TÜRKİYE'DE ULUS-DEVLET VE DEMOKRATİK ULUSLAŞMA SÜRECİ -1-
Ulus, devletin kılınmıştır;
Uygarlığın üç temel zihniyet kalıbı vardır. 1) doğanın vahşi olduğu, insana ve toplumuna zarar verdiği, bu nedenle insanın temel amacının doğayı zaptetmek, ele geçirmek, hükmetmek ve çıkarına göre kullanmak olduğu söylenir. Uygarlık bile insanın doğaya hakimiyet derecesiyle tanımlanır. Bu zihniyet kalıbının altında, hiyerarşinin ve merkezi devletleşmenin doğa-toplum bütünleşmesini bozmaya götüren, doğa sömürüsünün gizlenmek istendiği açıktır.
2) kadının doğuştan eksikli bir cins olarak doğduğu, erkeğin ve toplumun hizmetini görmesi gerektiği, atasoyluluğun normal bir işleyiş olduğu, çocuğun doğumunda bile kadının değil, erkeğin rolünün fazla olduğu, geçmiş hiçbir toplumsal üretimde kadının başat rol oynayamadığı söylenir. Uygarlık zihniyetinin bu kalıbının altında da toplumsallaşmanın kadın kökenliliği, erkeğin kadından gelen ve onun bir parçası gibi olan gerçekliği, toplumsallaşmanın cinslerin tahakkümüne değil, bütünleyicilik ve doğal işbölümüne dayalı yanı tersyüz edilir. Cinslerin hiyerarşi ve devletli toplumun hizmetine sunulması için bu şarttır.
3) toplulukların ve toplumsallaşmış toplulukların tümünde yöneten-yönetilen ilişkisinin normal olduğu, yaşamın kaynağında bunun böyle başladığı, toplumsal statüler arasında hiyerarşi ve tahakkümün doğadan ve evrenden geldiği ve mutlak bir yasa olarak süreceği söylenir. Burada da hiyerarşik sınıflı toplumsal yapının kendisini ezeli ve ebedi kılma çabası görülür. Altı-yedi bin yıllık hiyerarşiksiz doğal toplum gizlenmeye çalışıldığı gibi sınıflı yapının geleceği de ipotek altına alan mutlaklaştırılması yaygınlaştırılır.
Hiyerarşinin mutlaklığı;
Uygarlığın bu üç temel bileşenine dayanan zihniyetinin günümüzde ne kadar etkin olduğu biliniyor. Çeşitli versiyonları yaşamın, davranışların, kurumlaşmaların hemen her alanında karşımıza çıkabiliyor. Üç düşünce biçimiyle iç içe, ama daha çok da üçüncü ayağın etkisinde olan bir gerçekle karşı karşıyayız. Hiyerarşinin mutlaklığı, hiçbir toplumda kapitalist devletli toplum kadar benimsetilmemişti. Günümüzde uygarlığın bu düşünce formları o kadar beyinlere nüfuz ettirilmiştir ki, ulusu bile devletten ayrıştırmadan ele alırız. Ulus, devletin kılınmıştır. Uygarlığın başında bile kimse devletle tüm toplumu bir görmezdi. O zaman uygarlığa dayalı düşünsel altyapımızı sorgulayalım: Devlet ile toplum yapılanmaları bir midir? Ne zamandan sonra devlet toplumsal formlara ismini yazdırabilecek kadar tam hakim oldu? Sonuçları neler oldu? Ulus-devletten ve tüm zararlarından sıyrılmanın birinci şartı, tanımındaki ulus ve devleti birbirinden ayırt etmekten geçer. Ulus, devleti doğurmayacağı gibi devlet de ulusu yaratmanın şartı olmayabilir. Hele hele iki olgunun bu kadar sık bir arada kullanılması sadece daha fazla yanıltıcı olabilir. Devletin bir yönetim organizasyonu olarak oluştuğu bilinir. Devletle birlikte etrafındaki sınıflaşma ve toplumsallaşmaya dayalı bir topluluk da birikir. Bu anlamda devleti teknik bir organizasyon olarak görmek yerine, belli bir yekun tutan bir topluluk olarak görmek daha doğrudur.''Toplum içinde toplum'' ,''Toplum üstünde üst toplum'' tabiri gibi. Kamu güvenliği ve toplumsal-sınıfsal işbölümü organizasyonu olarak devlet, çeşitli dönemlerde iktidarını yürütüş biçimine göre farklı adlarla alsa da, özünü koruyarak devam etmiştir. Rahip, hanedan, dini devlet adlandırmalarından, ulus-devlete gelinmiştir. Demek ki ulusla devletin birlikteliğinden çok önce devlet oluşmuştur. Ulus- devlet aşaması, iktidarın özüne ilişkin yeni bir adlandırmadır. Öyle çok zannedildiği gibi ulusun doğuşu ile ulus-devletin doğuşu da bir arada yürümemiştir. Avrupa'da başlayan ulusların oluşum süreci, önceliklidir. Ulus-devletler daha sonra gelir. İngiliz ulusu, İsviçre ulusu, İtalyan ulusu, hatta İspanyol ulusu 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar çeşitli yönetimsel organizasyonlar altında, -ki daha çok komünal ve konfederal- uluslaşmaya başlamalarına rağmen, bir ulus- devlete kavuşmaları daha çok 18.-19. ve hatta 20. yüzyılda gerçekleşmiştir.
Ulus ile kapitalizm;
Kapitalist devlet, etrafında bir toplumsallık yaratmak zorundaydı. İşte ulusun kapitalist devletle ilişkisinden önce bağı kapitalist toplumla daha sıkı ilişki içinde başlamıştır. Ulus devlet bu bağ üzerine şekillenmek istemiştir. Burjuvazi, bir dönem sonra kendisini ulusun önder gücü olarak gösterip politikada milliyetçilik, ekonomide liberalizmi oluşturarak sistemini kurmak istemiştir. Böylece kapitalist toplumu yayarak, tüm ulusu içine alır hale getirmek istemiştir. Burada bir olguyu yanlış anlamamak gerekir, ulus ile kapitalist toplum ilişkisi olmakla birlikte zorunlu değildi. Hatta aynı mantığa dayalı oluşmazlar. Biraz sonra açıklayacağımız gibi ulus oluşumu farklı bir seyir izler. Kapitalist toplum ise, merkezi kapitalist devlettin toplumsallaşmasıdır. Yani kapitalizm, özellikle 19. yüzyıl sonrası hakim sistem haline gelmeseydi kapitalizm dışında bir uluslaşma varlığını devam ettirebilirdi. Ulus, kapitalizm ürünü değildir. Fakat kapitalist toplumla ve daha sonra da kapitalist devletle ulus özdeşleştirmesini de bir burjuva beceri olarak görmek gerekir. Kısacası, devlet bir üstyapı formudur. Çeşitli adlar alabilir ve doğal olarak kendisini meşru kılmak için toplumla bağını kurmak ve kendisini onlara kabul ettirmek isteyecektir. Ama hiçbir zaman toplumun bir formu olarak ele alınamaz ve toplumun (alt toplumun) kavramlarıyla özdeş kılınmaları yanılsamasına düşmemek gerekir.
Alt toplum-üst toplum;
Ulus, bir alt toplum formudur. Toplumlar, tarih boyunca çeşitli adlar altında şekil almışlardır. Ulus; toplumun klan, kabile, aşiret milliyet (kavim) şeklindeki oluşum sürecinin bir devamıdır. Alt toplumun üst toplum, (devletle) belli bir ilişki içinde, ama daha çok kendi özgün diyalektiği içinde oluşur. ''Oluşumunda dil, kültür, tarih ve siyasal güç birlikteliği daha belirleyici rol oynar''. ''Uluslaşma ve ulus olgusu, kavimsel ilişkinin yoğunlaşarak devam etmesiyle ortaya çıkar''. Feodal çitlerle sınırlandırılmış parçalı ekonominin çözülmesine ve gelişmiş bir ortak pazarın ortaya çıkmasının uluslaşmada rolü hep belirtilir. Fakat burada da pazarın kapitalizmle özdeşleştirilerek ele alınması temel bir yanlıştır. Önemli olan pazarın nasıl işletildiğidir. Kapitalist mi, komünal mi? Gelişmiş ortak pazarlar kentlerde kapitalizm oturmadan önce de vardı. Dolayısıyla gelişmiş pazarlar etrafında gittikçe dil, kültür ve toplumsal-siyasal organizasyonların gelişmesi beklenebilirdi. Gelişen toplum gelişkin pazarları, gelişkin pazarlar da ulusu geliştiriyordu. Kapitalist devletin yaptığı, ortak pazarın serbest rekabet ekonomisi için daha sonraları zemin haline getirilmesidir. ''Etnisite hareketinin ulusal devlet talebiyle kentin orta sınıfının, özellikle ticaret burjuvazisinin ulusal sınırlar talebi çakışarak tarihin en büyük dönüm noktalarından olan ulus-devleti ve kapitalist toplumu doğuracaktır''. Ortaçağ'da 12. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar etkin olmak üzere 20. yüzyılın ortalarına kadar etkisi azalarak ulusun komünal konfederal yönetimleri de görülebilmiştir. İtalyan kent komünleri, Fransız mahalle seksiyon örgütlenmeleri ve komünleri, Amerika kasaba meclisleri, İspanya şehir komünarları, İsviçre konfederasyonu, REN birliği, Ortadoğu'daki etnik ve mezhep gruplaşmalarına dayalı ''dervişan cumhuriyetler''vb. ulusun yönetim organizasyonu olarak varlık göstermişlerdir.
Ulus-devletin dini: Milliyetçilik;
Ulus üstündeki bu çekişme, 18. yüzyılın sonuna doğru kapitalizmin hakimiyetiyle sonuçlanır. Din ideolojisinin yerini milliyetçilik alır. Çok sınıflı toplumsal yapıda burjuvazi başat olmaya başlar. Pazara daha güçlü sahiplenir. Pazarla birleşen güçlü milliyetçilik, içte pazarı geliştirmek dışa doğru da açılmak ister. Esasında da milliyetçiliğin bu özelliği ulus- devleti pekiştirir. Merkezi devletçi iktidar, ilk defa kurumsal niteliğiyle toplumun tümüne yaydırılacaktır. Ulus-devletin dini olarak milliyetçilik çok önemli bir rol oynar. Başta devletin meşrulaştırılmasına hizmet etme anlamında rahip devletin mitolojisi, köle devletin mitoloji, felsefe ve ilahiyatı, Ortaçağ devletinin din ideolojisi eşdeğerinde görülebilir. İçte başta sınıf çelişkisi olmak üzere, tüm çelişkileri gizlemede, dışarıda da ulusal gurur duygusunu teşvik etmede sürükleyicidir. Toplumdaki tüm yapıları merkeziyetçiliğe teşvik etme anlamında rol oynayarak, demokratik komünal değerlere karşı emniyet sibobu olarak durur, merkezi üniter yapılara güç verir. Tüm bu anlattıklarımızdan çıkarılacak en önemli sonuç, devlet ve ulus bütünlüğüne dayalı sistemin antidemokrasi doğurduğudur. Hem devlet total bir baskı aracına dönüşmüş, hem de ulus farklılık ve zenginliğini kaybetmeye başlamıştır. Kapitalist toplumdaki, toplum ve devlet aidiyetine dayalı yurttaşlığın canlılığını ortaçağ dönemindeki birçok toplumsal ve bireysel hareketlilikle karşılaştırdığımızda daha geri görürüz.Hiçbir toplum ,kapitalist devlet aşamasındaki kadar devletine benzeşmemiştir. Hiçbir devlet kapitalist devlet kadar toplumsallaşma ve bireyselleşmeyi bu kadar karşıtlaştırıp atomize ederek ulusun dengesini bu denli bozmamıştır.
Mahrumiyet bölgelerine sunulan çözüm;
Ülküler doğrultusunda birleşmenin temel faktörü, farklılık göstermeksizin ülküye bağlı kalmaktır. Yedi bölgeye ayrılmış ülkemin yedi ayrı bölgesini tek isimle adlandırmak kolay. Bu yedi bölgenin, ülküler çerçevesinde farklı yorumlanamaz olması, bölgelerin çağa eşzamanlı olarak gelişimini tamamlaması yönündeki çalışmalar; ülkü birliğinin gerekliğini ve bölgelerin gelişmesini sağlamak için gerekli olan her şeyin yapılmasıdır. Aksi durumlar ülküsüzlükle adlandırılabilir. 80 yıllık ülke gerçekliğine bakıldığında hala bir yerlerin mahrumiyet bölgesi olarak adlandırılıyor olması nasıl da ülküsüz olduğumuzu gösteriyor. Ülküsüzlüklerin çözümünü bakın nasıl kolay yöntemlerle çözüyoruz: ''Maaşlarının dört katı teşvik primi ödensin'' denilerek, gitmeyen hekimlerin teşvik edilmesi önerisinde bulunuldu. Bölge'de çalışması için hekimlere normal hekim maaşının dört katı kadar 'teşvik primi' adı altında ücret ödemesi yapılması önerisi hükümet tarafından değerlendirmeye alındı. Gibi haberleri okumaktan öteye gitmeyecek yöntemlerle adına siyasal bilimde sömürge denilen anlayışın farklı yöntemlerle adlandırılmak istenmesi... 80 yıllık pratikle söz konusu bölgelerin mahrumiyetini bu şekilde ucuz yöntem ve üstünkörü çözüm politikalarıyla geçiştirmek, salt kurumların günlük işlerinin yürütülmesi için atanmış personellerle kurtarmaya çalışmak, ucuz bir politikadır. Bir bölgenin gelişimi ekonomik ve siyasal birliktelikle mümkündür.(Fikret Başkaya 'yenilgi tuzağı's.:203).
Bir ekonomik bölgenin zenginleşmesinin önkoşulu, orada yeterli bir ekonomik altyapının oluşturulmasını gerektirir. Eğer uygun alt-yapı mevcut değilse, bölgenin zenginliğinin sadece orada yatırıma dönüşmesi engellenmiş olmaz, aynı zamanda kaynak bölgeyi terk eder, başka yörelere kaçar. Ekonomik alt- yapı da öyle kendiliğinden, kapitalistler tarafından yapılmaz. Ekonomik altyapı her zaman devletin işidir. Bu olguyu gözardı ederek sorunu personel yetersizliğiyle adlandırılmanın çözüm olmayacağı artık biliniyor. Ekonomik yetersizlikleri 80 yıllık bütünlük içerisinde aramaktansa son 30 yıllık geçmişle değerlendirmek yanılgıların bir tanesidir. Mevcut siyasal yaklaşımlar bugüne dek sorunların aşılması yerine sorunların kangrenleşmesine sebep olmuştur. Dayatılan resmi ideoloji oligarşiyle kendinden farklı olanlara yaşama şansı tanımamaktan, korku tapınakları yaratmaktan öteye gidemedi. İçselleşmemiş demokratik yaklaşımlar, demokratik olmayan yaklaşımları beraberinde getirdi. Farklı olunabileceği anlayışıyla demokratik zemin düzleminde kişilerin ya da siyasal partilerin varlıklarını yürütmesini sağlayacak zeminin olması sağlanmalıdır. Bir ülke düşünün ki seçmeninin %60'lara varan oy kitlesine karşın, %10'luk baraj uygulamasına takılıyor. Bu da kendi seçmeninin meclise taşınmasını engellemiş oluyor. Şimdi bu tabloda ekonomik ve siyasal birliktelikten bahsetmek mümkün mü? Sorunların dinlendirildiği alanların önü tıkatılarak korku tapınaklarını büyütmek yerine, siyasal farklılıkların yaşam bulması yönündeki demokratik zeminin oturtulması gerekiyor. Bu anlayışın hakim olmadığı, çıkarılan yeni Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ile görülmektedir. Fikirler söylenmeyecek, farklı siyasal anlayışlar savunulmayacak, belirlenmiş kalıplar doğrultusundaki anlayışların dayatılması bölgeyle birlikte ülkenin gelişmesi ve demokratikleşmesi hep baltalanmış olacaktır. Açılımlar sunma adına hazırlatılan 'Güneydoğu sorunu' ya da 'Kürt sorunu' raporları formaliteden öte olmayacaktır. 'Sorun senin ya da benim sorunum', 'biz görevimizi yaptık, şimdi sıra siyasilerde' demekle de sorunlardan kurtulunamayacağı biliniyor olmalıdır bu aşamadan sonra.
Bir yerleri mahrumiyet bölgesi olmaktan kurtarmak, bürokratik işlemlerin devamlılığı için gerekli kişilerin dört kat maaşla buralarda tutulması yolundaki çalışmalarla değil, atılması gereken demokratik adımlarla beraber, ekonomik, siyasal, kültürel, sanatsal gelişmelerin önündeki engelleri kaldırarak, bu mahrumiyet bölgelerinin sömürge olmadığını ispatlayacak değişimleri gösterme zamanıdır.
MAHİR DENİZ (ATAKAN MAHİR)
YORUM GÖNDER