KANDİL GÜNLÜKLERİ - YOLCULUK-(1.BÖLÜM)
KANDİL GÜNLÜKLERİ - YOLCULUK-(1.BÖLÜM)
0 Yorum
643
09-12-2021

''Kobanê’de Şehit düşen Musa YILDIZ ve İbrahim AYBAY’ a atıf edilmiştir..''

DAĞIN ACEMİSİYİM;

Dağa gidelim dedi Musa. Dağa gidelim dedim. Amed’den başlayalım o zaman. Şeyh Sait Meydanından geçelim. O bilge adamın nasihatinden sürelim yüzümüze. Yüzümüz utanmasın dedim. Şeyhin sesi kulaklarımda. Dağın çocuklarına götürmek için Şeyhin son sözlerini koyduk heybemize. “Şu anda fani ha_yata veda etmek üzereyim. Halkım için feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler”… Sıcaktı. Çukurovalıların deyimiyle yer demir gök bakırdı. Dağın bilgisi dedi Musa. Dağın acemisiyim dedim. Öğrenmek zordur dedi. Sıcaktı. 

Geceye boğucu bir hava üflüyordu gökyüzü. Oto_büse bindik. Şimdi dört kişiydik. Adil hoca diye tanıttı Musa. Öbürünün adını unuttum. Kobani’de şehit düştüğü haberini aldıkları gerillanın izini sürüyorlardı. Sonra da yaralı olduğuna dair aldıkları haberin umudu için gelmişlerdi. Oysa şahadet ha_beri gelmiş biri için “yaralıydı” türünden haberler acıyı hafifletmek içindi. Bunu herkes bilirdi. Onlar da biliyordu bunu. Ama ölümü durdurma isteğinin çaresizliğiydi. Acıyı biraz daha ertelemek. Gideni hayata geri döndürme isteğinin derin kederi mi demeliyim. Giden umut etsin, kalan, uzaktan bir hayat belirtisi düşlesin diyeydi bütün bu çabalar.

Eski bir mahpustu Adil Hoca. İzini sürdükleri gerillanın dayısıydı. Öbür arkadaş babasıydı. Mahpus günlerinden bahsetti biraz. Bütün kelimeleri muhalifti. On beş yıl PKK davasında tutuklu kalmış. Arandığı dönemde Lice’de milis olarak çalışmış. Kürdi hikayeleriyle beni tanıştıran yolculuğumu sevdim. Amed’de başlayan yolculuk, bizi dağa götürecekti. Kentlerin kasveti, insanı gözetleyen, tutsak eden, bu makine tadı şehirlerden kurtulacağım için seviniyordum. Dağın acemisiydim. Ama varoluş hikayeleri orada başlamamış mıydı? Öğrenecek_tim. Çoğu peygamberler, çoğu aşklar, özgürlük hikayeleri dağın tılsımıyla hayat bulmamış mıydı?

Nietzche’nin kartalı ve yılanıyla ermişliği öğreten dağları anlamak bilgelik işiydi elbette. Ama oralar tirana başkaldıranların da eviydi. Ağaçlardan, gökyüzünden ve nehirlerden beslenen insanın başlangıcıydı. Cizira Botan yolu dağa gitmeden dağ bilgisini öğretmeye başlamıştı bile. İyi bir rehberdi hoca. Tarihi ipek yolundan geçtiğimizi söyledi. Yolun kıyısında irili ufaklı mezraların ölgün ışıkları terk edilmişlik duygusu veriyordu. İçimdeki yalnızlığa benzeyen imgeler büyütüyordu. İçim burkuldu. Yol uzundu, Cizira Botan’ı ilk kez görüyordum. Çok tanıdık bir kentti. Onu acılarından tanıyordum. Botan emiri Mir Bedirhan’ın çilesinden tanıyordum. Şam’a, Mısır’a sürgün edilen, binlercesi Ortadoğu’nun, Avrupa kentlerinin yoksul mahallelerinde kötü bir sonu yaşayan Mir’in torunlarından biliyorum.

‘Ali Şamil Bey’in Mor Salkımlı Ev’ hikâyelerinden. Sonra doksanlı yılların kılıç artığı bu halka yedirilen insan pisliğinden biliyorum. Boşaltılan, yakılan köylerden, işlenen faili meçhul cinayetlerden biliyorum. Kederli bir kenti uykusunda bırakıp yola devam ettik. Habur’dan önce son çıkış olan bir yerde mola verdi otobüs. İtiş, kakış içinde yemek almaya çalışanlar, buranın dışında başka bir yerin olmadığını söylüyordu. Yemek kokularının birbirine karıştığı kesif kokular içinde yemek bir yana, orada oturmak dahi bir işkenceydi. Yüzümüz, Cizre’nin uzak ışıklarına bakan bahçede çay içmek düştü payımıza.

HABUR;
Habur, Silopi sınırında son çıkış noktamızdı. Yıllar önce Körfez Savaşı nedeniyle İstanbul’a gelmek zorunda kalan Silopili gençlerle tanışmıştım. Bunlardan biri, bir dönem Silopi’de belediye başkanlığı yapmış Levent Tayşun’un oğluydu. Habur Sınır Kapısı’nda gümrükleme işiyle uğraştığından bahsetmişti. Körfez Savaşı nedeniyle gümrük kapıları kapanmış, İstanbul’a gelmek zorunda kalmıştı. Bu şehre sığınmış Silopili gençlerle tanıştırmıştı beni. Onların çalıştığı inşaatlarda ateşler yaktık, yoksulluğumuzu paylaştık, onların deyimiyle Silop ya özlemi konuştuk. Kemal Tayşun’dan babasını dinlemiştim. Kürt siyasetinin bölgede gelişmesindeki rolünü, belediye başkanlık dönemini, Saddam döneminde Türkiye’ye sığınan Güney Kürtleri için gösterdiği çabayı anlatmıştı uzun uzun. Sonra bağımız koptu. 

Öğrendiğim kadarıyla, babasının yaptığı bu çalışmalar onu hedef haline getirmiş, tutuklanmıştı. Elazığ Cezaevi’nde gördüğü işkence sonucu felç olduğunu okumuştum gazetelerde. Çıktıktan sonra Avrupa ülkelerinde gördüğü tedavi de sonuç vermemiş ve hayatını kaybetmiş. Kürtlerin yolları hüzün taşlarıyla döşenmişti ne de olsa. Sevgili dostum Kemale ve babasına selamımızı eksik etmedik. Gecenin geç saati olmasına rağmen, boğucu sıcak etkisinden bir şey kaybetmemişti. Otobüs, ilk kez göreceğim Güneyin özgür ülkesine doğru yol almaya başladı. Habur sınır kapısına geldiğimizde başlayan pasaport kontrolü bir fire vermemize neden oldu. Gerilla oğlunun akıbetini öğrenmek için gelen baba, daha önce geldiği bu ülkeden silah çıkartırken yakalanmış, geçiş izni iptal edilmişti. Çaresiz geri döndü. 

Habur bekleyişi uzun sürünce dışarıda bekledik bir süre Adıl Hocayla. Karşımızda uzanan dağ sırasını göstererek, “Bu dağın adı Be Qer Dağıdır. Söylenceye göre Nuh’un gemisi bu dağa inmek istediğinde dağ kendini içine çekerek geminin buraya konmasını engellemiş. Yöre halkı Nuh’a izin vermeyen bu dağı hayırsız dağ anlamına gelen bu isimle çağırır olmuşlar. “ Adil Hoca, muhalif yorumunu yaparak, “Dağın izin vermemesi teslim olmamak demektir. Kürtler hikayelerinde bile teslimiyeti kutsuyorlar. Oysa kırk yıldır gerillalar dağlarda hüküm sürüyor. Hiçbir dağ kendini içine çekmedi” dediğinde ilk dağ bilgisi dersini de almış oldum. Güney Kürdistan Bölgesi’ne ilk kez gidiyordum. Yakın tarih açısından bakıldığında bile yaşamları cehenneme çevrilmiş bir halkın yüzü duruyordu önümde. Saddam döneminin Halepçesinde kimyasal bombalarla binlercesi katledilen bir halkın yasını tutan topraklardı buralar. Kısmen de olsa bağımsızdılar. 

Saddam döneminde devlet memuru olamayan, resmi dairelerde Kürtçenin konuşulmasının yasak edildiği, demografinin sık sık değiştirildiği, sürgünlerin, kıyımın ülkesiydi güney. Sykes Picot’an sonra tarihleri ve değerleri parçalanmış bir halkın bayrağı dalgalanıyordu. Yaşamları boyunca ilk kez kendi topraklarının sahibi olan bir Kürt toprağındaydım. Niyeyse bir kardeşlik durumu hissedemedim. Gümrük memurlarının efendi ve baskıcı halleri sanki kendilerini üreten otoriter rejime benzetmişti onları. Hiç de dost görünmüyorlardı. Kuzeyli Kürtlerle acıları ortaktı bu insanların. Anlaşılan o ki zaman onları Saddam’ın devlet geleneğine benzetmişti. Kendilerinden olmayanı tehlike gören bir ruh halleri vardı. Ortada bir devlet var mıydı gerçekten?... Habur işlemleri bittiğinde yolculuğumuz Zaho ve Dohok üzerinden devam etti. Sözünü ettiğim bu şehirler, Erbil ve Süleymaniye’yi de katarsak bölgenin tarım potansiyeli olan geniş bir alanı kapsıyordu. Sık sık bu şehirlere gelip giden, ticaretle uğraşanlara bölgede fabrikaların olup olmadığını sordum. Aldığım cevapların çoğu burada tek geçerli mesleğin istihbarat ve peşmergelik olduğunu söylemeleriydi. 

Oysa tarımsal üretimi işleyecek bir endüstri yaratılabilirdi. Irak’ın tamamına bakıldığında Hurma hariç her şey ithalatla sağlanıyormuş. Kürt bölgesi ise tarımsal üretimin en yoğun olduğu yerdi. Bunu neden yapmıyorlar diye sorduğumda aldığım yanıt ilginçti. “Barzani ailesinin zenginleşmesini, devasa yükselişini kim sağlayacak” diye yarı alaycı bir yanıt almıştım. Her şey ithal edilmeli ki onlar da zenginleşsindi. Avrupa Hun İmparatoru Atilla, Roma İmparatoru’na “Dünyaya hükmedebilirim ama neden senin gibi bir ülke olamıyorum” diye sorar. Roma İmparatoru, “Senin hanların hamamların yok da ondan” der. Bunun anlamı kurumsal bir devlet olmadan; bugünün devlet geleneklerine uyarlarsak, fabrikaların, ticaretin, teknolojinin var olmadığı bir yerde devletin de bütün göçebe toplumlar gibi yok olup gideceği gerçeğidir. Petrolle ayakta kalan bütün Arap ülkeleri gibi Kürtlerin varlığı ve ömrünü sürdürmesi buna bağlı. Sanırım devlet olmak istemeden önce Kürtlerin nasıl bir devlet olacaklarına karar vermeleri gerekiyor.

HEWLER;
Arapların Erbil, Kürtlerin Hewler dediği Kürdistan bölgesel yönetimin başkentine ulaştığımızda yolculuğumuzun ilk durağını da bitirmiş olduk. Güneye geliş nedenimizden de biraz bahsetmek gerekiyor sanırım. PKK’nin ilk ortaya çıkışından bugüne kadar gelinen süreçlere ilişkin bir sözlü tarih çalışması için gelmiştik. 

Niyet Kandil’e gidip PKK’nin ilk kaynağı olan Ankara Grubu olarak bilinen; kimi örgüt yöneticileriyle bir çalışma yapmaktı. Bu çalışmanın bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorduk. Buna benzer belgesel filmler, kitaplar yayımlanmıştı ama bunların çoğu ilk kaynaktan yoksun çalışmalardı. Sorunlar içeriyordu. 

Örneğin, Müslüm Yücel’in Amara’dan İmralı’ya adlı çalışması bir sürü yanlışla doluydu. Bunun dışında yetmişli yılların Kürt hareketleri içinde bir tek bunlar büyük bir güç haline gelmişti. Devletin ‘bir avuç baldırı çıplak’ dediği bu örgüt nasıl oldu da bugün Kürt siyasetinin en önemli öznesi haline geldi. Biraz da bunun izini sürmekti amacımız. Çalışmayı birlikte yapacağımız Musa, Maxmur Kampında bir arkadaşla görüştürecekti bizi. Ondan sonra yol haritamızı belirleyecektik. 

İlk olarak Hewler’de bulunan Demokratik Bölgeler Partisine gidecektik. Otogarda bir taksiyle parti binasına geldik. (Kürt bölgelerinin hiç birinde toplu taşıma araçlarının olmadığını belirtelim.) 2015’in Haziran ayıydı. Sıcaklık neredeyse elli dereceydi. Alışık olmadığımız bir iklimdi. Sıcaklık yetmezmiş gibi hafif çöl rüzgarı içimizi kurutuyordu. Parti binasının zilini çaldığımızda, yaşı altmış - altmış beş arası bir sorumlu yarı uykulu gözlerle kapıyı açtı. Kapıyı açan arkadaşın nereden geldiniz der gibi bezgin bir hali vardı. 

Gönülsüz ve zorunlu bir hoş - beşten sonra geliş niyetimizle ilgili kısa bir bilgi vererek Maxmur Kampındaki arkadaşa ulaşma isteğimizi belirttik. Biraz beklememizi söylediler. Saat bire doğru görüşeceğimiz arkadaş aradı, yaklaşık bir saat sonra da geldi. Maxmur’da kalacaktık. Görüşmeler sonuç verirse de Kandil’e gidecektik.

İBRAHİM DAĞ

YORUM GÖNDER

ZİYARETÇİ YORUMLARI

BENZER KONULAR

EZDA

GÜLÜMSE ÖLÜM UTANSIN

ÜLKEMİN HARİTASIDIR YERYÜZÜNÜN ÇİZGİLERİ

CESUR RUHLARIN EYLEMİ - SANAT

8. SAKİNE CANSIZ FESTİVALİ

FAŞİZMİ YIKACAĞIZ ÖZGÜRLÜĞÜ KAZANACAĞIZ

SOLGUN SARI

İKLİM KAHVERENGİ

PATİKA

BİR YARA BİNLERCE ACI

DENGÊ ZÊ

GÖZYAŞLARIN HEZİL’E DÜŞMESİN

BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK

SİZ DE 'GREV'E KATILIN !

KANDİL GÜNLÜKLERİ - YOLCULUK-(1.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (2.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (3.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (4.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (5.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (6.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (7.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (8.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (9.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (10.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (11.BÖLÜM - SON)

BİR TANIKLIK ROMANI: EZDA

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (1.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (2.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (3.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (4.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (5.BÖLÜM)

ZİWAN Çİ YO?

IVAN ALEKSANDROVİÇ GONÇAROV VE OBLOMOV (1812-1891)

ZİNDANDAN BİR KİTAP DAHA ÇIKTI

BESÊ ANUŞ’UN HAYATI ROMAN OLDU

BAGOK EZGİSİ

NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM

YPS GÜÇLERİNİN DİRENİŞİNİ ELE ALAN DİZİ: 'TAVA SOR'

NERÎNEK Lİ SER FİLMÊ REŞEBA

BİR YOL HİKÂYESİ

M. ŞOLOHOV VE DURGUN DON ÜZERİNE...

SESİNİ KURŞUN SESİYLE BİRLEŞTİREN DEVRİMCİ SANATÇI: HOZAN SERHAT

NAR SUYUNA BULANMIŞ ŞİİRLER

29'UNCU HÜSEYİN ÇELEBİ EDEBİYAT ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU

“NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM”

KISA BİR ÖN SÖZ

KOBANÊ’DE BİTMEYEN UMUTLAR

PRAKSİS’İN YENİ ALBÜMÜ FERMAN/DERMAN YAYINDA!