerleriyle doldurmaktır. Bunlar bireysel özgürlük, aydınlanma, siyasal katılım gibi temel konularda kendini yetiştirmeyle sağlanır. Halk için demokrasi, birey için özgür yurttaşlık en temel kavram olarak güncel siyasal önemi artan kurumların başında gelmektedir.
Tarih boyunca tüm toplumsal otoriteler birey üzerinde kendi çıkarlarına göre bir eritme politikası uygulamışlardır. Amaç, bireyi kendi toplumlarının töre ve yasalarına uyarlamaktır. Mitolojilerden tutalım zindanlara kadar tüm inanç boyutlu alanlarından maddi ceza çektiren kurumlarına kadar bireyin arzulanan konuma getirilmesi ve yönetilmesi esastır. Kapitalist toplum koşullarında birey üzerinde devlet eliyle yürütülen politika daha da karmaşıklaşmıştır. Sadece önüne konulan askerlik ve vergi gibi yükümlülüklerle yetinme olmuyor; din dogmalarından aşağı kalmayan bir resmi ideoloji yükleniliyor. Tekniğin olanaklarıyla zihni ve ruhsal şekillenmesi önceden planlanıp yapay bir vatandaş yaratılmak isteniyor. Çağdaş kölelik denilen kurumlaşma böyle geliştiriliyor. Aslında kapitalizmin doğuşunda esas alınan dogmalarla güdümlenmemiş bireysel çıkış, daha sinsi ve ince tarzda tersine çevriliyor. Özellikle dev iletişim tekniği sayesinde, tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bir güdümlenmiş toplum ve birey yaratılıyor. En büyük tehlike buradan kaynaklanıyor. Çılgın bireycilik, çılgın bir toplumsal güdümlenmeyle dengelenmek isteniyor. Kapitalist uygarlık sisteminin yaşadığı en büyük sorun ve tartışmalar bu denge sürecinde yaşanmaktadır. Yurttaş, kendi doğallığı içinde diliyle, kültürüyle, inanç ve tarih bilinciyle, özgür gelecek umutlarıyla kendi kaderini ne kadar çözebilecektir? Resmi toplum ne kadar kendi kalıplarıyla egemenlik kuracaktır? Sivil toplum, insan hakları, çevre kuruluşları, bu dönemin öne çıkan devlet dışı kuruluşları olarak yeni yurttaşlık tanımını yapmaya çalışıyorlar. Tarihte bu tip dönemlerde yaygın olan gnostik, mistik tarikat yaklaşımları da düzene tepkiyi ifade edip, bireye biraz daha nefes aldıran statü arayışları olarak değerlendirilebilir. Üstten en gelişmiş ve planlanmış otoritenin dayattığı vatandaş kimliğiyle, sivil toplumun tanımlamaya çalıştığı özgür yurttaşlık kimliği ciddi bir çatışma ve tartışma içinde olup, yeni uygarlıksal gelişmenin yönünü belirleyecek ideolojik kimliğin doğuşuna katkıda bulunmaları beklenebilir. Özellikle Marksizm’in dar ve daha çok ekonomik boyutlu tartışma ve kimlik arayışının başarısızlığa uğraması, yeni dönem tartışmasını toplumun tüm boyutlarıyla ve gelişmiş bilgi ve iletişim araçlarıyla çözümlemesine dayandığından daha başarılı kılabilir.
ÖZGÜR YURTTAŞLIK:
Özgür yurttaşlık, bireyin ve toplumun öz iradesine dayalı olarak varlık bulmasıdır. Yani birey ve toplum arasında optimal dengeyi tutturan ve demokratik ekolojik toplum paradigmasını benimseyen bireydir. Teoriden ziyade pratiğe ve uygulamaya önem verir. Halkın öz iradesini geliştirerk özgür yaşamını öz yönetimi ekseninde örgütlemeyi hedefler. Özgür yurttaş örgütlü yurttaştır. Zora ve şiddet başvurmadan azim örgütlülük ve eylem ile sonuç almayı hedefler. Ancak bireyin haklarının gasp edildiği zamanlarda da demokratik savunma anlayışı ile bireyi ve toplumu korumayı ve bunun için mücadele etmeyi benimser. Özgür yurttaş bilinçli olup hakkını ve haksızlıkları demokrasi çerçevesinde kazanan ve alan bireydir. Demokratik bir hukuk sistemi ile ancak yurttaş çok güçlü haklarla donanabilir. Mevcut yasal imkanları demokrasinin kenarına itilmiş olan işçilerin, kamu emekçilerinin, gençlik ve kadınlar gibi sosyal, cinssel kesimler gibi Kürt, alevi, Asuri, Süryani, ezidi gibi etnik ve kültürel yapıların da yeterince değerlendirebildiğini söylemek büyük bir abartı olur. Türkiye'de henüz devlet ve geleneksel toplum dışında üçüncü alan olarak ortaya çıkan sivil toplumun yeterli bir yaptırım gücüne ulaşabildiği söylenemez. Demokratik siyaset alanı veya üçüncü alan hala yeterli düzeyde doldurulmayı beklemektedir. Mevcut düzey oldukça yetersizdir. Üçüncü alanı doldurabilecek olan temel güç sivil toplum hareketleridir. Üçüncü alan demokratik siyaseti geliştiren veya siyasetin demokratikleşmesini sağlama yeteneği olan sivil toplum örgütlerinin işgal ettiği alandır. Bu alan güçlü bir biçimde doldurulamadığı ve siyasal yaşamın demokratikleşmesi sağlanamadığı sürece Türkiye'de kendiliğinden veya devletin kayrasıyla ne özgür vatandaşlık hakları yeterli düzeye çıkabilir ne de bireysel, kolektif hak ve özgürlükler istenilen ölçüde gelişebilir. Demokratik hak ve özgürlükler için sivil toplum hareketi gelişmedikçe ve yeterli bir mücadele verilemedikçe her etnisite, sınıf, cins ve kültürel yapıdan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının temel yurttaşlık ve bireysel hak ve özgürlüklerinin zaman içinde kendiliğinden gelişebileceği iddiası veya beklentisi boş bir iddia ve beklentidir.
Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti özgür bir devlettir. Kendisini, sahip olduğu ayrıcalıkları ve çıkarlarını özel kanun, kararname, yönetmelik, talimat ve genelgelerle, ağır cezalı yasalarla koruma altına almış durumdadır. Bütün bunları sadece vatandaşın hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak değil, aynı zamanda ona yüklediği ödevlerle pekiştirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti dünyanın sayılı özgür devletleri arasında yer almaya devam etmektedir.
Fakat devlet karşısında yurttaş yeterince özgür değildir. Hatta önemli ölçüde devlet içindir. Devlet isteyince savaşa gitmek ve gerekirse ölmek, sakatlanmak ya da gazi olmak, vergisini ödemek zorundadır. Ama örgütlenmek, siyaset yapmak, kendi çıkarlarını koruyup geliştirmek için mücadele etmek, düşüncesini halka taşırmak, kendi etnik kimliğine, inanç ve kültürüne sahip çıkmak istediğinde devlet, yurttaş karşısında görevlerini yerine getirmemektedir. Çünkü devlet vatandaş için değildir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yeterince bireyselleşememektedir. Bireysel hak ve özgürlüklerin yeterliliği şurada kalsın, onun genel kolektif vatandaşlık hakları dahi sınırlıdır. 12 Eylül Anayasası ve temel yasaların getirdiği sınırlandırma onun bireyselleşebilmesini güçleştirmektedir. Hak ve özgürlükleri sıralayan en temel anayasal hakları içeren maddeler bile "ama" veya "fakat" ile başlayan tümcelerle tehdit ve sınırlandırmalarla geri alınmaktadır. Ancak madalyonun bir de öbür yüzü bulunmaktadır ki, bunun daha az vahim olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Yapılan bütün araştırmalar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ezici çoğunluğunun anayasal ve yasal haklarının yeterince bilincinde olmadığını göstermektedir. Hala ezici çoğunluk anayasanın ve temel yasaların kendisine tanıdığı hak ve özgürlüklerin farkında değildir. Bunları yeterince bilmemekte ve kullanmak için az çok yeterli bir gayret göstermemektedir. Bu bakımdan sıkıntı sadece Türkiye'de devletin çok özgür, vatandaşın daha az özgür olmasından kaynaklanmamaktadır. Aynı zamanda vatandaşın sahip olduğu hak ve özgürlükleri yeterince kullanamamasından, bireyselleşme sürecini derinleştirememesinden ve yeni ihtiyaçların açığa çıkmasına yol açacak olan bu sürecin sağlıklı işlememesinden kaynaklanmaktadır. Sahip olduğu hak ve özgürlükleri az çok yeterli düzeyde kullanmasının yol açabileceği olumlu gelişmeler, yeni ihtiyaçların da ortaya çıkmasını ve dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin sürekli olarak genişlemesini beraberinde getirebilirdi, getirirdi de. Genel çoğunluğun suskunluğu temel bireysel ve yurttaşlık hak ve özgürlükler için mücadelenin sınırlı bir kesimin omuzlarına bırakılması zorlayıcı olmaktadır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının genel çoğunluğu sadece anayasa ve yasaların kendilerine tanımış olduğu hak ve özgürlüklere sahip çıkıp bunları biraz etkili olarak kullanabilmiş olsaydılar, sadece AB'nin değil, aşağıdan gelen baskı ve taleplerin de dayatmasıyla Türkiye'nin demokratikleşme süreci daha bir hız kazanabilirdi. İhtiyaçların dayatması, vatandaşın ve AB'nin baskıları birleşince devletin ve devletlilerin toplum ve birey karşısında sahip oldukları ayrıcalıklar bu kadar uzun süre ayakta tutulamazdı. En azından Türkiye demokrasi ve özgürlükler bakımından daha iyi bir konuma ulaşabilirdi.
Kürtler ve Yurttaşlık:
Kürtlerin kendi özgür vatandaşlık haklarına kavuşmak için kendi öz güç ve çabalarını esas almaları büyük önem taşımaktadır. Devlete ve AB'ye bırakılırsa hiçbir haksızlığın, eşitsizliğin, fazlalık veya eksikliğin giderilemeyeceğini, cumhuriyetin halkların lehine demokratik dönüşüm yapamayacağını görmek ve kabul etmek gerekiyor. Nitekim demokratik dönüşümü gerçekleştirmede çok ciddi zorlanmalar yaşandığını bizzat cumhuriyeti yönetenler itiraf etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Türk orijinli sosyal, inançsal, cinssel, kültürel sınıf ve kesimleri kucaklayabilecek kadar demokratik açılımlar gerçekleştirmekte zorlanırken, hala varlığını bile kabullenemediği Kürtlerin özgür yurttaşlık haklarını kendiliğinden kabul etmesini beklemek ve bu konuda adımlar atabileceğini sanmak büyük saflık olur. Türkiye toplumunun vicdanını ayağa kaldırarak en azından Türkler kadar temel vatandaşlık haklarına sahip olmalarının Türkiye'nin de yararına olduğunu pratikte göstermek, kanıtlamak Kürtlere düşen bir görevdir. Halklar arasındaki hukuki eşitsizliğin düzeyini, çarpıklığını, yaşamla ve gerçeklerle zıtlığını ve mantıksızlığını bütün ayrıntılarıyla deşifre etmek; yasaların uygulanmasında ortaya çıkan ucubelikleri teşhir etmek, kamuoyunda bu konuda duyarlılık yaratmak yine Kürtlere düşüyor. Bu zor bir iş değildir. Devletin, hükümetin, bürokrasinin yaklaşımları, yasaların acayiplikleri, uygulamadaki akıl dışılıklar, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı uygulamalar Kürtlerin işini olabileceğinden fazla kolaylaştırmaktadır. Çünkü Kürtler yasalar karşısında her hangi bir Türk vatandaş gibi sözde eşit ve özgürdür. Ama gerçek bunun tam tersidir. Kürtler, Türkler gibi anadilde eğitim göremez, istedikleri gibi radyo televizyon kurup kendi dillerinde yayın yapamazlar. Etnik kimlikleri ile ilgili hiçbir ciddi hakka sahip bulunmamaktadırlar. Kürtçe dil kursu ve dört beş saatlik Türkçe alt yazılı radyo televizyon yayın hakkı ise henüz 2004 yılında tanındı. Uygulamada ise çok daha acayipliklere tanık olduk. Kurs binalarının kapı ve pencerelerinin eni, boyu, yangın merdivenlerinin varlığı, yokluğu gibi komik bahanelerle bu hakkın kullanılmasının önüne gülünç engeller çıkartıldı. Türkçe alt yazılı yayın hakkının uygulanabilir olmadığı ise bugüne kadar bir tek ulusal televizyonun yapamadığı yayınla netleşti. Kürtçe dil kursu, radyo, tv yayını hakkındaki yasa ve yönetmeliklerin bu hakkın kullanılabilmesi için değil, nasıl kullandırılmaz veya bıktırılıp vazgeçirilebilir mantığı ile hazırlandığı herkes tarafından görüldü.
Böylesine en temel konularda eşitsizlik ve haksızlığın olduğu bir ülkede demokrasiden ve insanlıktan bahsedilmeyeceği açıktır. Eğer bir ülkede yasalar eşit uygulanmıyorsa, uygulama yurttaşların bir kısmının aleyhine sonuçlar doğuruyorsa o ülkede demokrasinin ve yurttaş hakları bakımından eşitliğin olduğu söylenemez. Türkiye’de somut olarak yaşanan durum budur. Buna rağmen Kürtlerin yasalar karşısında eşit olduğu söylenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin Kürt yurttaşları ile Türk yurttaşlar arasında hiçbir ayrım olmadığı, bütün yurttaşların aynı haklara sahip oldukları iddia edilmektedir. Oysa durum bunun tam tersidir. Anadilde eğitim, televizyon, radyo, gazete, dergi, kitap yayıncılığında Kürtler ile Türklerin eşitliğinden söz etmek büyük bir yalandır. İşin doğrusu Kürtlere hala Türkleşmenin dayatıldığı, Kürtlerin hala ikinci sınıf yurttaşlar oldukları gerçeğidir. Nitekim Kürtler istemedikleri kadar Türkçe eğitim veren özel okullar, dershaneler, kurslar açabilir. Yine Kürtler istemedikleri kadar Türkçe yayın yapan televizyon kanalı ve radyo istasyonu kurabilirler. Ama Kürtler Kürtçe eğitim veren bir tek okul açamaz, yerel veya ulusal çapta Kürtçe yayın yapan bir tek radyo ve tv kanalı açamazlar. Sıradan bir dil kursu açmak istediklerinde ise bir komedi ortaya çıktı. Türkçe alt yazılı olmadan Kürtçe televizyon ve radyo izleyebilmeleri imkansız. Yani Kürtler kendi anadillerinde haber, türkü, tartışma, yorum, tv filmi izleyememektedir. Mevcut farklı dil ve lehçelerde yayın yönetmeliği bu hakkı Kürtler için yasaklamaktadır. Yerel TV kanallarının böyle bir hakkı kullanmaları tamamen yasaktır. Yasağa rağmen yayın yapmaya kalkışanlara RTÜK ayları bulan kapatma cezaları vermektedir. Yerel TV kanal sahipleri ve çalışanları mağdur edilmektedir. Özel mülkleri, işyerleri mühürlenmektedir. Böyle bir uygulama Türkçe yayın yapan TV kanalları için söz konusu değildir. Hiçbir TV veya radyo kanalı Türkçe yayın yaptığı için kapatılmamaktadır. Ama devletin ve hükümetin hassas olduğu siyasi, ideolojik nedenlerden ötürü bunlarda cezalandırılabilmektedir. Yani Türk yurttaşların da bu hakkı kullanırken RTÜK yasasıyla konulan ideolojik, siyasi çıtayı gözetmesi gerekmektedir. Tek başına bu bile demokratikleşme sorununun hala Türkiye'nin en ciddi ve başta gelen sorunu olduğunu kanıtlamaktadır. Elbette bu Türkiye'nin ayıbıdır. Cumhuriyetin kurucusu üyesi olan Kürtlerin, Türkiye'yi bu ayıplardan kurtarmaları hem yurttaşlık görevlerinin bir gereğidir hem de gerçek anlamda özgür yurttaşlar haline gelebilmeleri için bu görevi üstlenmeleri gerekmektedir. Çünkü Kürtler cumhuriyetin gerçek anlamda eşit ve özgür yurttaşları olamadan ne Türkiye bu ayıplarından kurtulabilir ne de Kürtler özgür yurttaş düzeyine çıkabilir. Ortak vatan Türkiye'yi bütün ayıplarından kurtarmak her yurttaşın görevi olsa da herkesten çok Kürtlerin görevidir. Çünkü demokrasisizlikten, özgürlüksüzlükten, eşitsizlik ve haksızlıktan en fazla Kürtler zarar görmektedir. Cumhuriyet kendilerine ikinci sınıf muamelesi yapıyor diye bu görevden kaçınamazlar. Cumhuriyetin ayıpsız, Kürtlerin onurlu, özgür ve eşit yaşayabilmesi buna bağlıdır. Çünkü Kürtlerin eşit, özgür vatandaş düzeyine gelebilmeleri ile cumhuriyetin demokratikleşmesi birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. İkisinin de kişiliği, kimliği, kaderi ve geleceği bu kadar iç içe geçmiş durumdadır. Kürtler cumhuriyeti demokratikleştirerek bütün çağdışı utançlarından kurtarmakla kendi onurlarını da kurtarmış olacaklardır. Eşit ve özgür vatandaşlık düzeyine yükselmek bu anlama gelmektedir. Kişilikli toplum haline gelmelerinin yolu bundan geçmektedir.
Özgür yurttaşlık ve sivil itaatsizlik:
1935-1945'li yıllarda İngiltere dünyanın efendisiydi. Bugünkü Amerika, o günkü İngiltere'nin eline su bile dökemez barbarlık ve zulümde. 1 milyar nüfusu olan Hindistan, bir bütünen sömürgeydi ve inkar altındaydı. Buna karşı kararlı bir mücadeleye başlayan Gandhi, Hindistan için bir milat koydu. Olanak olarak İngiltere'nin karşısında bir hiçti kimilerine göre. O, öyle düşünmüyordu. Meydanlara çıktı, oturdu, bunu kabul edemem dedi, kendi insanlığım bunu kabullenemez dedi. En temel insani ihtiyaçların talebinden başladı. Hinduların iradesini set haline getirdi. Bu irade savaşında yüzlerce onurlu Hindu yaşamını verdi. Gandhi'nin eylemini çözüm gücü yapan Gandhi'nin duruşu oldu. Mütevazı, sade, barışçıl ve kararlı bir insanlık öğesiydi Gandicilik. Güney Afrika'da siyah bir hukukçu olan Nelson Mandela, kendi şahsında tüm siyahların mücadelesini yürüttü. NATO'nun, AB'nin, ABD'nin Güney Afrika için çok çirkin amaç ve pratikleri vardı. Biyolojilerinin ve doğanın bir parçası olan renklerinin, kültürlerinin ve kimliklerinin inkarına karşı tarihten ve gerçekliklerinden ilham aldılar. Kimliklerinin ve özgürlüklerinin sembolü olan Mandela'yı hiç yalnız bırakmadılar. Öfkelerini örgütlediler, bu hukuksuzluğa dur dediler. On binlerce insan, Mandela'nın kaldığı cezaevinin etrafında günlerce oturdular, Mandela evine dönmeden biz de evimize dönmeyeceğiz dediler. Bir ay gibi bir sürede Mandela'yla, yani özgürlükleriyle, kimlikleriyle evlerine döndüler. İrade, hukuk ve kararlılık tekrar kazandı; her zamanki gibi. Nelson Mandela halkıyla barış kimliği oldu.
Özgür yurttaş olmadan kişilik bulmak mümkün değildir.
Devletin en tepede, yurttaş ve bireyin en altta olduğu bir sisteme belki her adı yakıştırmak mümkündür, ama ona demokratik cumhuriyet adını yakıştırmak mümkün değildir. Eğer bir ülkede her şeye bir araç olarak devletin damgasını vuruyorsa, yurttaşın ve bireyin esamisi okunmuyorsa orada sistem köleleştiren bir sistemdir. Her şeyin en tepeden belirlendiği, yurttaş ve bireye bunlara uymaktan başka seçeneğin bırakılmadığı bir cumhuriyette, araç olan devlet amaç, amaç olan insan araç derecesine düşürülmüş demektir. Yine cumhuriyette olsa devletin çıkarları yurttaş ve birey çıkarlarının üstüne çıkartılmışsa orada her şey tepe üstü dikilmiş, doğrultulmayı bekliyor demektir. Çünkü yurttaş ve birey olmadan cumhuriyet olamaz. Bunların olmadığı yerde ne devlet ne de cumhuriyet olur. Ama eğer yurttaşlar ve birey yani insan varsa, o, bu aracı inşa edebilir. İster adı cumhuriyet olsun, ister imparatorluk hiçbir devlet vatandaş veya birey imal edemez, yaratamaz. Yaratıcı olan devlet değil insandır, yetenek haline gelmiş bireydir, bunların geometrik aritmetik toplamından oluşan yurttaşlar toplumudur. Cumhuriyeti inşa edenler de onlardır. Birey ve vatandaş ile devlet arasındaki denge, bir araç olan devletin değil, yurttaş ve bireyin lehine kurulmuşsa, birey ve vatandaş özgür ve kanunlar karşısında eşitse demokratik cumhuriyetten bahsedebilmek mümkündür. Birey veya yurttaş kendi elleriyle inşa ettiği devleti kontrol edebildiği, onu yönlendirebildiği, denetleyebildiği kadar kişilik kazanabilir, özgür birey veya yurttaş düzeyine çıkabilir. Öte yandan yurttaşın yarattığı cumhuriyet, kendisini yaratanlar arasında bir fark gözetemez. Yurttaşlık asgari olarak bir devletin uyruğu altında yaşayan insanların yasalar ve hukuk karşısında eşitliğini gerektirir. Burjuva cumhuriyetlerine kadar birey yurttaş bile değildi. Örneğin bir aşirete, ümmete, dine veya imparatorluğa üye olan yurttaş değildi ve onun haklarına sahip değildi. Bu tip örgütlenme formları altındaki bireyler ne yurttaştı ne de hukuki eşitliğe sahipti. Ne aşiret, ne din, ne ümmet, ne imparatorluk kendi üyesini veya uyruğu altında yaşayan bireyi yurttaş olarak kabul etmekteydi. Onlar yurttaş değil bende idi. Bendelik veya tebaalık bireye tabiliği, itaat etmeyi, boyun eğmeği dayatır. Bende veya tebaa bağımsız kişiliği olmayan kul, köledir. Bu kulun isyanı veya krallığa karşı mücadelesi ile bedelleri de ödenerek inşa edilen cumhuriyet, kendisini yaratan ve kendi uyruğu altında yaşayan insanları hem yurttaş olarak kabul eden, hem yasalar karşısında onlar arasında eşitlik ilkesini kabul eder. Cumhuriyet demokratikleştirilebildiği ölçüde temel özgürlükleri tanımaktadır. Onun karakterine demokrasiyi kazıyanlar da yine onu yaratanlardır. Yani özgür yurttaşlardır. Onların mücadelesiyle, devlet üzerinde kurdukları denetimle, yönlendirme ve çabalarıyla cumhuriyet demokratikleşebilmektedir. Dolayısıyla özgür yurttaşlık; devletin karakterine eşitlik ve özgürlük ilkesi kazınabildiği, bunun gereği yerine getirilebildiği ölçüde mümkün olabilmektedir. Kendiliğinden gelişen veya devletin bahşettiği bir kimlik değildir. Yasalar karşısında eşitlik özgürlüklerle tamamlanıp beslenmediği sürece özgür yurttaşlık olmaz, olamaz. Cumhuriyet, özellikle demokratik bir cumhuriyet kendi uyruğu altında yaşayan bireyler ve yurttaşlar arasına bir fark koyamaz. Ortalama bir yurttaş profili çıkartarak buna uygun olanları yurttaş olarak kabul edip olmayanları yurtdışına, sınırlarının ötesine atamaz, itemez. Yaşadığı yurdun topraklarına el koyarak, üstündeki veya içindeki insanları dışlayamaz. Yaşadığınız topraklara ihtiyacım var, bunlar işe yarar, ama size ihtiyacım yok diyerek onları yurtsuzlaştıramaz. Veya çizdiği yurttaş profiline uyması için ona asimilasyon türünden dayatmalarda bulunamaz. Dili, kültürü, dini, düşüncesi, siyasi tercihi, felsefesi ne olursa olsun hepsini de olduğu gibi, mevcut gereklikleriyle kabullenir. Ne sınıfsal konumlarından, ne etnik, kültürel, dinsel kimliklerinden ne de fiziksel her hangi bir farklılıklarından dolayı kendi üyeleri arasına bir fark koymaz. Hiçbirisine özel bir ayrıcalık tanımaz. Hiçbirine özel bir karşı-ayrıcalık dayatmaz. Eğer gerçekten bir demokratik cumhuriyetse daha çok zayıf olan öğelerini korumak için özel tedbirler alır. Örneğin eski, köklü bir kültürün üyelerini, fizik ve düşünce özürlü ya da bakıma muhtaç üyelerini koruyup yaşatmak için özel tedbirler alabilir, ödenekler ayrılabilir, bunun için gerekiyorsa kanun çıkartabilir. Aynı durum ülke topraklarında yaşayan, insan olmayan ve yok olma tehlikesi altında bulunan bitki ve hayvan türleri için de geçerlidir. Fakat demokratikleşmiş bir cumhuriyet asla güçlü olanın yanında, güçsüzün karşısında yer almaz, onun yok oluş sürecini hızlandırmak için özel tedbirler geliştirmez. Eğer tersini yapıyorsa veya buna cesaret ediyorsa, orada sorun devlette değil, devleti kontrol edemeyen, yönlendiremeyen, denetleyemeyen yurttaşta demektir. Burada ortaya çıkan sonuç, en azından onu yaratan yurttaşın, onun denetimine girdiği, onu kontrol eden olmaktan çıkıp bizzat kendisinin onun kontrol altına girdiğidir. Bu aynı zamanda onun üzerinde hiçbir yaptırım gücü gösteremediği anlamına gelir. Dolayısıyla devletin yurttaş veya birey karşısında bu kadar özgürleşebildiği yerde özgür yurttaşlık hareketine büyük ihtiyaç var demektir.
Demokratik cumhuriyetin en temel özelliği etnik, dinsel, kültürel kimliği; cinsi ve türü ne olursa olsun bütün insan ve canlı yurttaşları karşısında eşit mesafede durma karakterine sahip olmasıdır. Şu yurttaşın etnik, dinsel kimliği bendendir, şunlar değildir, şu havyan veya canlı tür benim ülkemin değeridir, şunlar değildir diyerek onlar arasında bir ayrım yapamaz, bunlar karşısında farklı yaklaşımlar içine giremez. Eğer böyle yapıyorsa o devlet sadece antidemokratik değil, gerçek anlamda cumhuriyet bile değildir. Cumhuriyet, ancak uyruğu altında yaşayan bütün vatandaşlar aynı düzeyde eşit ve özgür konuma geldikleri zaman, kendisine bu karakter kazandırılabildiği ölçüde demokratik cumhuriyet olabilir. Veya gerçekten demokratik cumhuriyet haline gelebilir. Eğer vatandaşları arasında etnik, dinsel, cinssel, kültürel vd kimlik farklarından dolayı eşitsiz yaklaşmaya devam ediyorsa onun demokratik bir devlet olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla, demokratik cumhuriyet hiçbir vatandaşına şu veya bu etnisinin kimliğini zorla kabul ettirmeye çalışmaz. Hiçbir vatandaşını asilime etmez. Sen Türksün veya Fransızsın; dilini, kültürünü geliştir, diğerlerini kendi içinde erit, sen Kürtsün, Arapsın, Almansın, ama Türkler veya Fransızlar içinde erimelisin, senin için başka bir seçenek yok diyemez. Ötekinin diline, kültürüne, tarihine, yaşam tarzına, inancına saygısızlık edemez. Tam tersine etnik, dinsel, cinssel, kültürel kimliği ne olursa olsun bütün vatandaşlarına eşit mesafede durur, hepsinin eşitliğini ve özgürlüğünü, barış içinde mutlu ve huzurlu yaşamasını sağlamak ve garanti etmek onun varlık nedenidir. Buna yanaşmayan bir devletin, -kendisine hangi ismi koyarsa koysun-ne cumhuriyetle ne de demokrasiyle alakası olabilir. Eğer yurttaş siyasal yaşama katılma özgürlüğünden, düşüncesini açıklama ve toplumla paylaşma özgürlüğünden, kendi anadilini kullanma, kültürünü geliştirme, istediği inanca sahip olma, kendisini eğitme,çalışma, örgütlenme, toplanma, seyahat etme, haksızlığa karşı direnme vb gibi en temel hak ve özgürlüklerinden yoksunsa, çatısı altında yaşadığı devlet ne cumhuriyettir ne de demokratiktir.
Demokratik cumhuriyet halk için demokrasiyi, birey için özgür ve eşit yurttaşlığı en temel ilke olarak benimser. Her yurttaş kendi diliyle, kültürüyle inanç ve tarih bilinciyle barışık ve özgürce yaşayabiliyorsa, kendi kaderini belirleme hakkına sahipse, özgürce düşünebiliyor, siyasal yaşama katılabiliyor, hiç çekinmeden düşüncelerini açıklayabiliyor, toplumsal yaşamı ve iç barışı bozmadan istediği gibi örgütlenebiliyor, hakkını arayabiliyor, haksızlığa karşı direnme hakkını kullanabiliyorsa özgür yurttaştır. Eğer bunlardan yoksunsa o ne özgür yurttaştır ne de bireydir. Burada yaşanan olay ona dayatılan farklı bir kimliği ve kişiliği kabul etmedir, kendi kimlik ve kişiliğinden kopmadır. Nasıl ki, kendi kimlik ve kişiliğinden soyundurulan bir halk, topluluk veya birey inkarcı ve kişiliksiz bir varlık haline gelirse, bunu ona dayatan da en az onun kadar inkarcı ve kişiliksizleşmiş bir gerçekliktir. Bunu bir devlet yapıyorsa, o inkarcı ve kişiliksiz bir devlettir. Bu dayatmaya kim uyum sağlamışsa o da en az devlet kadar inkarcı ve kişiliksizleşmiştir. Fakat demokratik cumhuriyet ve yurttaşlık kişiliksizleşmeyi değil, boyun eğdiren, eriten ya da tabi olan bendeliği değil hukuk ve eşitlik, özgürlük ilkeleri ile kişilik bulmuş olmasını gerektirir.
MAHİR DENİZ (ATAKAN MAHİR)
1.BÖLÜM
YORUM GÖNDER