KANDİL GÜNLÜKLERİ (10.BÖLÜM)
KANDİL GÜNLÜKLERİ (10.BÖLÜM)
0 Yorum
596
19-12-2021

AZAD’DAN YOLDAŞLIK DERSİ YA DA GEÇMİŞTEN BİR ANI 
Bu gün Kandil’de beşinci günümüz. Gerillalarla yalnız kaldığımda, yoldaşlığın bu dağlarda ne anlama geldiğini soruyorum. Gerillalarla yalnız kalmak? Bu garip bir cümle olsa da farkında olmadan orada kalanları evim, gelenleri yabancı görmeye başlamışım sanırım. Ev sahiplerine kentin yoldaşlığının çok sahi olmadığını anlatıyorum. Teoride her ne kadar bu kavramı kullansak da realitede eninde sonunda bizi üreten sistemin alış - veriş ilişkilerinin bir parçası haline geldiğinden söz ediyorum. Dağ ise sizin kurallarını koyduğunuz bir yaşam alanı, yoldaşlık dediğiniz şey burada ne anlama geliyor diye soruyorum? Ev sahiplerim de kırmıyorlar beni anlatmaya çalışıyorlar. Annelik, kardeşlik, akrabalık, içinde insani değerler taşısa da sonuçta bir sahip olma ilişkisidir. Aileyle yaşadığın ilişkiler ne bileyim bebeklik, çocukluk, gençliğe ilk adım, bütün bu zaman dilimi içindi derin bir sevgiye dönüşüyor. 

Bu güzeldir, kutsaldır ama dağda; anneyi de babayı da kardeşi de bir yoldaşta toplayarak yaşıyorsun. Yoldaşlık bütün sevgi hallerinin bütünüdür. Bu derin sevgi hallerini gerilla pratiğinde yaşıyoruz. O yüzden bir yoldaşı sevmeye kelimelerin dili yetmez. Bu bir iç konuşma halidir. Bunu söylersek yoldaşlığı da anlamsızlaştırmış oluruz diyorlar. Bir de gerillalarda gözlemlediğim şey; fedakârlıklarının anlatılmasında haz etmemeleri. Biri bir diğerini anlatırken sıkılarak anlatıyor. Bir örnek verme ihtiyacı duyuyorlar ama bu ayrıntıyı günlüğümde yazmamamı rica ediyorlar, onların hoş görüsüne sığınarak bu ayrıntıyı yazmak zorunda hissediyorum. Umarım beni affederler. Medya savunma alanlarının coğrafi konumunu sormuştum. Bu alanların öyle elini kolunu sallayarak geçilecek yerler olmadığından bahsettiler. Saddam döneminde birçok yerin İran - Irak savaşı sırasında mayınlandığını belirttiler. Mayınlı bölgelerden biri de Xınere bölgesiymiş.

Azadın, yoldaşlığın ne anlama geldiğini anlatan bir anısını paylaşmadan geçemeyeceğim. Beş arkadaşının mayınlı bölgeden geçiş anını anlatıyor. Yoldaşları buranın mayınlı alan olduğunu bilmeden ilerliyorlar. Azat raqtını (şarjör ve mermilerin bağlandığı kuşak) çıkarıyor. Silahını arkadaşına teslim ediyor. Helalleşiyor arkadaşıyla ve hayatının en uzun iki kilometresini koşarak mayınlı alanda ilerliyor. Dönüp Azad’a ne hissettin koşarken diye sordum.

“Eğer mayın patlarsa beni görüp geri dönecekler, eğer patlamazsa onları geldikleri yere geri götürmeyi başaracaktım, onları kurtarmaktan başka hiçbir şey düşünmüyordum. Attığım her adım ölümü çağıran bir adımdı, tedirgindim ama sonuçta başaracağım bir şeyin olduğunu bilerek ölecektim” diyor. Vücudunun üç ayrı yerinden havan ve şarapnel parçalarının olduğunu öğreniyorum. Hassas bölgeler olduğu için çıkarılamıyormuş. O da buradakiler gibi gerillaya yirmi beş yıl önce katılan yüzlerce kişiden hayatta kalan beş altı kişiden biri. Sonra dönüp bana, heval savaşta yitirdiğimiz yoldaşlar bizden de bir parçamızı alıp giderken, bir yanlarını da bize bırakıp gidiyorlar. Yoldaşlık yükü ağırdır. Ağlamıyoruz. Ağlamıyoruz ama onlara layık olmaya çalışıyoruz. Yükümüz bu yüzden çok ağır. Bizim hareketimiz şehitler hareketidir. Şimdilik savaşçıyız, ancak şahadete ulaştığımızda PKK’li olacağız. Sohbetin ritmi sıcak, yanı başımızda duran ırmak pür dikkat bizi dinliyordu. Bizden önce söylenmiş olanları bir sır gibi saklayarak uzaklarda olan dağ yüzlü adamlara anlatıyorlardı. Biz de o bilge sulara dostane sırlar katıyoruz. Gökyüzü şahit. 

24 TEMMUZ HAVA SALDIRISI 
Kandildeki günlerimizin sonuna yaklaşıyoruz. İki görüşmemiz kaldı. Mustafa Karasu yarın gelecek, bir sonraki gün Rıza Altun’la görüşeceğiz. Çaylar daha bir hasretle içiliyor, nehir başka bir hüzünle akıyor, dost sohbetleri ayrılığı imleyen cümleler kuruyor. Bir burukluk var içimde. Bu dağı çok özleyeceğim, içinde yaşayanların düşlerini kuracağım, öyle romantik bir özleyiş falan değil, her şey sahi olacak. On beş gün boyunca kaldığım bu adamların yüzlerini ezberliyorum. Yüzlerinde birikmiş bir tarihin bakışlarından geçiyor zaman. Bunlar çok başkalar, benim oradakilere benzemiyorlar. Toprağa benzemişler, ağaca benzemişler, kuşun şakıyışına dağın yabanıllığına sürülmüş bir ruh halinin içinden geçiyorlar. Ah çekiyorum, hep buralarda olsaydım, dağda bir çoban olmak da yeterdi bana. Ama bu adamlar benim çocukluğum. Evimize gelen iyi yürekli adamlardı bunlar. Bir köşede oturup, derin sohbetlerini dinlediğim, ne konuştuklarını anlamadığım ama güzel şeyler konuştuklarını bildiğim çocukluğum. Şimdi gideceğim, giderken de çocukluğumu alacaklar elimden ve ben yaşlanacağım. Son günlerimizden biriydi. Gerillalar, İran - Kandil gerilimini konuşuyorlardı. 

Dersimli eski bir kadın gerilla vardı. Kolundan derin bir yara almıştı. Sanırım dirsek kısmından aşağısını işlevli kullanamıyordu. “Gafil avlanmayalım, tedbirimizi aldık mevzilerdeyiz” diyerek yoğun bir süreçten söz ediyor gibiydi. Eğer dağda yaşamamış, ölümle burun buruna gelmemişseniz, bu tür sohbetler size hikaye gibi gelebiliyor. Dedim ya biz artık dönecektik ve onlar yaşayacakları tehlikelerle baş başa kalacaklardı. Bu benim için de zordu aslında. Çıkıp gelmek, kolay bir söz değildi benim içim. Ateşin içinde bir hayat bırakarak kendi gerçeğine dönmek çok zordu. O akşam, banyo yapmak istediğimi söyledim. Bulunduğumuz yerin sakinleri de buyur ettiler. Banyomuz; yüksek bir kaya kütlesinin oluşturduğu doğal bir duvar ve kalan açık yerlerinin çadır bezleriyle çevrildiği bir yer. Banyo sırasında G…. sesleniyor ve hemen giyinmem gerektiğini söylüyor. Telsiz konuşmalarından, D. Bakırdan kalkan savaş uçaklarının medya savunma alanlarına yöneldiğini anlıyorum. Telaşlanmayalım diye bu gece başka bir yerde kalacaksınız diyor. Biz de sizinle gelelim dediğimde, kabul etmiyorlar. Güvenli değil kaldığımız yer, sizi sivillerin bulunduğu yerde misafir edeceğiz diyorlar. Büyük bir risk alarak bizi Güney Kürdistanlı bir ailenin evine yerleştiriyorlar. Hava saldırısı riskine rağmen büyük bir yol kat ederek bu eve yerleştiriliyoruz. 

Kaldığımız evin sahibi Necip. Kendisi İran - Irak yolu üzerinde bir bakkal dükkanı işletiyor. Sanırım iki bin on bir yılında dükkanı PKK kampı diye bombalanan yaklaşık kırk - kırk beş yaşlarından bir bakkal. Biz eve bırakıldığımızda, korkmayalım diye espri yapıyorlar, yarın eski evinize tekrar geleceksiniz telaşlanmayın diye de teskin ediliyoruz. Yaklaşık bir saat sonra da hava saldırısı başladı. Necip’in annesi çok telaşlıydı, Necip umarsızdı. Yatağını evin avlusuna taşıyıp uyudu. Yaklaşık birkaç yüz metre ileride bombalar patlıyor, bulunduğumuz ev sarsılıyordu. Uçaklar yavaş ve sakin bir biçimde çevreyi tarayarak ilerliyordu. Üstümüzden geçerken uçağın kararsızlığı bir korku saldı içimize ama bu öyle bir korku değildi. Tuhaftı, ölüm korkusu hissetmedim. Uçak gitti, bir süre sonra geri döndü tekrar yoluna devam etti. Çevredeki evlerin ışıkları açıktı, sivil yerleşim olduğu anlaşılsın diyeydi. O gece hiç uyumadan televizyon haberlerini dinledik. Medya alanları bombalanmıştı. Sabah olduğunda kaldığımız yere götürüldük. Bir çay içmeye zaman ya vardı ya yoktu. Tekrar keşif uçaklarının geldiği haberi verildi. Artık burada kalamazsınız dediler ve bizi başka bir sivil yerleşim yerine götürdüler. Gittiğimiz yer, yıkılmak üzere olan bir yerdi. Sanırım, sahipleri uzun zamandır burada yaşamıyordu. İki tane İran (Rojhılat) dan gerilla karşıladı bizi. Evde iki sivil daha vardı. 

Sivillerden biri Avrupa’dan gelmişti, diğeri İstanbul’dan, İstanbul’dan gelen arkadaş çok korkmuştu. Hava saldırısının olduğu gece evine vasiyet bile yazmayı düşünmüş. Korku elbette insanca bir şey, ama o insanların sizin güvenliğinizi sağlamak için hayatlarını tehlikeye attıklarını gördüğünüzde, korkudan utanıyor insan. Belki de ondaki bu ruh halini görmediğim için yadırgamıştım. Kentli olmak böyle bir şey dedim içimden. Bir an önce gitmek istiyordu, o kadar telaşın içinde beyefendi gitmeden önce bir de banyo yapmak istediğini söyleyince tepem attı. Otelimizin suyu kesik, gittiğin yerde duşunu al istersen demek durumunda kaldım. Dışarı çıktım bir ağacın altında oturdum bir süre. Akşamüstü Türkiye Masasından bir sorumlu geldi. Bizi başka bir yere götüreceklerini söyledi. Araçla bir başka sivil yerleşim yerine bırakıldık. Aile güneyli bir aileydi. Yoksuldu, yatacak yerleri sınırlıydı. Bizi damda yatırdılar, bizim için ödüldü. Yıllardır yıldızların altında bir gece geçirmemiştim. 

O gece ve her gece olduğu gibi Musa erken uyudu, ben yıldızlarla dertleştim biraz. Her yıldız kaydığında Eşkıya filmindeki Keje’nin “yine bir eşkıya öldü” diyalogu geldi aklıma. Yıldızlar azaldıkça gözlerim ağırlaştı, sonra sabah oldu. Hava saldırısının bilançosu o gün iki kişinin şahadetiyle sonuçlanmıştı. O da bizim bulunduğumuz bölgede değildi. Bir gün daha bu evde kalacaktık. Zordu. Birlikte zaman geçirdiğimiz gerillaları merak ediyordum. Ama gidemiyorduk. Vakit akşama yaklaşıyordu. Türkiye masasından sorumlu arkadaş tekrar geldi. Bizi buradan çıkarmaları gerektiğini söyledi. Biz kalmak istediğimizi söyledik. Bizim hayatımız sizinkinden daha değerli değil dedik. Başınıza bir iş gelirse örgüte hesap veremeyiz dedi. İki tane sivili koruyamadınız mı diye bizden hesap sorarlar. Bu yüzden sizin güvenliğiniz bizim için çok önemli dedi. İşin açıkçası, içim burkuldu, kendimden utandım. Ölümün kıyısındaki bu adamlar, hiç tanımadıkları bizler için duydukları sorumluluk beni utandırmıştı. Gitmemiz gerektiği konusunda bizi rahatlatmaya çalışıyorlardı. 

Görüşme yapacağımız Mustafa Karasu’nun altı gün sonra geleceğini, Rıza Altun’un uzak bir mesafede ve yoğun olduğunu söylemişti. Çalışmamızı yarım bırakıp dönmek bizi huzursuz ediyordu, yapacak bir şey de yoktu. Sabahleyin Güneyli bir taksiciyle Hewler’e dönecektik. Taksiciye, bizi misafir eden arkadaşlarla vedalaşmak istediğimizi söylediğimizde bizi onların bulunduğu yere götürdüler. Vedalaşmak için geldiğimizi, konukseverlikleri için teşekkür ettiğimizi söylediğimizde M…., Rıza Altun’dan bizim için randevu aldığını söylediğinde dünyalar bizim oldu. Taksiciyi geri gönderdik, gideceğimiz zaman kendisini arayacağımızı söyledik. Yaklaşık birkaç saat geçmişti ki yola çıktık. Dağ tipi, bir araca bindik. Gideceğimiz yol yaklaşık kırk kilometre uzakta bir mesafeydi. Yolun yarısını kat etmiştik ki keşif uçaklarının dolaştığı haberi geldi. Çaresiz geri döndük. Mahir, kullandığı araca adeta dans ettiriyordu. Silahı da bu aracı kullandığın gibi kullanıyor musun diye sorduğumda gülerek, görmen lazım bir şey diyemem diye yanıtladı. Bir saate yakın beklemek zorunda kaldıktan sonra tekrar yola koyulduk. 

Binlerce kilometrekarelik sıradağlara hakim bir güzergahta yol kat ettik. Kırk elli dakika sonrada görüşeceğimiz yere ulaştık. Büyülü bir vadi dedim içimden. Bir dağı tırmandık. Küçük bir düzlükte Rıza Altun’u, Med Nuçe muhabiriyle sohbet ederken bulduk. Rıza Altun’u cezaevi ziyaretlerinin birinde görmüştüm. Kısa bir sohbetimiz de olmuştu fakat hatırlamadı. Ama çocukluğumda bizim oralara gelen, farklı örgütlerin anarşist Rıza, PKK’ lilerin Şirket dediği parti yöneticisi karşımızdaydı. Yapmak istediğimiz çalışmanın detaylarını anlattık. Önce biraz isteksiz davrandı. Belki samimiyetimizi test etmesinden belki de bu çalışmanın gerekliliğini düşünmesinden olacak ki kabul etti. O sırada keşif uçaklarının tekrar hareketlendiğini haber verdiler. Önlem alınıyordu, Rıza, orası sıcak gelmem dedi. “Anarşist” dedikleri Rıza bu işte dedim içimden. Bize önce yemek ikram ettiler. Patates parçacıkları ve nohut karışımı bir yemekti. 

Almanya’da eğitim amaçlı gelen kadın arkadaşların tarifi dedi. Yemekten sonra yaklaşık iki buçuk saat zaman ayırdı. Verimli bir röportaj olduğunu düşünüyorum. Kendisinden bir anı istediğimi söyledim. Kehribar bir tespih verdi. Vedalaştık. İçimden tuhaf bir hoşlukla ayrıldım. Dostlukları ve içtenliklerine teşekkür ediyorum. Hava saldırısından önce Mahir’in iki sözü vardı. Biri sebze yetiştirdikleri bahçeye bir de PKK şehitliğine götürecekti bizi. Sebze bahçesi hava saldırısı sırasında beş altı domuzun ölmesine ve bahçenin harap olmasına neden olmuş. Şehitlik yolumuzun üzerindeydi. Büyük bir risk alarak bizi şehitliğe götürdü. Şehitliğe girerken garip bir şey hissetim. Biz içeri girerken fotoğraflar kendi aralarında konuşuyordu. Biz içeri girdiğimizde herkes birbirine ‘kim bunlar’ diye sorduklarını hissettim. Kimi fotoğrafların önünde, şehitlere ait eşyalar duruyordu. İçlerinde Musa’nın arkadaşları da vardı. Sigara paketinin olduğu fotoğrafın önüne geldiğinde sigara içmiyordu ki diye söylendiğini hatırlıyorum. Yırtılmış ayakkabılar, kiminde yamalı çoraplar, kiminde bir tane sigara kalmış paketler, tespihler, not defterleri, günlükler, her biri yarım kalmış hayatların hikayelerini imliyordu. Ölüm böyle bir şey miydi gerçekten. 

Dışarı çıkarken Mahir’e kaç numara ayakkabı giyiyorsun diye sordum. Kırk dedi. Unutmuyorum. Birbirimizi hatırlamak için aramızda bir bağ olsun istiyorum. Ona bir ayakkabı gönderecem. Eskiyinceye kadar hatırlanmak için. Şehitlik ziyaretinden sonra kaldığımız yere geri döndük. Akşam saatleriydi. Dönüş zamanı gelmişti. Orada bulunanlarla vedalaştık. Gelhat ve Devrim tekrar görmek isterdim. Selam söyledik ve yola çıktık. Dönüş çok zordu bizim için. Onları ateşin içinden bırakıp dönüyorduk. Kaçmak gibiydi. Bir dosta vefasızlık gibi bir şeydi. Büyük nutuklar atan ama kendisiyle baş başa kaldığında kendisinden utanan bir aynadan bakıyorum. Hepsi hepsi birkaç yazı toplayıp dönmekti niyet. Ama öyle olmuyordu işte, birkaç yazıdan fazlası vardı artık. Yoldaşlığın anlamını anlatmışlardı. Onlarla aynı davayı güden insanlar olmayabilirsiniz. Ama onların neden orada olduklarını, hayatlarını gözlerini kırpmadan niçin feda ettiklerini, bir yoldaşı uğurlarken, neden kendilerinin de şahadete ermediklerini sorgulamalarını anlayabilirsiniz. Ölümün ve yaşamın derin bir anlamı vardı onlar için. Gidersen kavuşursun, kalırsan gideni yaşatmak adına iki kere yaşarsın. Burada yaşamak ve ölmek bu kadar zordu işte. Şimdi biz gidiyoruz, nehirler daha derin, dağlar daha bir uçurum, yıldızlar daha bir kederli. İçimizde derin vadileri olan bir yerde onları özlemek düşüyor payımıza. Şimdi biz gidiyoruz…

İBRAHİM DAĞ

YORUM GÖNDER

ZİYARETÇİ YORUMLARI

BENZER KONULAR

EZDA

GÜLÜMSE ÖLÜM UTANSIN

ÜLKEMİN HARİTASIDIR YERYÜZÜNÜN ÇİZGİLERİ

CESUR RUHLARIN EYLEMİ - SANAT

8. SAKİNE CANSIZ FESTİVALİ

FAŞİZMİ YIKACAĞIZ ÖZGÜRLÜĞÜ KAZANACAĞIZ

SOLGUN SARI

İKLİM KAHVERENGİ

PATİKA

BİR YARA BİNLERCE ACI

DENGÊ ZÊ

GÖZYAŞLARIN HEZİL’E DÜŞMESİN

BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK

SİZ DE 'GREV'E KATILIN !

KANDİL GÜNLÜKLERİ - YOLCULUK-(1.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (2.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (3.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (4.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (5.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (6.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (7.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (8.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (9.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (10.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (11.BÖLÜM - SON)

BİR TANIKLIK ROMANI: EZDA

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (1.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (2.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (3.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (4.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (5.BÖLÜM)

ZİWAN Çİ YO?

IVAN ALEKSANDROVİÇ GONÇAROV VE OBLOMOV (1812-1891)

ZİNDANDAN BİR KİTAP DAHA ÇIKTI

BESÊ ANUŞ’UN HAYATI ROMAN OLDU

BAGOK EZGİSİ

NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM

YPS GÜÇLERİNİN DİRENİŞİNİ ELE ALAN DİZİ: 'TAVA SOR'

NERÎNEK Lİ SER FİLMÊ REŞEBA

BİR YOL HİKÂYESİ

M. ŞOLOHOV VE DURGUN DON ÜZERİNE...

SESİNİ KURŞUN SESİYLE BİRLEŞTİREN DEVRİMCİ SANATÇI: HOZAN SERHAT

NAR SUYUNA BULANMIŞ ŞİİRLER

29'UNCU HÜSEYİN ÇELEBİ EDEBİYAT ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU

“NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM”

KISA BİR ÖN SÖZ

KOBANÊ’DE BİTMEYEN UMUTLAR

PRAKSİS’İN YENİ ALBÜMÜ FERMAN/DERMAN YAYINDA!

CEJNA "ZIMANÊ KURDÎ" Zimanê kurdî zimanê li