KANDİL GÜNLÜKLERİ (5.BÖLÜM)
KANDİL GÜNLÜKLERİ (5.BÖLÜM)
0 Yorum
478
14-12-2021

WELAT’IN TELEFONU
Öncelikle kullandığım Welat ismi gerçek değildir bunu belirtmeliyim. Sanırım bu günlükleri resmi bir izinle ancak yazabilme imkânı olduğu için askeri alanlarda gerilla kodlarını, yayımlanacak kitaplarda kullanmanın etik olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden kullanılan isimler sadece bir özneyi tanımlamak içindir. Benim onlara verdiğim bu isimlerin yüzleri belleğimde bir sır olarak kayıtlıdır. Onları canlı yüzleriyle hatırlayacağım. Seslerinin tınısındaki sıcaklıkla anacağım. Görüşmeler süresince sanırım artık burada kalacağız. Kaldığımız birimdeki arkadaşlardan biri de Welat’dı. Yaklaşık yirmi - yirmi beş yıldır gerillada. Tecrübeli biri. Gerektiğinde ciddi, gerektiğinde güler yüzlü samimi biri. 

Konuşturmaya çalışıyorum ama pek konuşmaya niyetli değil. Kaldığımız birimdeki yatağı özel, biraz ondan bahsedeyim. Yerleşim yerimiz, doğu - batı yönünde ince bir vadi. Vadinin ortasında küçük bir ırmak. Kuantumcular hiçbir şey yok olmaz, sadece biçim değiştirir derler ya bu ırmak da o misal. Onlarca kilometrelik bir kaynaktan gelip, Kuzey - Güney hattı yönüne doğru yıllardır söylenen bir ezgi gibi geçip giderken, bu dağlardan gerilla söylencelerini bir başka vadiye fısıldayarak ilerliyor. Bir şarkının, bir tarihin bitmez tükenmez hikayelerini yorulmadan dinlenmeden akıp duruyor. Sanırım su bilgisi olmayanlar eksik yaşıyor. Belli ki gerillalar bunu öğrenmişler. Kaldığımız süre boyunca, en gencinden en yaşlısına kadar neredeyse hepsi su bilgesi olmuş.Bunlardan birisinin Xebat Andok olduğunu söylüyorlar. Bu isim ona kim tarafından verilmiş bilmiyorum ama gençlik yıllarımda okuduğum bir Vietnamlı yazarın adı. Vietnam direnişinde bir gerilla gurubunun zafer hikayesini anlatan kitabın yazarının adı. “Ve Şafakta Kazandık Zaferi.” Aradan çok yıllar geçmesine rağmen unutamadığım ve elimden bırakmadan bir çırpıda bitirdiğim tek kitaptı. Xebat Andok, bir çoban. 

Fakat bu çoban hukuk fakültesini kazanıp, bir yıl okuduktan sonra hukuk okumayı gereksiz bulan bir çoban. Gerillaya sürüsüyle birlikte katılmış. Şimdi KCK yürütmesinde bir parti yöneticisi. Eğitim sahasında kuantum dersleri veren bir teorisyen. Kaldığımız yerdeki gerillalar bize bu örneği verirken aslında şunu söylemek istiyorlardı. Bir çobanın dağda nasıl mucizevi bir kişilik haline geldikleri duygusunu vermek istemelerinden kaynaklıydı. Kaldığımız yerleşim yerinin kıyısında geçen ırmağa tahtadan bir köprü yapılmış. Köprü geçiş amaçlı olmaktan çok Welat’ın uyuma ve okuma evi. Geldiğimde, gözümü onun yerine dikmiştim. Burada kim yatıyorsa çok şanslı dediğimde; sorun yok Heval sen de burada yatabilirsin dedi. İçten içe memnun olmuştum hani. Akdeniz’in nemli sıcağından gelip de böyle bir yerde uyumak, hazine bulmak gibi bir şeydi benim için. 

Tabi akşam olunca, gündüzün sıcağı, yerini insanı üşüten bir serinliğe bırakı. Üşümeye başladım. Welat’ın uyuduğu yerse kış mevsimi gibiydi. Welat, alaycı bir dille hadi uyumak istiyordun gel dediğinde, ben onu gündüz sıcağında söylemiştim dedim. Herkes gülmeye başladı. Welat’ın bana karşı kazandığı ilk zafer mi mahcubiyetimin ilk yenilgisi mi diyeyim bilemedim. Belki sıradan bir diyalogdu ama ben hiç de öyle düşünmüyordum. Hayatta kalmanın, her zaman görünenin arkasındaki gerçeği arama deneyiminin bir cevabıydı. Kandilde geçirdiğimiz üçüncü geceydi. Sabah uyandığımızda Welat’ın cep telefonu çalınmıştı. Hırsız da belliydi tabi. Aylar öncesinden bir tilki dadanmış. KCK yürütme konseyinden Rıza Altun, hareket etmeyin bize alışsın dediğinde arkadaşları, evcil bir hayvan olabilseydi sekiz bin yıl önce evcilleşirdi diye takılmışlar kendisine. Tabiî ki bunu söyleyen arkadaşları haklı çıkmış. Tilki bazen bir telsiz, bazen bir ayakkabı çalıp kayboluyormuş. O gece de Welat uykudayken tilki telefonu alıp götürmüş. 

Başka yerleşim yerlerinden bunun haberini alan birkaç arkadaşı kaldığımız yere geldi. Arkadaşlarından biri “Heval Welat tilkiyle ilişkiye geçtik, senin telefonuna karşılık iki tavuk istiyor” Welat gülüşmeler arasında bir tavuk olmaz mı diye direttiğinde, yok olmaz tilki pazarlığa yanaşmıyor. Bu telefon muhabbeti gülüşmelerle geçerken Welat kaybolan telefonunu çaldırıyor. Muzip arkadaşları telefon kapalı, boşuna arama teknik takibe takılmamak için kapattı. Heval bize güven. Tavukları ver kurtul. Welat, müzakere masasına davet ediyorum gelmiyor ne yapayım diyerek telefon bahsi kahkahalar arasında kapanıyor.

YOĞUNLAŞMAK LAZIM
Bu kadar orman yüzlü yüksek dağlar görmemiştim. Irmağın kıyısından uzak meşe ağaçları, içindeki çölü büyütüyor durmadan. Kökleri ırmağına uzak ağaçlar, yüzlerce yıldır bu dağın anılarına tanıklık ediyor. Büyük bir ıssızlık gibi duruyorlar ama Şırnak’tan gelen gerilla onların da bir dili vardır diyor. Her zamanki gibi bu sabah da beş buçukta uyandık. Kahvaltı hazırlamışlardı. Sofrada keçi peyniri, bal ve kahvaltılık sebzeler vardı. Heval bunların hepsi bizim ürettiklerimiz diye eklediler. Kahvaltıdan sonra kaldığımız noktaya üç tane genç geldi. Adını bilmediğim, okuma yazmayı bu dağda öğrenen yaşı daha yirmisine varmamış genç; doğa bir bütündür ve anlayan için onun da bir dili vardır diye başlıyor konuşmaya. Hangi kuş ya da hayvan, (ceviz ağaçlarını göstererek) onun yapraklarını yemeye cesaret eder diye anlatıyor. 

Gövdesinde bir yara aç istersen, gelecek yıl geldiğinde yeniden kendini onardığını göreceksin. Ağacın bir direnme cevabıdır bu. Biz de öyleyiz mesela. Efendilerin bizi köleleştirmek istedikleri hayatı yaşamamak için başkaldırıyoruz. Mesela sen diyor bana, bir maaş alıyorsun. Devlet seni kendine hizmet etmek için kullanıyor. Seni, karnını doyurman karşılığında köleleştirmiyor mu? Mesela ona itiraz ettiğinde maaşını kesiyor. Seni hapse atıyor, cezalandırıyor. Sen ise onun istediği hayatı yaşaman karşılığında karnını doyuruyorsun. Bu köleleşmek değil de nedir? Oysa efendi bu dünya nimetlerini senin sayende elde etmiyor mu? Sizin aklınızı ele geçirerek uysal hizmetkârlar ve nesiller olarak varlığınızı sürdürmenizi sağlamıyor mu? Evleniyorsunuz mesela, soy sürüyorsunuz. Bu soy mu gerçekten. Oysa ben bu dağda ağaç olmak istiyorum. Kendi doğamda, olması gerektiği gibi. Ektiğimiz bahçelerdeki ürünleri, beslediğimiz keçilerin bize sunduğu nimeti paylaşarak yaşamak istiyoruz. Bu terör mü gerçekten. 

Kapitalist modernite dediğimiz teknoloji ruhunuzu ve bedeninizi paramparça ediyor. Hep birlikte aynı şeyleri düşünüyor, aynı şeyleri yorumluyor, aynı tepki ve öfkeyle bize bakıyorsunuz. Oysa her gün hayatınız katlediliyor. Aklınız başkalarının tekelinde. Bu zihinsel bir soykırımı değil mi sizce. Adını bilmediğim bu genç yarım yamalak Türkçesiyle bana anlattığı şeyleri dinlerken donup kalıyorum gerçekten. İşin doğrusu bunları yazarken, yaşadığın kent gerçeği içinde ‘sana kim inanır’ diyorum. Buralara gelip de bunları yaşamayan birinin bunlara inanması gerçekten imkansız. Yaşının küçüklüğüne bakarak, bütün bu birikimi nereden kazandın, okumadın, eğitimin yok diye sorduğumda “yoğunlaşma” diye açıklıyor. Şırnak’tan gerillaya katılmış bu arkadaşa şaka yollu takılıyorum, mesela ben bu akşam yoğunlaşsam sabaha kadar, senin gibi bilgili biri olur muyum diyorum, arkadaşları gülmeye başlıyor. İçlerinden Amed’den gerillaya katıldığını öğrendiğim genç; biz yoğun bir eğitim sürecinden geçiyoruz diye anlatıyor. Bunun adı gerilla literatüründe yoğunlaşma. Okur - yazar olmayan biri bile geldiğinde bir kişi dahi olsa ona bir eğitimci veriliyor. İsterse bir yıl sürsün. İnsanlık tarihi, Avrupa tarihi, dinler tarihi, sosyal mücadeleler tarihi, ekoloji, demokratik modernite vs. gibi eğitim süreçlerinden geçerler. Peki ya askeri eğitim diye sorduğumda, yeteneklerine göre genel ve özel eğitim süreçleri diye yanıtlıyor. Tabi kendimce okumuş bilgili birikimli ve tecrübeli olduğumu düşünen bana yoğunlaşmak lazım diyerek hayretimi gizleyemiyorum. 

SURUÇ KATLİAMI 
İkinci görüşmemizi Ali Haydar Kaytanla yapacaktık. Bir günlük bir aksama olmuştu. Ön görüşme için gelmişti. Yapacağımız çalışmanın detaylarını sordu. Daha önceki çalışmalarımıza ilişkin kendisini bilgilendirdik. Yayınladığımız dosya çalışmalarından örnekler verdik. PKK’nin Neitzche’si denildiğini biliyorum. Derin bir felsefi ve şair yanı olan biriydi. Ankara gurubu içinde yaşı ilerlemiş olan da Ali Haydar Kaytan’dı sanıyorum. P.K.K’den ayrılan, şimdi de düşmanlaşan bazı kişilerin yazılarında “P.K.K nin vicdanı” diye bahsedildiğini hatırlıyorum. Çalışmamızın detaylarını enine boyuna inceledi. Başlayalım mı dediğimizde yoğunlaşmam lazım diyerek görüşmeyi bir sonraki güne bıraktı. Ön görüşmenin ertesi günü sabah beş buçuktan önce gelmişti. Telaşla kalktık. Acele etmememizi söyledi. Kahvaltıyı birlikte yaptık. 

Dersimde bildiğim kimi yakınlarından bahsettim. Röportaj için belirlenen yere geçip önceden hazırladığımız sorularla görüşme başladı. P.K.K, kongrelerinde yapılan hataları, eleştiri konusu olabilecek kimi yanlışları acımasızca eleştirdiklerini biliyordum. Kongre tutanaklar yayımlar. Yapılan bu son kongre tutanaklarını da okumuştum. A. Haydar Kaytan, Cemil Bayık’a çok ciddi eleştiriler yöneltmişti. Kendisine; biz yaşadığımız yerlerde birilerine sizin yaptığınız eleştirileri yapsak yüzüne bakamayız o kişinin, bu eleştiri yönteminiz çok acımasız dediğimde; ben onun yüzüne asıl şimdi bakarım. Yoldaşlık kişiliği örten değil onu açığa çıkaran ve arınmamızı sağlayan bir yöntemdir. Yoldaşın yoldaştaki hakikat arayışıdır türünden görüşünü beyan etmişti. Şaşırmıştım tabi. Fakat bir siyasal hareketin, kırk yıllık yoldaşlık hukukunu, kentin kişiliğiyle kıyaslamak dahi sıkıntılı bir soruydu. Kentli gerçek olamazdı, bir sürü ikiyüzlülüğün ve çıkar ilişkilerinin içinde yaşamak bizi kendimize yabancılaştırıyordu. Dağ böyle bir yer değildi. 

Her şey doğası içinde olmalıydı. Başka türlü dağ sizi kabul etmez. Dağa da yakışmak lazımdı. Görüşmemiz yaklaşık üç saat sürdü. Yapılan röportajın editörlüğünü kendisinin yapacağını, çalışmamız bittiğinde kendisine göndermemizi istedi. Biz de kabul ettik. Kısa bir çay sohbetinin ardından vedalaştık. Akşamüstüydü, Cemil Bayık kaldığımız yere geldi. Bir isteğimizin olup olmadığını, kaldığımız yerdeki memnuniyetimizi sordu. Teşekkür ettik kendisine. O sırada bir gerilla telaşla geldi. Suruç’da bir katliam yaşandığını, otuzdan fazla insanın, öldüğünü, yüzden fazla kişinin de yaralandığını söyledi. Cemil Bayık bu habere çok öfkelenmişti. “Bunlar ne yapıyorlar, madem devlet korumuyor öz savunmalarını kendileri neden yapmıyorlar “ dedi sinirli birşekilde. Çok geçmeden Mustafa Karasu’da geldi. Yaşanan olayların detaylarına ilişkin bilgiler paylaşıldı. Yeni haberler alındıkça da öfke daha da büyüdü. Mustafa Karasu, çeşitli haber ajanslarına bu olayla ilgili değerlendirme yazıları gönderdi. Suruç olayından bir gün önceydi. Gece Musa’yı bir çekirge ısırmıştı. Telaşla uyandı, yattığı yerde bir çekirge bulmuştuk. 

O günün sabahında Kandil dışından gelen bir gerilla çekirge yakaladı. Musa’yı yanına çağırdı. “Heval Musa bu böceği iki ayağından tutarsan hareket edemez. Bu tek hücreli bir canlıdır. Başının üstündeki antenlerden birini koparırsan yaşayamaz. Bir ayağı olmazsa da yaşayabilir. Aç kaldığında bacağını yiyerek hayatta kalabilir” diyerek çekirgeyle ilgili uzun bir söylev verdi. Suruç olayı yaşanınca, bu devlet artık kendi bacağını yemeye başlayacak dedim içimden. Daha önce Diyarbakır, şimdi Suruç yarın başka bir yer. Barış, artık insana sevimli gelen büyük bir yalandı. 

KALDIĞIMIZ YERDEKİ İNSANLAR 
Kaldığımız günlerde, gerilla hikayeleri dinlemek istiyordum. Hikaye dediğin nedir ki anlatırsın biter. Dağda hikayenin farklı bir anlamı vardır. Tabi ki dağın da. Binlerce kilometrelik o dağ silsilesinde şahadete giden yoldaşların kabirlerinde geçiyordu yaşayan. Onlarda dinlediğim her anı, giden bir yoldaşın arkasında yakılan ağıt değildi, “biz neden ölmedik” diyen adamların suçluluk duygusuydu. Gece uykusunda görülen rüyaların en çok bu kısmı anlatılırdı buralarda. Bunlardan birisi en çok sohbet etme vakti bulduğum Gelhat ve Mahir idi. Bulunduğumuz noktada, görevleri gereği bir yere gittikleri olurdu. Onlar olmadığı zamanlar, kaldığımız yerde kendimi misafir, geldikleri zaman ev sahibi gibi hissederdim. 

Onlarla konuşurken, yüzlerindeki samimiyet içimizi ısıtırdı. Bir yüz size şüpheyle değil de içten bakıyorsa orası sizin eviniz oluyor. Bize bunu hissettirirlerdi. Kaldığımız süre içinde evin diğer sakinlerine haksızlık etmeyeyim. Hepsi hoşgörülüydü. Ama tedbiri elden bırakmayan bir şüphe hali vardı. Bu da zaman zaman yabancılaşmama neden oluyordu. Haklıydılar, onlarca yıl yüzlerce deneyimden geçmiş bir tecrübenin insanlarıydılar. Sert mizaçlı Devrim (ön adını bile yazmadığıma göre) her gün içtiğim sigara yerine gerillanın içtiği bir sigarayı kullandığımı gördüğünde, gidip bir karton sigara alıp gelmişti. Utanmıştım. Hepsi iyi ev sahipleriydiler. Zaman zaman kaldığımız yerde kimse olmazdı. Devrim bana, misafir falan geldi mi diye sorardı. Karıştırma ben de misafirim dediğimde, gülümseyerek sizin misafirliğiniz mi kaldı diyerek misafirperverliğini her daim gösterdi. Onları sevgiyle yad ediyorum. 

Bir ırmağın kıyısındasın, yemek yapıyorlar, Temmuz’un en deli sıcağında serin bir rüzgar esiyor, oturmuş kitap okuyor, su dinliyorsun. Bütün bunları orada yaşayanların emeğiyle yapmış olmak yoruyor insan ruhunu. Ama herkes çalışırken, bir şeyler yaparken görüşmelerin uzaması beni huzursuz etmişti. Devrim dedim, sizin emeğinizi tüketiyoruz, tatil yapıyoruz gibi hissetmeye başladım zoruma gidiyor, mümkünse görüşmeler için yardımcı ol erken bitirip gidelim dedim. Heval burası sizin eviniz. Böyle düşünme. Rahat ol demişti. Dedim ya incelikli insanlardı. Huzursuzluğumuzu görünce, bulaşık yıkamamıza ve yemek işlerine yardım etmemize izin verdiler. Bu biraz da olsun bizi rahatlatmıştı. P.K.K bir neden değil bir sonuçtu. Asker ailelerinin yaşadığı acılar, gerilla aileleri için de geçerliydi. Yanlış hatırlamıyorsam G……., kendi döneminde gerillaya katılan beş yüz kişiden hayatta kalan beş - altı kişiden biriydi. Kimdi o gidenler? Hiç mi hayalleri yoktu. Bütün bunlardan vazgeçtim sıcak bir evleri olmadı onların hiçbir zaman. Aşkları olmadı. Sevdiklerini özleyebilecek zamanları bile olmadı. 

Şimdi o adamlar belki bir dağ yamacında sessizce uyuyorlardır. Mezarları dağ. Oysa her gün haber bültenleri, askerin evlilik hayallerinden, yetim kalmış evlatlarından söz ederken, gerillada “Leş” diye söz ediyordu. Peki, benim gördüğüm bu “cani bebek katilleri” neden farklıydı. Bu caniler Kandil’e hava saldırısı başladığı andan itibaren neden ilk önce bizim güvenliğimizi sağladılar. Bize yarenlikler yaparak korkumuzu hafifletmek için uğraştılar. Sivil yerleşimleri vurmazlar, sizi sivillerin olduğu köylere bırakacağız demeleri ne kadar garip. Üç gün içinde bizi üç ayrı köye götürmelerinin nedeni neydi. Kimdi gerçekten bu bebek katilleri. Çalışmamızı bitirip öyle dönmek istiyoruz dediğimde, başınıza bir iş gelirse bu örgüte hesap veremeyiz diyen adamlar kimdi. Bir ceylan öldürdü diye hapisle cezalandırdıkları bu adamlar mıydı bebek katilleri. Çocukluğumdan anlamıştım bütün bunları. İstiklal Marşını okurken kıpırdadığım için yediğim dayaktan biliyorum itaat etmeyi. Ne düşünmem gerektiğini bana korkuyla öğreten bir akıldı beni bana düşmanlaştıran. Bir Kürt olarak, Kürt nefretinin zihin tecavüzünden geçerken hayatım, dağdakiler caniydi gerçekten(!...) Eğer devletin bir askeri karargahından kalsaydım. Askerin söylediği yanık türküler kalbimi parçalardı. Sevdiği kadının fotoğrafına hasretle bakan adam içimi yaralardı. Onlar öldüklerinde, ben de acıdan ölürdüm. Ben kimim o zaman. Araftan kalmış bir meczup mu? Söyler misiniz bana kime düşman olmalıyım. Öyle demiyor mu şair, adı nar olan bir şiirde; “söyle bana tanrı/ en çok hangi taneni seversin…” 

İBRAHİM DAĞ

YORUM GÖNDER

ZİYARETÇİ YORUMLARI

BENZER KONULAR

EZDA

GÜLÜMSE ÖLÜM UTANSIN

ÜLKEMİN HARİTASIDIR YERYÜZÜNÜN ÇİZGİLERİ

CESUR RUHLARIN EYLEMİ - SANAT

8. SAKİNE CANSIZ FESTİVALİ

FAŞİZMİ YIKACAĞIZ ÖZGÜRLÜĞÜ KAZANACAĞIZ

SOLGUN SARI

İKLİM KAHVERENGİ

PATİKA

BİR YARA BİNLERCE ACI

DENGÊ ZÊ

GÖZYAŞLARIN HEZİL’E DÜŞMESİN

BAŞKA DİLDE ANNE OLMAK

SİZ DE 'GREV'E KATILIN !

KANDİL GÜNLÜKLERİ - YOLCULUK-(1.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (2.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (3.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (4.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (5.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (6.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (7.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (8.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (9.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (10.BÖLÜM)

KANDİL GÜNLÜKLERİ (11.BÖLÜM - SON)

BİR TANIKLIK ROMANI: EZDA

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (1.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (2.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (3.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (4.BÖLÜM)

BİR İNCELEME; GÜNEŞİN VE ATEŞİN ÇOCUKLARI (5.BÖLÜM)

ZİWAN Çİ YO?

IVAN ALEKSANDROVİÇ GONÇAROV VE OBLOMOV (1812-1891)

ZİNDANDAN BİR KİTAP DAHA ÇIKTI

BESÊ ANUŞ’UN HAYATI ROMAN OLDU

BAGOK EZGİSİ

NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM

YPS GÜÇLERİNİN DİRENİŞİNİ ELE ALAN DİZİ: 'TAVA SOR'

NERÎNEK Lİ SER FİLMÊ REŞEBA

BİR YOL HİKÂYESİ

M. ŞOLOHOV VE DURGUN DON ÜZERİNE...

SESİNİ KURŞUN SESİYLE BİRLEŞTİREN DEVRİMCİ SANATÇI: HOZAN SERHAT

NAR SUYUNA BULANMIŞ ŞİİRLER

29'UNCU HÜSEYİN ÇELEBİ EDEBİYAT ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU

“NAR SUYUNA BULANMIŞ DÜŞÜM”

KISA BİR ÖN SÖZ

KOBANÊ’DE BİTMEYEN UMUTLAR

PRAKSİS’İN YENİ ALBÜMÜ FERMAN/DERMAN YAYINDA!