KANDİL GÜNLÜKLERİ (2.BÖLÜM)
MAXMUR
BİRİNCİ GÜN;
Maxmur, Hewler’e yaklaşık altmış kilometre uzaklıkta Kuzey (Bakur) Kürtlerinin yerleşim yeriydi. Doksanlı yıllarda Şırnak, Van, Hakkari , Siirtten köyleri yakılan ve zorunlu göçe mecbur bırakılan insanların yerleştiği, şimdi nüfusu onbeş bini geçen bir kamptı. Maxmur’a vardığımızda nizamiye kapısında iki PKK gerillası karşıladı bizi. Pasaportlarımızı teslim aldılar. Bizi misafir edecek Nizametin evine geldik. Şehirde gördüğüm yabancılaşmanın aksine Nizametin’in annesi ve kardeşleri bizi dostane karşıladılar. Nizametin Süleymaniye Üniversitesi mezunuydu. Yanılmıyorsam dört dil biliyordu. Siyaset bilimi konusunda oldukça yetkin biriydi. Benim çat pat konuştuğum Kürtçenin mizah konusu olması dışında her şey güzeldi. Maxmur Kampı, Maxmur ilçesi yakınına Saddam döneminde kurulduğu için kamp bu isimle anılıyordu. Yanılmıyorsam doksan üç yılında köyleri yakılmış ve göçe zorlanmışlar. Sekiz kamp yeri değiştirilmiş, büyük acılar yaşanmış. En son olarak da buraya yerleştirilmişler. Kampın önceki halini anlatırken; kayalardan, çorak araziden başka hiçbir şey değildi burası diyor. Burası kışın çamur deryası, yazın çorak bir yerdi diye anlatıyor. Banyo yapmak bir yana içme suyunu dahi sekiz kilometre uzaklıktaki ilçeden alıp getiriyorlarmış. Saddam, ölmemiz için bizi buraya yerleştirdi diye anlatıyor. İlk yerleşim yıllarında yaklaşık elliye yakın insanın yılan ve akrep zehirlenmesinden; bir kısmının da sulardaki mikrobik nedenlerden dolayı hayatlarını kaybettiğini anlatıyor. Yaklaşık dört yüz kuyu vurulmuş. Komün bir yaşamı benimsemişler. Kampın yönetim birimi var. Sorunlar bu birim tarafından çözülüyor. Taşlardan evler, her evin önünde küçük bahçeler yapmışlar. BM kredisiyle yaklaşık bir dönümlük seralar da tarımsal faaliyetlerde bulunuyorlar.
İKİNCİ GÜN;
İnsanları sıcaktı. Çocuklar yabancı olduğumuzu fark ediyor sevgiyle yaklaşıyorlardı. Doksanlı yılların Botanlı çocukları oradaki gibi kalmışlar. Oyunları da öyle. Yırtık çoraplardan yaptıkları topla yakar top oynadık. Yine o topla bizim de çocukluğumuzda oynadığımız üst üste dizilmiş taşları düşürme yarışı yaptık. Oyunlarına ortak ettiler bizi. Maxmur eteklerinde bulunan dağa tırmandık. Kamp Sakinlerinden Orhan, İŞİD saldırısı sırasında PKK gerillalarının bu dağdan gelerek İŞİD’i püskürttüğünü anlattı. Dağın çeşitli noktalarında gözetleme kuleleri ve ağır silahlarla bekleyen nöbetçiler vardı. Bir kayanın üstüne çıktım. Beritan filmindeki gibi uçurumun sesini dinledim. Beritan’ın kayalarda parçalanan kederini anlattım rüzgara. Geri döndüğümüzde hava epeyce kararmıştı. Orhan’ın evine gittik. Kendilerine özgü bir tedavi yöntemiyle sarılık (hepatit) olan bir çocuğu tedavi eden şifacı anayla selamlaştık. Çocuğun dilinin altında ve kulağının arkasında bir yeri keserek tedavi ediyordu. Musa’nın televizyonda izlediği Orhan’ın ablasıyla tanıştık. Arkeologdu sanırım. Kürtçem yeterli olmadığı için dinlemekle yetindim. Daha önce yayımlanmış bir kitabımı verdim. Biz eleştiride acımasızız uyarısını da ihmal etmedi. Sonra Nizametin’in evine döndük. Annesi,” hoca gidene kadar Kürtçeyi de öğrenecek” diye takıldı. Kaldığımız zaman dilimi içinde sabah erken kalkardım. Küçük bir ekmek parçası yer, sigarayla birlikte çay içerdim. Anladığım kadarıyla Nizametin’in annesi aynı alışkanlığın dedesinde de olduğunu söyledi. Gülen yüzlerini, aileden birine benzetmeleri, bizi çocukları gibi görmeleri içimizi ısıttı.
ÜÇÜNCÜ GÜNÜ;
Kamptaki üçüncü günümüzdü. Orhan’ın evine gittik tekrar, ardından Nizar’ın serasını gezdik. Damlama su yöntemiyle tarım yapıyorlardı. Yapacağımız görüşme için beklememiz gerekiyordu. Kandille bağlantı için Hewler temsilcisiyle görüşecektik. Orhan’ın bu görüşme için çok heveslenmememizi, buna benzer çalışmalar için yurt dışından gelen yabancı yazarlara dahi izin verilmediğini söylediğinde umudumuz iyice kırıldı. Sera dan sonra kampın misafirhanesine gittik. Buraya gelenler ya Kandil’e gitmek için, ya da gerillaya katılan çocuklarının akıbetini öğrenmek için gelen ailelerdi. Erzurum’dan gelen ve oğlunun mezarını ziyaret eden bir şehit babası, Almanya’da teorik eğitim için gelmiş ve Kandilden dönen bir kadın vardı. Misafirhane sorumlusuyla yapılan kısa bir sohbetin ardından Orhan, Hewler’deki sorumlu kişiyi aradı. Telefonda Maxmur’da olduğunu, bir iki gün sonrası için Hewler’e gelmemizi söyledi. Orhan’ın, Maxmur’da olduğumuzu söylemesine rağmen sorumlu kişi bizi ayağına çağırıyordu. Çaresiz bekledik. Kentin ve yetkinin insanı nasıl yabancılaştırdığına da şahitlik etmiş olduk. Tabi ki bu sadece işin görünen kısmıydı. Belki yerinin bilinmesini istemiyordu bunu bilemem ama yaşadıklarımız tamı tamına buydu. Misafirhane ziyaretinden sonra, kampın müzesine gittik. Gerilla şahadetlerinin evi mi demeliyim. Binlerce genç, gülen yüzleriyle bize bakıyorlardı. Yüzlerini tek fotoğrafta toplarsanız Kürtlerin tarihi olur dedim içimden. Ziyaret defterine, Musa bir şeyler yazdı. Birçok arkadaşı vardı fotoğraflar arasında. Onun için daha bir zor olmuştur. Buralarda başka neler var diye sorulmaması gerektiğini biliyordum. Gezdikçe öğreniyorduk. Bir de gaziler evimiz var dedi arkadaş. Oraya da gidelim dedik. Gördüklerim tıpkı Oğuz Atay’ın dediği gibi; “kelimeler bazı anlamlara gelmiyor, anlamlar bazı kelimelere sığmıyor…”cinsindeydi. İçeri girdik selamlaştık gazilerle. Kiminin ayağı kopmuştu, kiminin kolu yoktu, kimisi koltuk değnekleriyle yürüyordu. Gencecik çocuklardı. İsimlerinin kullanılmasını istemedikleri için yazamayacağım. İlk merhabalaştığımız genç Halep’ten Arap kökenli biriydi. YPG’ ye katılmış, Kürt coğrafyasında yaşanan vahşet, vicdanını yaralamış o da çıkıp savaşmaya gitmiş. Kobani’de tank mermisinin ayağına isabet etmesi nedeniyle ayak bileği kopmuş bir gerillaydı. Kobani cehennemini, orada yaşanan göğüs göğse çatışma anlarını anlattı. Yaşadıklarını yazmak istediğimi söyledim. Nedenini bilemiyorum, istemediler. Nöbet değişimi için gelen Hakkarili bir gerillayla tanıştık. Güler yüzlü samimi bir gerillaydı. O kısa çay içme molasında hangi dönemde katıldığını sordum. İki binli yıllarda katılmış gerillaya. Merakım dağa katılma gerekçesinin ne olduğuydu daha çok. Politik biri miydin diye sorduğumda “hayır ama ruhumda bir asilik vardı. Lisede ısrarla sorulan sorulara Kürtçe cevaplar veriyordum.” Dağa katılmak için bu yeterli değil dedim. “Evet yeterli değil” diye sözümü tamamladı. “Heval, ne Kürtlükten anlardım, ne solculuktan ne öbüründen. Hani PKK’nin derdi sadece Kürtlük olsaydı yine katılmazdım. Ben nedenini söylemeyeceğim ama şehirdeki yaşamımda utandığım bir suç işledim ve dağa geldim. Şimdi o utancımı çok seviyorum. Utancım beni dağla tanıştırdı. Dağın sadece Kürtlük olmadığını, Kürt mücadelesi dışında çok daha derin anlamlar taşıdığını öğrendim. Utancım benim doğumumdur” Hani sözün başında demiştim ya dağın acemisiyim diye. Adil hoca dan sonra aldığım ikinci ders bu genç gerillanın dersiydi. Utancı sevmenin bir insana bu kadar yakıştığını bu Hakkarili gençten öğrendim. Gece epeyce ilerlemişti, zihnimde bu gerillanın sözleri. Eve gidinceye kadar sık sık tekrarladım içimden. Utancı sevmek… Utancı sevmek… Utancı sevmek..
DÖRDÜNCÜ GÜN;
Maxmur’daki dördüncü günümüzde, yönetim birimiyle görüştük. Tedavi için gelen eski bir gerilla komutanı vardı. Geliş nedenimiz hakkında bilgi verdik. Kandilde eski dönemlerde tanıdığım birkaç kişiyi sordum. Onlarla sanırım belli bir hukuku vardı ki gülümseyerek yanıtladı. Yurt dışında olduklarını belirtti. Niyet, işimizin bir an önce sonuç vermesiydi. Bize bunu sağlayabilecek tanıdık kim varsa görüşmeye çalışıyorduk. Yönetim binasından sonra, ağırlıklı olarak Rojava’da yaralıların geldiği tedavi merkezine gittik. Yaralı gençlerle uzun sohbetler ettik. Komün bir yaşam tarzları oldukları için öne çıkmaktan, kahramanlık hikayeleri anlatmaktan imtina ediyorlardı. Sadece neler yaşandığına dair bizim de az çok bildiğimiz den öteye geçmeyen sohbetlerdi. Akşam saatlerine doğru gaziler evini tekrar ziyaret ettik. Maxmur’da kalsaydım, sanırım oradan hiç ayrılmayacaktım. İçimi acıtan, huzursuz eden bir şey vardı. Sanki orada kalırsam, yaraları iyileşecekti, kalkıp yürüyeceklerdi. Onlara yakın olmak kendime de yakın olmaktı. Garip bir suçluluk duygusu mu demeliyim. Gencecik çocukların yaraları, kalbimde nasırlaşmış yaralarımı mı kanatıyordu bilemedim. Herkes yaşıyordu bir şekliyle ama kimse kimse için ölmüyordu. Gaziler evinin duvarları buraya gelen herkese insanın kendisine yakın olması gerektiğini fısıldıyordu.
BEŞİNCİ GÜN;
Nihayet beklediğimiz telefon geldi. Hewler’de sorumlu olan kişinin verdiği adrese gitmek için yola çıkacaktık. Nizametin’in ailesi ve Orhan’ın ailesiyle vedalaştık. Gösterdikleri ilgi ve çaba için teşekkür ettik. Orada ayrılmak garip bir şeydi. Aileden biri olmuştuk. Doksanlı yıllarda buralara göç etmek zorunda kalan bu insanların, mülteci özlemlerini de kendimizle götürüyorduk. Orayı hiç görmeyen bir kuşak da yetişiyordu. Biz gidiyorduk onlar hala mülteci olmaya devam ediyorlardı. Bir yerden ayrılmak her zaman ayrılmak olmuyordu. Gidenler, kalanları, kalanlar gidenleri özleyecekti. Ama en çok da kalanlar yaralıydı. Maxmur’a veda vakti gelmişti artık. Nizamiyeden pasaportlarımızı aldık ve Hewler’e doğru yola çıktık. Bize verilen adres, Türkiye’den gelenlerin işlettiği bir restauranttı. Verilen adrese gittiğimizi sanıyorduk. Yanlış bir yerde bekliyormuşuz. Gitmemiz gereken yer de on adım uzaklıktaki bir başka restoranmış. Oraların yabancısıydık. Bekleyin geliyorum denecek bir nezaket arıyorduk ama o da yoktu. Bulunduğumuz yeri söylememize rağmen sorumlu kişi bizi ayağına çağırıyordu. Adil hoca, Kobani’de şehit düştüğü söylenen, sonra da bazı tanıklardan yaralı olduğu bilgisini aldığı yeğeninin akıbeti hakkında bilgi alacaktı, ben ve Musa da yapacağımız sözlü tarih çalışmasına ilişkin talebimizi iletecektik. Verilen adrese gittiğimizde sorumlu kişi on dakika daha gelmeseydiniz gidecektim diyerek misafirperverliğini de göstermiş oldu. İşin açıkçası çok öfkelenmiştim. Talebimizi ilettik. Raporunuzu yazın verin dedi. Boş bir kağıt bulduk. Yapmak istediğimiz çalışmanın detaylarını, özgeçmiş bilgimizi ve Ankara grubundan bazı kişilerin yaşadıkları yerlerle ilgili görsel döküman ulaştırmak istediğimizi yazdık. Sorumlu kişiye de görüşme talebimiz kabul edilmezse bunu ulaştıracağız yoksa biz iletmek istiyoruz dediğimde itiraz etti. Görüntü kaydını vermezseniz göndermem diye de ekledi. Ruh halim, raporu buruşturup atmak ve bir an önce orayı terk etmekti. Musa engel oldu. Görüntü kaydını vermek durumunda kaldık. Sonuç ne zaman alabiliriz diye sorduğumda. Bilemem, bu tür talepler bazen aylar alabiliyor, kabul de edilmeyebiliyor. Burada kalmanıza gerek yok cevabını aldık. Görüşmemiz bittiğinde hiç de hoş olmayan duygularla ayrıldık randevu yerinden. Bu çalışmanın kabul edilmeyeceği fikri bende ağırlık kazanmaya başlamıştı. O akşam Adil hocanın, aynı zamanda Barzani ailesinin de kuaförü olduğunu öğrendiğim yeğeninin evine gittik. Ağırlıklı olarak şehrin zenginleri ve çoğunluğunun yabancı uyruklu olduğu bir yerde oturuyordu. Alt bölüm işyeri, üst katlar ev olarak kullanılıyordu. Hocanın yeğeni dostane karşıladı bizi. Kürt bölgesel yönetiminin buraya gelenlere uyguladığı on beş gün_lük kalma süresi vardı. Yeğeni bize isterseniz bir aylık izin ala_bilirim dedi. Süresi belli olmayan bir durum için kalmanın çok anlamlı olmadığını Musa’yla paylaştım. O da kabul etti. Akşam Adil hocanın yeğeninde kaldık. Sabah da Duhok ‘a doğru yola çıktık. Adil hoca burada bir arkadaşının olduğunu, bir gün de Duhok’da kalalım önerisi üzerine arkadaşının evine gittik.
DUHOK;
Duhok, Kürdistan bölgesel yönetimine bağlı bir şehir. Nüfusu altı yüz bin civarında olan bu şehrin büyük çoğunluğu Kürtler ve az sayıda Süryani halkından oluşmaktaymış. Coğrafi sınırları bakımından Dicle Nehri boyunca uzanan kent sınırlarının etrafı dağlarla çevrili. Türkiye’den Şırnak, Hakkari, Suriye’den Hasiçe ile sınır komşuluğu olan bir yerde kurulmuş. Türkiye sınırına yakın olması nedeniyle Botan özellikleri taşıyan bir şehir. Mutfak kültüründen, yaşam alışkanlıklarına kadar yabancılık çekmediğimiz bir kent özelliği gözlemledim. Adil hocanın arkadaşı Ahmet, bizi karşıladı. Adil hoca Ahmet’in yıllar önce bir cinayet nedeniyle buraya gelip yerleştiğini ve ticaretle uğraştığından bahsetmişti. Bir alacak verecek davası nedeniyle bir arabulucunun tezgâhladığı olayı anlattı. Görüşme yerine silahsız gelineceği konusunda güvence veriliyor Ahmet’in, görüşme sırasında silahını çıkarıp arabulucuya uzatıyor. Arabulucu silahı aldıktan sonra, aradan çıkıyor, gelen kişi silahına davranırken Ahmet sakladığı ikinci silahını çıkararak adamı vuruyor. Hem düşman sahibi olması nedeniyle hem de cezaevine düşmemek için Duhok’a gelerek ticaretle uğraşmaya başlıyor. Ahmet, sıcak karşıladı bizi. Geliş nedenlerimizle ilgili uzun sohbetler ettik. Hewler’deki temsilciyi tanıdığını, onun son derece dost ve fedakar bir insan olduğunu paylaştı bizimle. Biz de gözlemlerimizi paylaştık. Ertesi gün gitmeye karar vermiştik. Ahmet, istediğimiz takdirde Gare bölgesindeki PKK kampına bizi götürebileceğini söyledi. Adil, yeğeninin akıbeti hakkında her durumu değerlendirmek istiyordu. İyi olur dedik. Akşam, yanımıza giyebilecek giysilerimizi alıp yola çıktık. Gare’ye doğru yola çıktık. Epeyce yol kat etmemize rağmen Ahmet, yolun güvenli olmadığını peşmergelerin yol kontrolü yaptığını gitmenin sakıncalı olduğunu söyleyerek geri dönmemiz gerektiğini söyledi. Biz de çaresiz geri döndük. Ertesi gün bize bir taksi kiraladı. Genelde Gare gibi sarp yollara pikap ve benzeri dağ araçlarıyla gidilirdi fakat taksilerin pek aranmadığını bu yüzden de taksiyle gitmenin daha güvenli olduğunu söyledi. Saat on civarında yola çıktık.
GARE;
Şoför güvenilir bir gençti. Silopiliydi yanılmıyorsam. Yolculuk sırasında Duhok ve Gare yolu hakkında bizi bilgilendirdi. Saddam döneminde, güneyli Kürtlerle yapılan savaş sırasında bu yolun inşa edildiğini anlattı. Saddam ve Barzani arasındaki farkları anlattı. Her ikisinin de diktatör olduğundan bahsetti. Saddam döneminde insanlar hiç değilse aç kalmıyordu gibi değerlendirmeler yaptı. Kuzeyli Kürtlerin tehlike olarak görüldüğü, ülkenin bütün zenginlik kaynaklarının bu aile tarafından sömürüldüğü türünden şeyler anlattı. Yolculuğumuzun yarısına gelmiştik neredeyse. Araç bozuldu. Petrol ülkesinde benzin, mazot kalitesiz ve sorunluydu. Aracın bozulma nedeninin kötü benzin olduğunu söyledi şoför. Yakıcı bir sıcak vardı. Çaresiz bekledik. Yaptığı telefon görüşmesi sonunda bir pikabın bizi almaya geleceğini söyledi, yaklaşık bir saat sonra da pikap geldi. Gerillalar dondurma istemişti, yolumuzun üzerinde bir köy bakkalında dondurma alındı ve tekrar yola koyulduk. Sarp ve dolambaçlı yollardan ilerlerken, şoför karşıda yüksek sıradağlarının uzandığı yeri göstererek buranın Medya Savunma Alanlarından Haftanin Bölgesi olduğunu söyledi. Yarım saat sonra da Gare’ye ulaştık. Çevresi ağaçlarla kaplı, aracın dahi görülmediği bir yerde durduk. Bir süre bekledik. İki gerilla kadın karşıladı bizi. Hepimizle selamlaştılar. Aracın durduğu noktadan sonra gideceğimiz yere yaya olarak devam edecektik. Birkaç saatlik bir yürüme mesafesinden sonra gerillaların bulunduğu alana geldik. Yanı başımızda bir nehir akıyordu. Yaklaşık kırk yaşlarında olan gerilla komutanı karşıladı bizi. Kısa bir merhabalaşma sonunda neden geldiğimizi sordular. Biz de geliş nedenlerimiz hakkında onları bilgilendirdik. Bu arada gerilla sayısı ve yüzleri sık sık değişiyordu. Anlaşılan burası haberleşme iletişim merkezi gibi çalışan küçük bir birimdi. Kadın gerillalardan biri çocuklarım olup olmadığını ve siyasetle ilgilenip ilgilenmediklerini sordu. Ben de yıllar önce kızımın “Baba Kürtler siteyi bastı” diye şikayete geldiğinden bahsettim. Üzgünüm ama sen de Kürt’sün dediğimde büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını anlattım. Herkes gülüştü. Ama bana eleştiriyi de ihmal etmediler. “Bu konuda seni eleştiriyoruz Heval” dediklerinde, kendisine benzeyen özgür çocuklar olarak büyüsünler istedim. Şimdi nasıl diye sorduklarında; Kürt olmak utandırmıyor, kültürünü de değerlerini de sahipleniyor. Politikleşiyor, bunu ben mi yaptım bilmiyorum ama tercihleri böyle gelişiyor diye yanıtladım. Dağda, bir savaşçı olmak, yaşamın yirmi dört saatini tufanın içinde geçirmek, bizim kent yaşamımızda anlamlandırdığımız şeyi bir gerillada anlamsız kılıyordu belki de. Hani diyor ya şair “insan yaşadığı yere benzer” onlar da yaşadıkları yere benziyorlardı. Yaşadıkları yere ilk girdiğimizde, ağaç gövdelerine bağlanmış, plastik şişeler gördük. Sigaralarını onun içine atıyorlardı. Bu ilgimi çekmişti. Derme çatma yerleşim yerlerinde uydu tv ve bütün yerleşim mekanlarının üst köşesinde Abdullah Öcalan’ın posteri asılıydı. Politik sohbetlerinde Öcalansız bir örnek duyamazsınız. Önderlik kavramının gerillada çok derin anlamlar ve bağlılık imgesi taşıdığını söylemeliyim. Vakit akşam saatiydi. Yemek yapılmıştı bizi yemeğe davet ettiler. Biber domates ve patates karışımı bir yemekti. Yüzünüz dağa dönmüşse, kentin bozgunundan kısacık bir an olsa bile uzaklaşmışsanız yediğiniz şey dünyanın en güzel yemeğidir. Yemekten sonra kesilmiş ağaçların bulunduğu bir yerde gerillalarla topluca sohbetler ettik. Yanı başımızda bir nehir akıyordu. Rüzgar vahiy, dağ büyü, çağlayan nehir dua, gökyüzü şahitti. Ve hayatı var eden ne varsa bu dağlardı. Daha yirmi_sine varmamış bu gençlerin gelecek düşlerine karıştı gece. İlk kez şahit oldum ateş böceklerinin de uçtuğuna. Gecenin geç saatlerine kadar konuşmak istiyordum hatta hiç uyumamak. Bizde saat dokuzda uyunur dediler. Burası askeri saha ve burada her şey doğasına uygun yaşanmak zorundadır dediler. Saat dokuzu geçmişti herkes uykuya çekildi. Yanı başımda uykusuz bir nehir akıyordu. Ve gökyüzünü hiç bu kadar çok yıldızlı görmemiştim. Yanımdaki arkadaşlar çoktan uykuya dalmıştı. Uykuyla bu geceyi heba edemezdim. Bir sigara yaktım, uzaklarda çok uzaklarda henüz söylenmemiş ayetler yazıyordu dağlar.
İKİNCİ GÜN;
Sabah saat beş buçukta uyandık. Gerillalar içtimadan geldiklerini söylediler. Kahvaltı hazırlanmıştı. Çilek reçeli vardı dağ sofrasında, bu bahçemizden dedi kadın gerillalardan biri. Gezebileceğimiz kısımları gösterdiler. Kadın gerillaların kaldığı kısma gidilmezdi. Buna özellikle ihtimam gösteriliyordu. Bize bahçelerini tanıttılar, biber ve domates ekilmişti ama çoğu kurtlanmıştı. Her şey PKK’nin ekolojik kurallarına uygun işliyordu, hayvan gübresi dışında hiçbir şey kullanılmıyordu. Onlarla birlikte ayrık otları temizledik. İşimiz bittiğinde biraz dinlendik. Gerillalar, telsiz haberleşmeleri dışında teknolojiyi kullanmıyorlardı. Bu istihbari açıdan sakıncalı görülüyordu. Bir kurye kadın gelmişti. Yirmi - yirmi bir yaşlarındaydı. Bu kadın gerilla televizyon programlarına da çıktığı içini adını kullanmayı sakıncalı bulmuyorum. Kod adı Avaşin Kütahyalıydı. Türk’tü. Kütahya’dan gerillaya katılmıştı. Gerillaya katılma nedenini sordum. Alparslan’ın Malazgirt Savaşı dedi. Şaşırmıştım. Nasıl diye sordum, anlatmaya başladı. “Ben Türk milliyetçisi bir çevrede büyüdüm. Öğrencilik yıllarımda da bu duygular vardı. Kürtler bir tehlikeydi. Gazeteler, televizyonlar öyle söylüyordu. Kürtler huzurumuzu bozan bir halktı. Ama tarih öğretmenimiz Malazgirt Savaşı sonunda Anadolu’nun Türkleşmesini anlatırken, Kürtler neredeydi o zaman diye bir soru sordum. Öğretmen yanıtsız bıraktı. Kürt bir arkadaşım -Türkler Anadolu’ya gelmezden önce burada Kürtler yaşıyordu- dediğinde, Kürtlerin bizim vatanımıza gelip bizim 39 huzurumuzu bozmadıklarını öğrenmem kafamda yanıtsız soruları da çoğalttı. Bunu öğrendikten sonra Kürt olan arkadaşlara sık sık Kürtlerle ilgili merak ettiğim şeyler sorardım. Kürtlerin maruz kaldığı Dersim İsyanından, Şeyh Sait ayaklanmasına kadar katliama uğrayan bu halkı öğrendim. Üniversite yıllarımda sivil toplum eylemlerine katılırdım. Bir süre sonra bu da yetmedi ve dağlara geldim. Ama beni etkileyenler gelmedi” diye bitirdi sözlerini. Dağın herkes için bir anlamı vardı ama ortak cevabın adı özgürleşmek diye açıklanıyordu. Öğleden sonra Adıl hocanın arkadaşı bizi almaya gelmişti. Gerillalarla vedalaştık. Sizden bir anı götürmek istiyorum dediğimde bir kadın gerilla kendi yaptığı çimen yeşili bir bilekliği uzattı bana. Gitme vakti geldiğinde, parçalanarak sürüyor yolculuğumuz dedim içimden. Bunu bir tek ben duydum. Duhok da bir gece daha kaldık. Sonraki gün otobüs biletlerimizi alarak yola çıktık. Ramazan ayıydı, sıcak yine aynı sıcak, kent aynı kent, kendine yabancılaşmış insan yine aynı insandı. Akşamın yedisiydi sanırım Ahmet bizi yolcu etti. Vedalaştık, misafirperverliği için teşekkür ettik. Habur sınır kapısına geldiğimizde dokuz buçuk civarıydı. Giriş çok sorunlu değildi ama çıkış için saatlerce beklemek zorunda kalmıştık. Gece iki gibi sınırı geçtik. Adil hoca ve Musa Diyarbakır’a gidecekleri için ayrıldık. Eve geldiğimde sabah saatleriydi neredeyse. Öğlene doğru, biri iyi diğeri kötü iki haber almıştım. Adil hocanın yeğeni şehit düşmüştü Kobani’de. Bana, bu iki kere ölümdür demişti. Üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. Aldığımız ikinci haber yapmak istediğimiz sözlü tarih çalışması kabul edilmişti. Bütün umutlarımızın söndüğü bir anda bu haberin gelmesi beni ve Musa’yı çok sevindirmişti. Bir sonraki gün için bizi Kandil’e götürecek yeni bir yolculuğa tekrar başladık.
İBRAHİM DAĞ
YORUM GÖNDER