MEŞRU SAVUNMA NEDİR?
İnsan toplumsal bir varlık olarak tanımlanmaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık haline gelişi diğer canlılardan farklılaşmasını ifade eder. Toplumsal insan veya insansız toplum olamayacağına göre insanı tanımladıkça, çözümledikçe toplumu da tanımlama ve çözümleme gerçekleşmektedir,veya tersi de doğrudur. İnsanın, dolayısıyla toplumun oluşumu gerçeğinde bu hususun bilinmesi önemli olmaktadır. Çünkü bu gerçeği yadsımak veya bilmemek, yaşanan tüm sorunların kaynağına da inmemektir. Dolayısıyla doğru çözümler üretememektir. Hangi olguda olursa olsun, doğru analiz yapılmadıkça doğru sonuçlarda elde edilemez. O nedenle insanlığın oluşum serüveni iyi anlaşılmak durumundadır.
Doğada varlık bulan insanın başlangıçtaki zayıf hali nedeniyle, kendisinden daha güçlü olan doğa güçlerine karşı savunma pozisyonunda kalması anlaşılırdır. İnsanın doğayla çelişkisi olarak anlam bulan bu süreç, ne insanın doğaya ne de doğanın insana özel bir yönelimi vardır. Yaşanan bütünüyle fiziksel dengesizliğin bir sonucudur. En zayıf konumda bulunan insanın korunma içgüdüsüyle kendisini savunması, savunma mekanizmaları geliştirmesi eşyanın tabiatı gereğidir.
Giderek gelişip-güçlenen insanın, doğanın aleyhine bir gelişim kaydetmesinden bahsedilmez. Doğal meşru savunma hali tüm saldırıya uğrayan canlılar için geçerli olup, ilk başta bir refleks olarak gelişmek, giderek insan olgusunda düşüncenin gelişimiyle paralel, tedbirler alma biçimine bürünmektedir. Alınan tedbirler olası saldırılara karşı olup, saldırı amaçlı olmamaktadır. Toplum haline gelen insanın ortak dayanışması sonucu saldırılar azalmakta veya daha rahat önlenebilmektedir. Bu durum hem doğayı tanımayı, hem hakim olmayı hem de koşulları lehine değerlendirmeyi getirmektedir.
İnsanın düşünsel gelişimi, doğanın fiziksel zorunu giderek sınırlandırırken en zayıf konumdan en güçlü konuma geçişinin de adımlanmasıdır. Dolayısıyla doğadan kaynaklı zorun etkisini azaltmada, düşünsel gelişim belirleyici rol oynamaktadır. Düşüncenin yol açtığı bilgi-bilinç birikimi, insanın refleks düzeyini aşan tasarılar geliştirerek karşı koyuşunu doğurmaktadır. Bu karşı koyuş savuma içerikli olup yaşamın zorunlu bir gereğidir. Bu aşamada toplumsal gelişimin aldığı düzey insana güç kazandırmakta ve korunma olanağı sağlamaktadır. İnsanın toplumsallaşma gerçeğinde zorun rolü bu anlamda dışsal bir faktörken, doğal fiziksel nedenlerden kaynağını almaktadır. O nedenle doğal toplumun ilişkiler yumağında zora rol atfedilemez. Hatta karşı zoru geliştirmenin varlığını sürdürme içerikli olmaktan öteye anlamlandırmak yanıltıcıdır.
İnsanın paylaşıma ve dayanışmaya dayalı komünal yaşam gerçeğinde ihtiyaç ile zorunluluk iç içe geçmiştir. Bir yandan yaşadığı zayıf konum bir yandan da ihtiyaçlarını karşılamada kollektif davranma gereği, onu toplumsallaşmaya itmektedir. Doğal toplumun bu oluşum gerçeği insanlar arası çelişki ya da toplumlar arası çatışma zeminini ortadan kaldırmakta, komünal yaşamı, davranışı ve düşünüşü koşullamaktadır. İnsanın tüm yaşam aktiviteleri bunun üzerine kurulur. Yaşam özgür ve eşit olup paylaşıma ve dayanışmaya dayalıdır. Toplum olma bilinci, onun-değerlerini koruma ile paralel geliştirme çabasını da doğurmaktadır. Bu çaba daha fazla gelişmenin de, güçlenmenin de, üretmenin de temelidir.Düşüncenin gücü ile daha fazla üreten-paylaşan ve yaratan insan-gerçeğine ulaşılmaktadır.
Mülkiyete konu edilmeyen insan ve maddi-manevi üretilen değerler, topluma ait olduğundan,gönüllü katılan-çalışan ve üreten insan-toplum gerçeği söz konusudur. Özgürlüğün ve eşitliğin toplumsal temeli böyle oluşmaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde oluşa gelen bu toplumsal biçimleniş, çelişkinin değil, uyumun; çatışmanın değil, paylaşmanın; tüketmenin değil, üretmenin hakim olduğu bir toplumsal sistemi ifade etmektedir. Neolitik toplumu da içine alan, genelde ‘doğal toplum’ olarak tanımlanan bu biçimlenişin yol açtığı gelişmeler muazzam olup giderek güçlenen çizgisinin de sistemsel-toplumsal ifadesi olmaktadır. İnsanın insanla çelişmeye başlaması veya toplumsal çelişkinin doğuş zemini, özgürlük ve eşitliğe dayalı komünal yaşamdan giderek uzaklaşmasının, dolayısıyla mülkiyet ve hakimiyete dayalı ilişkilerin gelişmesi ile olmaktadır. Bu duruma yol açan ise yine insanın zihniyet yapısında yaşanan değişimdir. Üretilen değerler üzerinde geliştirilen mülkiyet giderek topluma ait bir olgu gibi görülürken, paylaşımın toplumsal karakteri olmaktan çıkıp belirli bir kesimin denetimine geçtiği görülmektedir. Gelişen zihniyet yapısı buna yol açarken, bu gerçeği kendisi bilmekte fakat genel toplumsal yapı tarafından bilinmemektedir. İnsanın ve emeğinin mülkiyete konu edilmesiyle başlayan bu süreç kendi kavram-kurum ve kuramlarını yaratarak toplumsal meşruiyetini sağlamaya çalışmaktadır. Yaratılan meşruiyetin sorgulanması şöyle dursun, en yüksek uyum gücüyle katıldığı, böylesi bir zihniyet yapısının oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla zorun kullanımı diye bir olgudan bahsedilemeyeceği gibi, bunu gerektirecek bir ihtiyaç veya düşünce de söz konusu değildir. Doğadan kaynaklı fiziksel saldırılara karşı savunma amaçlı zorun giderek insan ilişkilerine yansıması zihniyet yapısında yaşanan değişimle bağlantılıdır. Mülkiyetçi zihniyetin yol açtığı bir olgu olarak gündeme girmektedir.
Paylaşıma ve dayanışmaya dayalı komünal düzenlenişten kopmak istemeyen, dolayısıyla yitirdiği özgür ve eşitliği tekrardan yaşamak isteyen insanlığın artan hoşnutsuzluğun, tepkisi ve karşı koyuşu nedeniyle mülkiyetçi –başka bir deyimle egemen-zihniyet zoru toplumsal ilişkilere yansıtmaya başlamıştır. Yansıtılan bu zor meşru olmayıp insan doğasına yabanlaşmanın da adı olmaktadır. İnsanın insan tarafından sömürüsüne yol açan bir zihniyetin yaratımı olan zorun tarihsel-toplumsal temeli, bu şekilde döşenmektedir.
Tarihte Zorun Rolü ve Meşru Savunmanın Doğuşu İnsanın sınıfsal bölünmeye tabi tutulduğu, ezen-ezilen ilişkilerinin toplumun geneline yayıldığı, mülkiyetin kutsanarak karşı çıkılmaz bir olgu olarak benimsetilmeye çalışıldığı doğal toplumdan kopuş süreci, kuşkusuz ki kısa zaman dilimimde ve mücadelesiz gerçekleşmemiştir. Zorun toplumsal ilişkilere yansıtılmasıyla birlikte, meşru savunma hakkının doğuşu da gerçekleşmiş demektir. Zora dayalı meşruiyet çabası, özünde gerçeği gizleme çabasından kaynağını almaktadır. Bu anlamda zor olgusu insan doğasına aykırı olup, insanın kendi özüne ve toplumsallaşma gerçeğine terstir. İnsanın insanla çelişkisini doğuran egemen zihniyetin uygulamaya koyduğu zor gerici nitelikte olup, tahribat yaratan bir karakterdedir. Bu karakterinden ötürü en çok mahkum edilmesi ve insan ilişkilerinden dışlanması gereken bir olgudur. Egemenlerin yaratımı olan kavram-kuram ve kurumların esas işlevinin insanlığın özgürlük ve eşitlik arayışını önlemek olduğu açığa çıkmış bir gerçektir. Yaşanan özgürlük ve eşitlikçi toplumsal biçimlenişi unutturmak, hafızalardan silmek ve toplumu belleksiz bırakmak, çabaların bir yönünü oluştururken, kendi sistemini mutlaklaştırmak, kabul edilebilir kılmak ve meşrulaştırmak da diğer bir yönünü oluşturmaktadır. Yaşanan hatırlandığı, arandığı ve yaşanmak istendiği için, zor devreye sokulmakta ve de sonuç alınmak istenmektedir. Bu uğurda devletler kurulmakta, savaşlar verilmekte ve yöntemler geliştirilmektedir. Çizilen sırlar, örülen duvarlar, yapılan kaleler, çıkarılan anayasalar-yasalar, oluşturulan ordular tümüyle bunun içindir. İnsanın insana düşman edildiği, düşman gösterildiği bu zihniyet yapısında zor her şeye muktedir görülmekte ve adeta kutsanmaktadır. Kahramanlık destanların özü de böyle oluşmaktadır. Yenen ve yenilen gerçeğinde insanlık kaybetmektedir. Yabancılaşma arttıkça ölme ve öldürmeye konu edilen insanlık da daha fazla tahrip olmaktadır. Şiddet sarmalına alınan insanlık adeta can çekişmektedir.
Meşru savunmanın bir hak olarak varlık bulması, zorun gerici ve tahrip edici karakterinden ileri gelmektedir. Meşru savunmayı sadece zora karşı zor kullanmak biçiminde tanımlamakda eksik ve dar bir tanımlama olur. Çünkü egemenlerin uygulayabildikleri zor, yöntemlerin (siyasal-ekonomik-kültürel vb.) eşliğinde ya da diğerleri sonuç almadığında devreye girmektedir. Dolayısıyla meşru savunma hakkı, insanın insan olmaktan kaynaklı tüm haklarının tanınmadığı, sınırlandırıldığı veya saldırıya uğradığı anda kullanmak zorunda kaldığı bir haktır. Toplumsal bir varlık olarak insanın karşılaştığı zor da doğalında toplumsal karakterlidir. Dolayısıyla meşru savunma hakkı toplumsal bir hak olup evrensel bir karakter taşımaktadır.
Meşru savunma konumunda kendisini bulan, ezilen insanlık kendi kavram-kuram ve kurumlarını yaratagelmiştir. Bu anlamda alternatiflerini oluşturdukları oranda varlık bulabildikleri bir gerçektir. Özgürlük ve eşitlik ütopyasını gerçekleşebilir kılmak için mücadeleye tutuştukları anda karşılarına çıkarılan zor karşısında, meşru savunma kapsamında kendi zorunu açığa çıkarma kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu ilerici karakteri olup, varlığını özgürce sürdürme veya özgürlüğünü elde etme yönetimi-aracı olarak varlık bulmaktır.
Başkan APO, meşru savunma kapsamında zor kullanımını bir hak olarak tanımlamakta ve şu şekilde formüle etmektedir: “Meşru savunma hakkı, her düzeyde ve her zaman yaşamsal değerlere karşı haksızca yönelim oldukça, içinde bulunan koşullar ne olursa olsun, yapılması gereken varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama hakkı ve de kutsal eylemidir. Meşru savunmada zoru kullanma hakkı, ancak toplumsal varlığın maddi ve ideolojik öğelerine saldırı olduğunda, özgür gelişme süreçlerinde, özellikle niteliksel dönüşüm anlarında yani devrimci doğuş dönemlerinde gelişmeleri zorla önlemek isteyen güçlerin zoruna karşılık doğar; zor kullanımı bu çerçevede meşru ve zorunlu olur.” Bu belirleme ışığında, ezilenler ve sömürülenler adına doğan meşru savunma hakkının kullanımında zoru da içine alan bir yaklaşım doğru olmakla birlikte, kullanılmamasının yanlış olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Devrimci zorun ayırt edici yanı ve gerekliliği bu çerçevededir. Bu çerçeveyi aşan bir yaklaşım tehlikeli olup, karşıtına benzeşmenin bir diğer ifadesidir. Özellikle zora aşırı rol atfedenlerin trajik bir biçimde benzer sonla karşılaşmaları dikkate değerdir. Ezilen ve sömürülenler adına hareket edenlerin meşru savunmayı aşan zor kullanımını reddetmeleri o nedenle ilkesel değerdedir.
Meşru Savunmanın Hukuksal Temelleri
Meşru savunmanın bir hak olarak tanımlanması doğalında hukuksal bir çerçeveye de oturmaktadır. Günümüzün anayasal-yasal mevzuatlarında da yer bulan meşru savunmanın, bir hak ihlali ile karşılaşıldığında gündeme geldiği bilinmektedir. Evrensel hukuk normlarına kaynaklık eden haklar manzumesinde bu hususu görmek olanaklıdır. Meşru savunma hakkının kullanılması uluslar arası sözleşmelere konu edilse de, bu yönlü düzenlemelere gidilse de, günümüze kadar gelen yaklaşım düzeyi itibariyle en çok istismar edilen bir konu olduğu açıktır. Egemenlerin hak-hukuk anlayışı işgal-talan-sömürü ve saldırganlıklarının meşrulaştırılması temelinde geliştiğine göre , anayasal-yasal mevzuatı da bu çerçeveye oturtacakları aşikardır. Uzun vadeye bağlanmış kurallar bütünü olan hukukun ideolojik –politik anlamı budur. Çıkarların meşru kılınma çabasından ileri gelmektedir. Ezilen ve sömürülen insanlığın mücadelesi sonucu kazanılan hakların hukuksal ifadeye kavuşması evrensel değer taşırken, hakların ihlali halinde meşru savunma hakkının kullanılması da hukuksal bir gereklilik olmaktadır.
Genel planda insan olmaktan kaynaklı hakları tanımlanmış olsa da sorun bu hakların kullanılması noktasında çıkmaktadır. Çünkü ideolojik –planda yaşanan ezen-sömürülen ilişkisi buna engel olmaktadır. Dolayısıyla insan hakları kapsamında olması gereken ile olan arasında fark ortaya çıkmaktadır. Bu durum, hukukun özü olan adalet ilkesiyle de çelişmektedir. Adalet, eşitliğin hukuksal ifadesi olmaktadır. Dolayısıyla eşitsizliğin hüküm sürdüğü koşullarda adalet beklemek ham hayalciliktir.
Kuşkusuz insan hakları manzumesinde yer alan olguları tanımak-tanımlamak da önemlidir. Başkan APO gene bir tanımlamayla hakları şöyle dile getirmektedir: ‘İnsan hakları denilince, sınıf, ulus, din, cinsiyet, etnik, grup ve ırk ayrımı yapılmadan sadece insan oldukları için herkesin sahip olması gereken özgürlüklerine tanınan güvenceler akla getirilmektedir. Bireyin özgürce gelişmesi için bu haklar temel teşkil etmektedir. Bunlardan düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü, örgütlenme, toplantı ve gösteri hakkı, anadilde eğitim gibi temel bireysel haklara BİRİNCİ KUŞAK HAKLAR, ekonomik ve sosyal içerikli olanlara İKİNCİ KUŞAK HAKLAR ve halkların kültürel varlıklarını özgürce geliştirme ve yaşamları biçimindekilere ÜÇÜNCÜ KUŞAK HAKLAR denilmektedir. Evrensel çapta tanınması gereken bu haklara hiçbir gerekçeyle karşı çıkılamaz.’ Yapılan bu tanımlama haklar düzleminde iken, hakların kullanımına karşı çıkıldığında insan hakları hukukunun çiğnendiği rahatlıkla anlaşılabilir. Dolayısıyla hakların gasp edilmesi gündeme gelmektedir. Buna karşı koyuş ise meşru savunmanın hukuksal ifadesi olmaktadır.
Meşru Savunma Hakkının Kullanılması Halinde Uyulması Gereken Esaslar İnsan haklarının evrensel karakteri göz önüne getirildiğinde nerede, kime, ne zaman, nasıl yönelim gelişirse gelişsin, karşı çıkılması insan olmanın gereğidir. Pek tabiidir ki, saldırıya uğrayanın direnme konumuna geçmesi beklenir. Bu meşru savunma hakkının kullanılmasıdır. Direnmenin kapsamını belirleyen, saldırının niteliğidir. Silahlı-silahsız tüm yöntemleri içeren meşru savunma duruşu özünde hakkın korunması veya yitirildiği anda tekrar kazanılmasıdır. Meşruiyet zemini de buradan doğmaktadır.
Meşru savunmayı aşan zor kullanmak veya zora aşırı rol atfederek amacı gerçekleştirmek tek yol olarak görmek, benzer bir şekilde hukuksuzluğa yol almaktır. Zora ebelik rolü atfedenlerin zora tapınması veya zor yoluyla amaca ulaşmada her şeyi mubah saymaları, adeta kutsamaları, farkında olmadan karşıtına benzeşmenin yolunu döşeme olmuştur. Çünkü insanlığın var oluş gerçeğinde, yine uygarlıksal gelişiminde zorun belirleyici rolü bulunmamaktadır. Aksine düşünsel gücün gelişimi ve sistemleşmesi belirleyici rol oynamıştır.
Asıl olarak zoru geliştiren ve toplumsal ilkelere hakim kılan egemenler olmuştur. Zora karşı zor kullanmanın sınırını belirleyen, saldırının niteliği ve kapsamı olması gerekirken, benzer bir şekilde zora aşırı rol atfetme insan doğasına ters şekillenmenin de başlangıcı oluyor. Bir girdaba girer gibi sorun tahrip edici ortamında adeta tanınmaz hale gelen bir insan gerçeği ortaya çıkmaktadır. Meşru savunma anlayışını aşan bu zor, egemenlerin yaratımı olup, ezilenler adına savunulması ve geliştirilmesi ise bir talihsizlik olmuştur. Dolayısıyla meşru savunma hakkının kullanılması halinde amaç, kapsam ve yöntem önem kazanmaktadır. En başta ezilenler- sömürülenler adına zora ebelik rolü atfeden Marks’izmin yaşadığı trajik sonuçta, bu yanlışlığı görmek, eleştirmek ve düzeltmek önemli olmaktadır. Meşru savunma esaslarını belirlerken uygulamada ortaya çıkan yanlışlıkları düzeltme temelinde yaklaşım geliştirmek esastır. Meşru savunma kapsamında kullanılan zor ilerici olup anlaşılırdır. Bunu aşan uygulamalar eleştirilmektedir.
Eğer saldırı silahlı şiddet biçiminde gelişiyorsa doğalında silahlı direniş hakkı doğar ve kullanılır. Silahsız gelişiyorsa saldırının kapsamına ve içeriğine göre direnme konumuna geçilir. Meşru savunmayı her koşulda silahlı direnme biçiminde algılama yanlışlığı veya bu kapsamla sınırlama, zora ebelik rolü atfeden zihniyetin yol açtığı bir sonuçtur. Bu yaklaşımın, bir adım ötesinde kendi karşıtına dönüşerek, zorun rolünü yadsımaya yol açtığı da birçok tarihsel örnekte kanıtlanmıştır. O nedenle aşılması elzem olan bir konu durumundadır. İdeolojik- politik- kültürel vb. planda meşru savunma şiddetin devreden çıktığı koşullarda dahi geçerli olduğuna göre, her halükarda aynı yöntem geçerli olabilir ya da olmalıdır şeklindeki bir yaklaşım dogmatizmin bir sonucudur. Çelişkinin niteliği, kapsamı ve aldığı biçim ne ise ona göre yöntem geliştirilir.
Demokratik Çözüm ve Meşru Savunma
Çağımız, bilişim ve iletişim teknolojisinin yol açtığı gelişmeler sonucu bütün sorunların çözümünün maddi temellerinin oluştuğu bir çağdır. Dolayısıyla sorunların çözümü imkan dahiline girdiğine göre, çözülemeyen her bir sorunun nedeninin olgunlaşmayan zeminden çok, çözümü engelleyen güçlerden kaynaklı olduğunu bilmek önem taşımaktadır. Demokrasinin hak ve özgürlüklerin gelişimine hizmet eden bir karakter taşıması, meşru savunma anlamında demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması, korunması ve geliştirilmesi yolunda esas çözüm yöntemini oluşturmasından veya teşkil etmesinden ötürüdür. Bu konuda Başkan APO şu belirlemeyi yapmaktadır; “demokrasinin esas önemli yanı, yönetim yapısından çok toplumsal sorunları çözüm tarzından ileri gelmektedir. Şimdiye kadar tüm yöneten rejimler, karşı bir güçle dengeleninceye kadar sorunları ya zorla tasfiye etmeyi ya da boyun eğmeyle sonuçlandırmayı temle kural bellemişlerdir. Neredeyse tarihin klasik mantığı hep böyle olmuştur. Halbuki demokratik çözüm tarzı en zayıf olanın da hakkını, yaşam güvencesini ve düşünme özgürlüğünü ve kültürel varlığını korumasını ve de geliştirmesini mümkün kılan bir çerçevede, yeni yaklaşımlar getirerek birçok çatışmaları ve tartışmalı soruna cevap üretebilmiştir. Bu belirlemeden çıkan sonuç; sorunların çözüm yönteminin demokratik tarzda gelişmesi durumunda zora gerek olmadığıdır. Dolayısıyla meşru savunmanın demokratik yöntemlerle gerçekleştirilebileceğidir.
Özgürlük ve demokrasi mücadelesinde amaç bir şeyi yıkmak veya yok etmek değil, dönüştürmektir. Dolayısıyla karşılıklı mücadelenin özü, demokratik bir yapıya ulaşmaktır. Bu anlamda meşru savunma var olan anti-demokratik yapılanmalara, bu yapılanmaların yönelimlerine karşı temel bir görev görür. Başkan Apo bu durumu şöyle ifadelendirmektedir: “Demokratik devlet, evrensel hukuk çerçevesine bağlı, demokratik siyaset kanalları sürekli mevcut olan, demokratik toplumun kuruluşuna ve her türlü sivil toplum kuruluşlarına imkan veren devlettir. Bu ölçülere uymadığında veya zorlandığında bu ölçüleri tutturuncaya kadar meşru savunma stratejisine bağlı halk savunma birliklerinin ve savaş taktiklerinin rollerini oynaması gerektiği açıktır ve vazgeçilmez bir ilke değerindedir. Dikkat edilirse bu siyasi anlayış içinde devleti yıkma veya ayrı bir devlet yaratma esas alınmıyor. Varolan devletin demokratik hukuk devletine özde ve biçimde ulaştırılması hedefleniyor. Siyasi sınırları değil, içini dönüştürmeyi hedef alıyor. Eğer meşru durumu yoksa siyaset demokratik kurallar içinde belirlenecektir. Haklar demokratik mücadeleyle kazanılacaktır. Hakların inkar ve demokratik kuralların engellenmesi halinde meşru savunmanın silahlı olanı da dahil her biçimiyle sonuç alınmaya çalışılacaktır. Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı üzere, demokratik yol ve yöntemler tıkandığında meşru savunmanın kapsamı da genişlemektedir. Önemli olan demokratik çözüm seçeneğinde ısrar, bu çözüm seçeneğini tercih etmektir. Fakat tersi durum geliştiğinde silahlı meşru savunma direnişini geliştirmek de yaşamsaldır.
Meşru savunmanın sınırlarını belirleyen saldırının niteliği ve kapsamı iken, esas olan saldıran gücü demokratik ölçülere çekmektir veya ulaştırmaktır. Meşru savunmayı gerekli kılan, anti- demokratik yapıların mevcudiyetidir. Dolayısıyla meşru savunmasız demokrasi mücadelesi yürütülemeyeceği gibi anlamlı da değildir. Bu demokratik mücadelenin esas alınmamasından ötürü olmayıp demokratik mücadelenin sağlıklı geliştirilmesinin gereğidir. Devleti ve icraya geçmiş hali olan iktidarı temsil eden siyasal yapıları demokrasiye duyarlı kılmada toplumun demokratik örgütlülüğü katalizör rolü oynar. Sivil toplum kuruluşlarını da kapsayan demokratik toplum yapılanmaları bunu gerçekleştirir. Devlet ve siyaset arsında hem taşıyıcı, hem değiştirici, hem de dengeleyici olurlar. Sivil toplum konfederalizmi olarak da veya üçüncü alan olarak da tanımlanan halkın öz yönetim mekanizmalarıyla tüm toplumu demokratik tarzda örgütlemeyi esas almaktadır. Örgütlenen toplumun demokratik karakteri, devletleri giderek sınırlandırır ve nihai olarak aşar. Bu yanıyla da devletin giderek sınırlandırılması, işlevinin daraltılması, toplum üstü veya karşıtı konumundan çıkarılması anlamında bir rol oynar.
Toplumun Özsavunma Örgütlülüğü ve Esasları
Toplumun demokratikleştirilmesi problemi üçüncü alan güçleriyle aşılırken, direk devletin veya gerici yapıların anti-demokratik yönelimine maruz kalındığında, öz savunma bilinci ve örgütlülüğüne ihtiyaç vardır. Demokratik mücadele yöntemlerinin yetmediği veya engellendiği koşullarda öz savunma devreye girmektedir. Toplumun tüm yaşam alanlarında varlık bulan öz savunma meşru savunma konumuna geçişin ifadesi olmaktadır. Bu anlamıyla öz savunma meşru savunmanın bir biçimi olup, toplumun kendi bünyesinde oluşmaktadır. Öz savunmanın silahlı biçimi de dahil olmak üzere her türlü savunma içerikli örgüt ve eylem gücüne sahip olması tabiidir. Demokratik eylemlilik öz savunma temelinde geliştirilir. Çünkü demokratik hak ve özgürlükleri talep eden, bu temelde harekete geçen kitlelere yönelik anti- demokratik uygulamalar peşi sıra geliştirilmekte ve uygulanmaktadır. Öz savunma bu anlamda demokratik hak ve özgürlüklerin engellenmesi halinde başvurulması zorunlu olan meşru savunma içerikli karşı koyuşun kendisidir. Öz savunma olgusuna dar, subjektif ve sınırlı rol atfeden yaklaşımlar kaynağını toplumsal direniş deneyiminin gücünü küçümsemeden almaktadır. “Devrim kitlelerin eseridir” denilirken, esasında kitlelerin ortaya çıkardığı direniş gücünün muktedirliği vurgulanmaktadır.Dolayısıyla öz savuma bilinci ve örgütlülüğüyle donanan kitlelerin demokratik duruş ve eylemliliği, sonucu tayin etmektedir. Bu durumu meşru savunma kapsamında değerlendirdiğimizde diğer mücadele yöntemleri ve örgütlülükleri ile karşı karşıya koyma ne kadar yanlışsa, birbirini tamamlayan, güçlendiren ve uyumlu kılan yanını görmemek de bir o kadar yanlıştır. Hak ve özgürlüklerin bilincine ulaşmış kitlelerin herhangi bir hak gaspı veya saldırı anında karşı koymaması, meşru savunma konumuna geçmemesi düşünülemez. Dolayısıyla öz savunma örgütlülüğün ve eylemliliğini geliştirmek mücadelenin olmazsa olmaz koşullarındandır.
ŞOREŞ MUNZUR
YORUM GÖNDER