TARİH ŞİMDİDİR-KÜRDİSTAN TARİHİNE ÖZLÜ BİR BAKIŞ (1.BÖLÜM)
A-TARİHİ CANLI YAŞAMAK:
1.Kürdistan Tarihine ve Toplumuna;
Yaklaşım Üzerine Birkaç Söz;
Günümüzde tüm sosyal bilimciler, geleneğin toplumsal gücü üzerine oldukça ilginç tartışmalar yürütüyorlar. Geleneğin, insan zihniyet şekillenmesi üzerinde belirleyici etkide bulunduğu, artık tartışma götürmez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Kürt toplumsal şekillenmesini değerlendirirken, geleneğin tarihsel evrimini göz ardı etmek, bilinçleri muğlaklaştırmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Başkan Apo’nun bu konuda yaptığı çözümlemeler oldukça çarpıcıdır: “Gelenek neyse gelecek de odur denilir. Temeli yanlış örülen bir toplum, gereken düzeltmeyi yerinde ve zamanında yapmazsa içeriğine göre bir yıkılışı yaşayacaktır. Doğru tanımlanamayan bir tarih ve toplum da, sürekli bir tehlike ve bunalım kaynağı olmaktan kurtulamayacaktır der.
Denilebilir ki, toplumsal yaşamın zihniyet şekillenmesini Başkan Apo kadar daha yalın çözümleyebilen başka bir önderlik ve düşünür yoktur. Bu konuda sosyologların, antropologların ve hasılı sosyal bilimcilerin ağırlıklı kısmının yaptığı çözümlemeler, toplumu köklerinden ve ana kaynağından koparmaktan başka bir anlam içermiyor. ‘Sosyal Bilimci’ diye kendilerini tanımlayan ve ekol olarak kurumlaştıran bu anlayış sahipleri, toplumsal dinamikleri her gün için için eritiyorlar. İktidarlaşan bilimin, toplumun başına ne büyük belalar açtığını Başkan Apo, Savunmalarında oldukça geniş değerlendirmiş bulunuyor: “Bu konuda yanlışlık belki bilimin tespitlerinde olmayabilir, ancak yöntem ve tarzda çokça yanlışlığa düştüğü, tüm toplumsal dinamikleri yanlış yönlendirdiği de kuşku götürmez. Bu bir gerçeklik olarak her gün karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda bilimin tespit ve uygulama yöntemlerini birbirinden ayırarak ikisini karıştırmamak hayati önem taşımaktadır.
İçinde yaşadığımız bu çağda bilim, organik varlıklar gibi toplumsallığın da gen yapılarından söz ediyor. Olgunun gelişim aşamalarını doğruya yakın olacak biçimde değerlendirmek, toplumsallığın günümüzde içinde bulunduğu “kaos u anlamak ve buna çözüm bulmak açısından önemlidir. Bu anlamda Kürt toplumsal dokusunun doğru çözümlemesini yapmanın yolu, tarihi doğru çözümlemekten geçer. Başkan Apo insan ve toplumsallığın evrimini “kök hücre den alarak, toplumsal tarih ve sosyolojik çözümlemeye tabi tutmuş, bu konuya yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bizim bu noktada yapacağımız araştırma, Kürt toplumsal gerçekleşmesini bu bakış açısına göre incelemek olacaktır. Güncelden hareket ederek, Kürt’ün zihniyet formatını açıklamak fazla bir anlam ifade etmez. Kaldı ki bu yöntem, doğru çözümleri de bağrında taşımaz. Geleneğin gücüne sürekli vurgu yapılmasının altında bu durum yatıyor.
Bağlamı bu şekilde belirledikten sonra, Kürt’ü etnisite oluşumundan ele alıp değerlendirmek bir başlangıç noktası olabilir. “Tarihsel olabildiğin kadarıyla, gerçekle birliktesin derken, Başkan Apo bugün bile zihniyetimize hükmeden Kürt’ün bu ilk oluşum halinin, hala daha gücünü ve tazeliğini büyük oranda koruduğunu belirtmek istiyor. O halde ilk oluşumumuzu canlı bir organizmanın “kök hücre sine benzetebiliriz. Anlam ve duygu dünyamızı ilk anlam damlasından alıp bugüne getirmek, büyük sonuçlar doğurabilir. Yani “Tarih, Şimdidir. Ama bir farkla tarihten süzülüp gelirken, yalan ve yanlış halkaları sökerek, yanlışları-kırılmaları, aldatılmaları da bir bir görerek!
Çünkü Tarihte canlı bir organizma gibi bu oluşum da, varlığını kesintisiz bir şekilde sürdürerek günümüze kadar süreklileşen bir seyir olarak izlemiştir. Zira, tarih bir kere olmuş-bitmiş bir olgu değildir. Tarih, tıpkı bir nehir gibi aktığı yatağa iz bırakmış, başka kaynaklardan beslenerek anlam dünyasının baş aktörü olma rolünü oynamıştır. Tarihi salt kuru, kronolojik bilgilerle ele almak, hiyerarşik sistem zihniyetinin yaklaşımıdır. “Öyle anlar olur ki, tarih bir kişilikte yaşanır, kişilik bir tarihte yaşar. Güncelliğin (şimdiki halin) tarih, tarihin şimdi olduğuna da ilke düzeyinde değer biçmekteyim. Yerel şimdiki hal, salt bir tekrar olarak, bir gelenek olarak tarihi tekrarlamaz. Hâlbuki ‘şimdi’ tarihtir, gelecektir.’’ (Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi) Özcesi, bizim yaklaşımımız daha yaratıcı ve üretkendir. Tarihin belirleyici özüne önem vermek, bundan gereken sonuçları çıkarmak, tarihe yüklenen yanlış anlamları gidermek ve hak ettiği kutsal doğrultuya sokmak açısından önemlidir. “Tarih, bir halkın hafızasıdır, tarihini bilmeyen bir halk hafızasını yitirmiş bir insana benzer ve “Tarihsiz insan köksüz, geleceksiz ve belleksiz insandır derken herhalde bu gerçeklik kast edilmektedir.
Bugün karşımıza tüm görkemi ile olduğu kadar olanca yetmezliği ve yenilgileriyle bir tarih dikiliyor. Beğenelim ya da beğenmeyelim, sevelim ya da sevmeyelim, bir gerçeklik olarak bu olgu her gün kendini hissettiriyor. Peki, bu tarihten kadim Kürt Halkı’nın payına düşen nedir? Bu tarih, Kürt boyutunda nasıl bir toplum ve birey gerçekliği yarattı? Ya da bu tarih, kimler tarafından ve hangi yöntemlerle kontrol altına alındı? Hiç kuşkusuz ki Bu sorulara verilecek doğru yanıtlar, karanlıkta kalan birçok noktayı aydınlatacaktır.
Bu çalışmada amacımız, Kürdistan Tarihi ile birlikte Kürdistan’da yaşanmış ve yaşanmakta olmaya devam eden ulusal ihanet durumlarını da yazmaktır. Muradımız bu şekilde, PKK’nin ortaya çıkışı, dönemin koşulları ile toplumsal yok oluş eşiği ve son kırk yılda ayrıntılarıyla işleyeceğimiz, tarihle verilen amansız mücadele ve hesaplaşma kavgası sonucunda ulaşılan demokratik ulus düzeyini çok daha berrak bir şekilde aydınlatmaya çalışmaktır. Kürt Toplumsal Formu’nun daha iyi anlaşılması açısından, yeri geldiğinde tarihe vurgular yapmamız ve gerektiğinde derinleştirmemiz, işlediğimiz konunun öneminden dolayıdır. Etnisitenin, yani doğal toplumun komünal değer yargılarının gerçekleşme diyalektiğini işlemekten çok, tarihsel-toplumsal koşulların Kürt zihniyeti üzerinde yaptığı etkiyi işlemek öncelikli hedefimizdir. Esas amacımız ise Kürt’ün Tarihi’ni, direniş ve ihanet diyalektiğini iç içe işlemektir. Genelde Kürt Tarihi denildiğinde “Kendi kurdu bol olan halk ya da “ihanetçisi çok olan halk yakıştırmaları çokça yapılır. Aslında bu söylemlerin derin sosyolojik anlamları vardır. Bu sosyolojiyi çözmeden, Kürt’ü çözmek neredeyse imkânsız hale geliyor. Bunu da yapabilmek için hiç kuşku yoktur ki Kürdistan Tarihi’nin derinliklerine dalmak kaçınılmaz olacaktır.
Peki, toplumsallığı yaratan, hem devletçi hem de demokratik uygarlığın en gelişkin formlarına beşiklik eden bu coğrafya ve toplum, nasıl oluyor da bu gibi geriliklerin esiri haline geliyor? Öyle basit, sıradan ve yüzeysel yaklaşımlarla bu zor ve derin çelişkinin çözümlenmesi mümkün görülmemektedir. Geleneğin gücüne bu kadar önem verilmesi bundandır. Gelenek bir anlamda, yaşama anlam katan kültürel dokunun kendisidir.
“Gelenekler geniş anlamıyla bir kuşaktan ötekine geçirilebilen bilgi, tasarım, inanç, yaşantı biçimi daha geniş anlamıyla maddi olmayan kültürdür. Dar anlamda ise, kuşaklar boyunca bir toplumun önemli konulardaki görüşleridir. Gelenekler sözlü ve yazılı olmak üzere iki bölüme ayrılırlar. Daha güçlü olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesinde ve denetlenmesinde önemli rol oynarlar. Genellikle tutucu olan gelenekler aile, hukuk, din ve politika gibi toplumsal kurumlar üzerinde etkilidirler. Bireyin bağlı bulunduğu grubun ya da toplumun geleneklerine karşı çıkması, bu karşı çıkışın derecesine göre bireyin toplulukça aforozundan saldırıya uğramasına, hor görülmesinden alaya alınmasına kadar genişleyen tepki türlerinde biçimlenir. Yasa, geleneklere ve onlara aykırı davranışlar için verilecek olan cezaları bir ölçüye sokmaya çalışır. Gelenekler, genellikle yasalardan çok daha geniş bir alanı yönetirler. (Abdullah Öcalan SBA. Sözlükler)
Uygarlığa yol açan, yön veren bu kültürel doku, köleliğe karşı doğal toplumun değer yargılarını savunmak için çok kutsal mücadeleler vermenin yanında, ihaneti dar bir düzeyde de olsa içselleştirmesi ciddi bir çelişki olarak varlığını hala korumaktadır. İnsanda düşünselliğin başlamasından bu yana ihanet, en lanetli bir biçimde vicdanlarda, inançlarda ve yaklaşımlarda mahkûm edilmiştir. Dünyanın her toplumunda geçerli tek bir ortak kural vardır. O da Kendi özüne yapılan saldırının ihanet olarak kabul edilmesi ve en güçlü yaptırımlarla cezalandırılmasıdır.
O halde Kürt toplumunda yaşanan nasıl bir gerçekliktir ki Hainliğin günlük bir şekilde kanıksanır hale gelmesi şöyle dursun, bu kahredici düşkünlüğe rağmen yaprak bile kıpırdamıyor? Hatta tam tersi doğrultuda, hainlik statüsü içindeki bireyler, babayiğitlik yapmış gibi meydanlarda at koşturmaktan geri durmuyorlar. İleriki bölümlerde bunu ayrıntılarıyla açacağız ancak, şimdiden birkaç örnek vermekte yarar görüyoruz: Harpagos, Astiyages’e ihanet edip, Med Krallığı’nı altın tepside Perslere sunduğunda, o kadar soğukkanlıdır ki, tüyleri bile ürpermiyor. Hatta dediğimiz gibi tersine, Astiyages’e karşı sanki büyük bir marifet yapmışçasına ona “bak dün kraldın, bugün kölesin diyebiliyor. Daha yakın tarihte ise onlarca yıl TC Devleti’nin kurumlarında siyaset yapan ya da siyaset yaptığını düşünen bazı kişiliklerin nasıl birden bire Kürt kesildiklerini hepimiz görebiliyoruz. Hatta bunun da ötesinde dağların doruklarında kanları pahasına mücadele eden Kürt Halkı’nın evlatlarına çok rahat kızarmadan, bozarmadan saldırabiliyorlar. Bu kez tersten bir örnekle, onlarca yıl Özgürlük Mücadelesi içerisinde yer alan çok sayıda kişi, dağları terk etmenin de ötesinde, indikleri yerlerde işbirlikçi ve TC Devleti’yle el ele Özgürlük Mücadelesine saldırabiliyorlar. Kimisi daha ileri giderek, kontra çalışmalarına katılıyor. Bu çelişkiler çözülmeden, Kürt’ü çözmek imkânsız, Kürt’ü de çözmeden, bu tarihi çözmek imkânsız hale geliyor.
Önemli diğer bir husus da, Kürt’ün tarihinde mücadele yöntemlerini incelemek olacaktır. Çünkü tarihin derinliklerinden akıp gelen mücadele kültürü ya da savaş kültürü, güncelliği de yoğun bir şekilde etkiliyor. Savaş Tarihçisi James Keegan, “halkların kültürünün, onların savaş ya da mücadele kültürlerini birebir etkilediğini söylüyor. Aslında Başkan Apo’nun “Toplumların da organik varlıklar gibi gen yapılanmaları vardır derken, kastettiği bu gerçekliktir. Atadan kalma mücadele, savunma ya da kavga kültürü bugün de Kürt’ün Savaş Kültürü’nde görülüyor. Yanı başımızda yıllardır süren peşmergeciliği, tarihin en geri safhalarında görmemek mümkün mü? Dışarıdan gelen bir saldırı gücüne yamanmak için ya da komşusunun arazisine-merasına konmak isteyen aşiretler misali, işgalcinin yanına geçerek, ona yol-yöntem göstererek, kendi halkına, kanına ve kapı komşusuna, düşmanıyla birlikte saldırmak ne kadar da benziyor bugüne! Yine düşmanın yanına geçerek silahlı koruculuk yapan onlarca aşiretten söz etmeden de geçemiyor insan. Bu durum hiçte yabancı gelmiyor belleklere. Günlük olarak Kürt Formu içinde basit çıkarlar uğruna yapılan kavgalardan ise hiç söz etmiyoruz bile.
Bugünü anlamak için tarihin derslerle dolu sayfalarına inmek, Kürdistan Tarihi’nin baş aşağı gidişine müdahale etmek ve yine bu tarihi, tekrar rayına oturtmak açısından önemlidir. Başkan Apo, bireyin kendini tanıma ve çözme yöntemlerine ulaşmasına büyük önem veriyor. Bireyde açığa çıkan potansiyel, eğer doğru ve tutarlı temelde kullanılırsa, tüm bir toplumu etkileyebilecek güce sahiptir. “Hiçbir zaman özgürlük ideolojileri ve projeleri bir anda toplumsal yapının beyninde yeşermez. Önce bireyde başlar, sonra toplumda anlam kazanır. Başkan Apo bu durumu şöyle çözümlüyor: “Kendini bilme, tüm bilmelerin temelidir, kendini bilmeden edinilecek tüm diğer bilmeler bir saplantı olmaktan öteye gitmeyecektir. Bu nedenle de insan toplumunda kendini bilmeden ortaya çıkan tüm kurum ve davranışların, sapkın-çarpık bir role bürünmesi kaçınılmazdır.
Bu ilkenin Kürt toplumunda, PKK’nin çıkışına kadar anlam bulduğu söylenemez. Kendi rengini taşıyan ve tarihte oynadığı role uygun bir ideolojik örgüyü geliştirememenin payı bunda büyüktür. Yerel oluşumları–aşiretleri-üst bir oluşumda toparlamamak, bu durumun en büyük etkenlerindendir. Yerelde çakılıp kalındığı için ya da dünya kendi yereliyle sınırlı görüldüğü için genele karşı sorumluluk duygusu güdük kalmıştır. Bir başka deyişle, genel halk kültürüyle buluşma zayıf kalmıştır. Bu sonuç, Kürt toplumunun mücadeleye yaklaşımını da çok çarpıcı bir biçimde etkilemiştir. Bu anlamda bu kişiliğin Kürt Özgürlük Mücadeleleri içindeki duruşunu incelemek büyük önem taşıyacaktır.
Şu husus anlaşılmak durumundadır: Bu tip Kürt’te sonradan görme paşa misali, paşa olduktan hemen sonra ilk olarak babasının kellesini uçurmayı esas alacaktır. Ya da bu tip Kürt bireyinde, tarihte de çokça görüldüğü gibi iktidarı ele geçirdiği an, gözü dönmüş kurt misali hemen saldırganlaşacaktır. Peki, bu tip nasıl oluyor da çok korkunç bir şekilde kendi karşıtına, dönüşüyor? Önemle üzerinde durmamız gereken temel hususlardan bazıları da bunlar olacaktır.
“Bilinir halklar tarihlerinde kendilerini ifade edecek önemli tarihi süreçleri gururla anarlar. Halkların kahramanlık çağlarında atalarınca gösterilen yiğitlikler unutulmaz. Aksine birer efsane olarak her yıl belli günlerde ya da etkinliklerde anılırlar. Bu tür kişiliklerin isimlerinin toplumda en çok rastlanılan isim olmaları tesadüfü değildir. Halk kendisini bugüne taşımış, tarihe damgasını vurmuş eylem ya da eylemcilere şükranını bu şekilde bildirir. Gençlik bu hikâyelerle büyütülür. Şekillenme bu mitlerle at başı gider. Ancak Kürtlerde başka bir efsane de vardır. O da Kürt’ün başkasının iyi bir askeri olduğu gerçeği. Biz bunu birçok kahraman hikâyelerinden biliriz. En barizi Rüstem’i Zal’dır. Yine İslam’ın Kılıcı olan birçok Kürt Komutanı’nı da sayabiliriz. Selahaddin Eyyubi buna iyi bir örnektir.
Sonuç itibariyle Kürt’ün başkasının iyi bir askeri olduğu gerçeğiyle de, bir Kürt şekillenmesi belleklere yerleşmiştir. Bunu Kürtlerin ortak ruhunu şekillendiren öykülerde bulmak zor değildir. Ve sanki bu normal bir durummuş gibi kanıksanır hale gelmiştir. Bulunulan yerlerde birilerinin en önde kılıcı olmak, alışkanlık yaratan bir motif olarak zihinlere kazınmıştır. Örneğin, Fars Ordusu içerisinde kralın özel muhafız gücü olan “Ölümsüzler birliğinin içinde yer almak ile uyutulup gelmenin, Kürt Halkı’ndan çok şey alıp götürdüğü açıktır. Osmanlılarda vurucu güç olmak da çok şey götürdü. En son TC Ordusu’nda iyi bir nişancı olarak, hep önde yer almanın da çok şey götürdüğü açıktır. Bu bir ‘kader’ olarak kabul edildi ve günümüze kadar süregeldi. Kürtler bu durumu, öyle görülüyor ki, yeterince sorgulamadılar. Sorgulayamadılar.
Sonradan göreceğimiz işbirlikçi karakter, belki de buna çok izin vermedi. El vermemek bir nevi kader olarak da değerlendirmelere götürebilir. Kanıksanır hale gelmek, kader olarak kabul edip ona teslim olmaktan başka bir anlamı ifade etmediği de ayrıca bir acı gerçektir. Hâlbuki olup biteni sorgulamak, var olan negatif durumu aşmak için vazgeçilmez bir yoldur. Büyük bir eylemdir. Bu hususta, aşiret olgusunu değerlendirmek yerinde olacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, büyük Kürt çelişkisi olan aşiretçilik, Kürt toplumunun tarihi süreç içerisinde ortadan kalkmasını engellemiştir. Fakat aynı aşiret yapısı, Kürt toplumunun gerek birlik olmasını gerekse de Ortadoğu’da bir “devlet-güç -olmasını da engellemiştir. Yani bir yandan varlığını korumuş, diğer yandan da ayak bağı olmuştur. Bu Kürt paradoksunun iyi anlaşılması gerekiyor. Aşiret kavgaları, kan davaları, bir diğer aşirete karşı güçlenmek için işgalci güçlerden yardım ve destek almak, yani dolayısıyla egemenlik altına girmek gibi birçok aşiretsel davranış Kürtlerde ihanet olgusundan ne anlaşıldığını da sorgular hale getiriyor. “Aşiretler kabile topluluklarının bir nevi federasyonu olarak daha da önem taşımışlardır. Varlıklarını büyük oranda köleci uygarlıkların saldırıları karşısında kazanmışlardır. Yok olmamak için birleşme ve direnme ihtiyacı aşiret örgütlenmesini doğurmuştur. Ancak: “Dağdaki köy ve komlar ne kadar özgürlük alanları olmuşsa, kentler de o kadar yabancılaşma, işbirlikçi olma, köleleşme ve asimilasyona uğrama alanları olmuştur. Köy–kent ayrımı, bu temelde toplumu da derinden etkilemekte ve ayırmaktadır. Bu temel ayrışma gelecekte de Kürtlerin temel ayrımı olarak kalacak ve günümüze kadar varlığını sürdüren bir sosyal ayrışmadır. Dağdaki özgürlükçü Kurmanc ve kentteki etnik işbirlikçi ve aristokrat kesim Kürt etnisitesinin halk-egemen ikiliğini oluşturacaktır. Yine, Başkan Apo: “Kürt etnisitesi ne kadar özgürse aristokrasisi o kadar silik ve işbirlikçidir. Bu temelde sınıflaşma çarpık ve soy inkârcılığıyla iç içedir. Bir Grek, Roma, Pers aristokrat sınıfı Kürt toplumunda öne çıkamamaktadır. Daha çok hakim aristokrasilerin içinde, onlara özenerek şekillenmektedir. Kraldan çok kralcı nitelemesi Kürt işbirlikçiliği için kullanılabilir. Bir Roma aristokrasisi, hatta Sümer, Mısır benzeri bir devlet sınıfı doğsaydı, şüphesiz Kürdistan’daki toplumsal gelişme farklı olurdu. Kürtlerdeki aristokrasi ayrışması bir sınıf olma özelliğinden çok işbirlikçi karakterde bir gelişmedir demektedir.
İhanet olgusu, Kürt toplumunun tarihinde çok da istendiği ve tercih edildiği için değil toplumsal oluşumundan kaynaklı olarak, bir nevi kendi iç örgütlenmeleriyle bağlantılı bir şekilde, tâbî bir gelişme trendi olarak yaşanmıştır. İhanet bir seçme ya da intihap sorunu olmayınca, kendine karşı duruş, yani ihanet etmek de çok zor olmamıştır. Sınıf mücadelelerinde çokça görüldüğü gibi ihanet etmek, öyle sanıldığı gibi çok planlı başlayan bir süreç değildir. Tersine bireyin karakteri ve özellikleri, bireyi adım adım doğduğu uygarlık özelliklerine çeker. Bir kez bu uygarlık kirlerine bulaşmaya görsün, peşinden gidecek olan kendi davasından hızla uzaklaşmaktır. Çoğu zaman bu durumu yaşayan bireyler, yaşadıkları ihanet durumunun farkında bile değillerdir.
Kürt Halkı’nın çıkarlarını savunan, onun saflarında yer alan bir kişinin bir diğer gün düşman saflarında olması hep şaşkınlıkla karşılanmıştır. Ancak sürekli olarak, bunun sebebinin anlaşılmadığı da belirtilmiştir. İşte tam da bunun baş sebebi geri aşiret formu, kabile, aile yapılanması ve bağlarıdır. Çok sayıda aşiret ve kabilenin olması, dış istila ve coğrafik yapının etkili rolü ile birleşince birlik sağlanamamıştır. “Çok ve çeşitli kabile ve boyların bulunduğu ülkelerde güçlü, sağlam devlete az rastlanır der İbn-i Haldun, Mukaddime Kitabı’nda. Nedeni açıktır, Başkan Apo’nun belirttiği gibi: “Kabilelerin komünalliğe yakın bir yaşamı vardır. Kabile ahlaki ve politik toplumun en güçlü yaşandığı toplum biçimlenişidir. Kabilelerin her zaman klasik uygarlıkların amansız düşmanları olarak görülmeleri, ahlaki ve politik toplum özellikleriyle bağlantılıdır. Ayrıca fethedilip denetim altına alınmaları mümkün değildi ya yok olurlar ya da özgür kalırlardı. Fakat zamanla yozlaştıkları görülmüştür. İşbirlikçilik yapanlar aile içinde olduğu gibi kabile içinde de hep olumsuz rol oynamışlardır.
‘Kaderci’ bakış açısına sahip insan, her zaman kendini yenende bir üstünlük bulunduğuna, dolayısıyla ona boyun eğmesi gerektiğine inanır. Ya da ona boyun eğmenin, onun doğal yengisinden ileri geldiğini ve onda üstün bir yetkinlik bulunduğu yolundaki yanlışa kapıldığı için buna inanır. Düşünce ve inancını bu yanlışa bağlayınca, artık yenenin tüm yol ve yöntemlerini benimser. Ona uymaya çalışır. Başkalarına boyun eğme huyu olarak ele alabileceğimiz bu aşağılık kabullenme, Kürt aşiret yapılanmasının bir karakteristik özelliğidir. İçe kapanma, dar aile, kabile ve aşiret sınırları içinde büzülme, dış baskıya boyun eğme durumları yaşanınca, iç çatışmalarla kendini deşarj etmeye çalışmıştır. Aşağılık duygusu ve boyun eğme, milli duyguların gelişmemesini de beraberinde getirmiştir. Sadece bu da değil. Bir taraftan içe dönük bir karakter gelişirken, sıkışmışlıktan kaynaklı olarak, bu kez bu duruma düşürülen birey içerisinde yer aldığı topluma karşı agresifleşerek yaşamını sürdürecektir. Kürt’ün çoğu zaman sekter, dar, asabi ve en küçük tahrik karşısında yumruklarını sıkması başka nasıl izah edilebilir ki? Çokça söylendiği gibi “tez canlı insanlarız ifadesi, bu travmatik duruma yeterli bir cevap olamaz. Tam aksine birey ve toplumda yaşanan söz konusu bu ruhsal sıkışıklık bir nevi bu türden bir asabiyetle, duygusallıkla ve tepkisellikle kendisine bir savunma mekanizması yaratarak korumaya alıyor.
Bulduğu psikanaliz yöntemiyle, bireyin ve toplumların sosyolojik gelişim seyirleri içerisinde ruhsal ve duygusal çözümlemelerini yapan Avusturyalı psikanalist Sigmund Freud, iktidar despotizm ve her türden baskıcı egemenlik türlerinin altında yatan ailesel baba figürüne ilişkin çarpıcı örnekler vermektedir.
Örneğin ailede otoriter zorbacı bir baba vardır. Bu ailede kadın, kız bir de erkek çocuk bulunuyor. Baba herkesi ezmektedir, bastırmaktadır. Öncelikle erkek çocuk ciddi rahatsızlık belirtir. Kız kardeşi ile durumun çekilmezliğini tartışır. Kız kardeş de aynı düşüncededir. Babayı vurmayı yani öldürmeyi kararlaştırırlar, ancak güçlerinin yetmeyeceğini anladıklarında, annelerinin de ezildiğini, ona söylenmesinin olumlu olacağının kanaatine vardıktan sonra annelerine de meseleyi açarlar. Anne de kocasından çok rahatsızdır. Ortak karar alarak, baba gece yarısı yatarken öldürülür. Kim evin reisi olacak konusu gündeme gelince, ataerkil sistem de evin genç erkeği yani evin erili, evin reisi olarak belirlenecektir. Ancak yaşanacak tablo eskisinden daha zorbaca bir despotizmdir. Yağmurdan kaçarken, doluya tutulmuşlardır. Yaşanan şudur: Bilinçaltından babanın otoritesine hayran olan çocuk, bu otoritesinin uygulama zemini bulamadığı için babaya tepkileşir. O düzeyde bir tepkileşme ki, katledecek bir nefrete kadar bu beslenir. Ancak bilinçaltındaki bu hayranlık yetkiyi ele geçirince, babadan daha pervasızca bir otorite ve yetki kullanımına götürür. Nedeni ise, babanınki bir gerçek ve orijinalite iken oğlun ki daha çiğ ve kopyası olur. Bu da daha amansız bir pervasızlığı beraberinde getirir. Bu sonuç, akıllara aynı M. Bakunin dediği “en demokrat adamın başına iktidar tacını giydirin, yirmi dört saat içinde en alçak bir diktatör olacaktır sözünü getiriyor.
Aynı şekilde Freud’un, “Musa adlı kitabında, Yahudi kavminin önceleri nasıl Musa’ya bağlandığını, sonradan onu nasıl katlettiklerini ve yine aynı eksende daha sonradan da, onu nasıl kutsallaştırarak kendilerini affettirmenin yolu olarak da yüceleştirdiklerini çok çarpıcı bir biçimde anlatır. Musa Olayı’nı aydınlatırken, psikanaliz yöntemiyle toplumdaki bireylerin nasıl ikili karakter taşıdıklarını da ispatlamaya çalışır.
Başkan Apo da benzer vakaları açarken özgürlük mücadelesi içerisinde komünal yaşamı despotça tavırlarıyla bozan kişilikleri ‘’ev içindeki devletçik’’ ya da ‘’imparator maketi’’ biçiminde tanımlayarak, çözümleyip bu olguyu aydınlatmaktadır.
Bilindiği üzere, insanlığın evriminde kan bağına dayalı ortak bir anadan gelen soy ya da gens olarak da adlandırılan tarihin ilk kolektif birimleri olan bu örgütlenme biçimi, klan ve kabile örgütlenmelerinin de temelini oluşturur. Kabile bir kaç gensin birleşmesinden meydana gelen, birbiriyle kan bağı ile bağlı olan bir topluluktur. Klanı ise Başkan Apo, toplumsal doğa bağlamında oluşum-dil-ahlak kavramları temelinde nasıl belirleyici bir kolektif birim olduğunu şu şekilde dile getirir: “Toplumsal doğa yaşamının yüzde 98’ine yakınının klan toplumu dediğimiz 25-30 kişilik birimler halinde süregeldiğini bilmekteyiz. Klanı toplumun kök hücresi olarak tanımlayabiliriz. Klan toplumu süreç içinde oluşan aile, kabile, aşiret, kavim ve ulus toplumunun tümünde hücre farklılaşmasına benzer biçimde yaşamını halen sürdürmektedir. İster işaret dili ister simgesel dil halinde bulunsun, temel toplumsal doğa tanımımıza göre klan ahlaki ve politik bir toplumdur. Elbette klanda var olan ahlâk ve politika çok basittir, ama önemli olan var olmasıdır. Basitlik önemi ortadan kaldırmaz, tersine önemin önemini kanıtlar. Hatta denilebilir ki, ahlâk en güçlü ifadesini klan toplumunda yaşar. Âdeta içgüdünün ifadesi rolündedir. Ahlâka göre yaşamak varoluşun olmazsa olmaz koşuludur. Ahlâkını yitiren klan dağılmış, dağıtılmış veya yok edilmiş klandır. Ahlâkın basit kurallarla ifade edilmesi ancak yaşamsallığına yorumlanabilir.
Kabilenin ise daha çok ekonomik bir temeli vardır. Kabile, üretim ve geçim zorluklarından ortaya çıkmıştır. Kolektif çalışma ve üretim araçlarında sosyal mülkiyete sahip olan kabilenin, bir diğer işlevi de savunmadır. Bu örgütlenmeler insanlığın doğal gelişiminin bir sonucu olarak, binlerce yılı bulan bir gelişim sürecinin sonucudur. Başkan Apo daha somut olarak kabile için: “Üretim ve savunma için gerekli toplumsal birlik sadece kan bağına dayanmaz. Çekirdek toplumdur. Komünaldır der. Aşiretler ise birçok kabilenin ortaklaşmasından ve birleşmesinden vuku bulan ve bir soydan yani babadan geldiğine inanılan, kandaşlığa ve hısımlığa dayanan yerleşik ve göçebe topluluklardır. Aynı dili konuşur, aynı geleneklere veya ortak kültür vasıflarına sahiptirler.
Dış güçlere karşı duyulan tepki sonucunda aşiretin yaşayabilmesi için kendi içindeki şiddetli birlik ihtiyacı, kan bağının güçlendiriciliği ile birleşince, kendi içinde ciddi bir ayrışmayı da engellemiştir. Yani aşiret içi çelişkiler, dış nedenlerden dolayı gelişmemiş ve giderek gecikmiştir. İç çelişkileri belirginleşmeyen bu toplumsal organizasyonlar, ileriye doğru evrilemediler. Bu da yukarıda izah edildiği gibi, içe büzülmeye neden olan diğer bir faktör olmuştur. Ezene karşı ezilen, sömürüye karşı sömürülen bilinci oluşamamış olup her aşiret üyesi aşiretinin şeceresiyle övünür hale gelmiştir. Sonuç olarak, üyeler aşiret reisine daha çok bağlanarak toplumsal bir kütle haline gelmiştir.
Güncel bir örnek vermek gerekirse bir Türkiye Cumhurbaşkanı kendisine, daha doğrusu şeceresine yapılan bir hakaretten dolayı nasıl da hemen şeceresini ta 1000 yıl geriye götürebiliyor. Bu aşiretinden-ailesinden duyulan gurur kaynağıdır. Toplumsal gelişim ufku geniş olmayınca öne çıkan ve gururu okşayarak bireysel bir tatmin sağlayan aile-aşiret şeceresidir. Özcesi Aşiret Kültürü’dür. Burada travmatik bir durum teşkil eden durum, tarihin bu aşamasında zihinsel ve ruhsal olarak dogmatik bir şekilde takılıp kalınmasıdır.
Halbuki, tarihte çok ileri düzeyde bir rol oynamış olan aşiret yapıları, süreçle birlikte uygarlık ilişkileri ve saldırılarıyla eritilerek, yukarıda dile getirilen bir duruma getirilebilmişlerdir. Başkan Apo: “Aşirette ortak zihniyet ve örgütsel birlik esastır. Uzun bir tarihsel geçmişi ve kültürü beraberlerinde taşırlar. Ulus kültürlerinin ana kaynağı durumundadır. Üretime katkıları da küçümsenemez. Kolektif toplumsal yapıları karşılıklı yardımlaşmayı esas kılar. Aşiret ve kabile topluluklarında komünal ruh güçlüdür. Ulusal karakterin yapıcı unsurlarındandır derken dile getirmek istediği tarihte aşiretin oynadığı rol olmaktadır.
Aşireti tanımlamaya çalışmışken, kısaca tarihte yaşanmış olan Konfederasyonlara ve Etnisite olgusuna da değinmek gerekir.
Konfederasyonu en geniş manada şu şekilde tanımlayabiliriz:
“Farklı nitelikteki ikiden çok yapının bir araya gelmesi ile oluşan çoklu siyasal yapıya denilmektedir. Bir araya gelen her bir ünite bağımsızdır. Bu bağımsız ünitelerin ortak amaçlar için ve gönüllü anlaşmalara dayanarak bir araya gelmesi ile oluşan yapılanmaya konfederasyon denilmektedir. Burada tek bir üniteden bahsedilemeyeceği gibi nitelikte ikiyi aşmayan üniteleşme de söz konusu değildir. Artık çoklu yapı söz konusudur. Bir araya geliş tüzel kimliklerin kaybolmasını doğurmaz. Söz konusu Aşiret Konfederasyonu ya da Konfederasyonları olunca birçok aşiretin bir araya gelmesini, öncelikli olarak dışarıda gelebilecek saldırılara karşı savunma amaçlı, geniş kabile ve aşiret yapılarının bir araya gelmesi olarak da tanımlamak mümkündür.
Etnisite ise sosyoloji sözlüklerinde şu şekilde tanımlanır:
“Tarımsal devrim etnisite için varlık koşuludur. Bu devrim olmadan klan aşılamaz. Klan toplumu ise geniş aileyi aşmaz. Bu yüzden geniş bir dil oluşturamazlar. Dilin gelişimi üretimi, üretimin gelişimi toplumsallığı geliştirir. Etnisite tarım devrimini yaparak yerleşik köy yaşamına geçmiş, toplumsallığı bir üst aşamaya sıçratmış, dil ve kültür birliğini oluşturan kabilelerin bir araya gelmesinden oluşur.’’
Kürdistan tarihinde ihanet ve kahramanlıkları ele alırken, toplumsal tarihin ve gerçek sosyal bilimin ulaştığı kavramsal ve kuramsal düzeyi dikkate alarak, kırk yıllık destansı özgürlük mücadelesi pratiği özgülünde yeni bir paradigma ortaya koyan Başkan Apo’nun düşünsel ufkuna bağlı kalmaya çalıştık. Büyük Alman Şairi ve Filozofu Goethe’nin deyimiyle söyleyecek olursak: “Üç bin yıllık geçmişinin hesabını yapmayan insan, gündelik (günü birlik) yaşayan insandır. O halde günübirlik olmamak için, üç bin yıllık tarihin çok ötesine geçerek kendi köklerimizi o tarihlerde arayıp bulmak önemli bir yurtseverlik görevi ve insan olma duruşu olacaktır. Eğer tarihi, “insanın kendisini tanıması ve kendini bilmesi için olduğunu söylüyorsak, tarih bilincinden yoksunluğu ise, R. G. Collingwood’un deyişiyle: “İnsanlar ve toplumlar işaretlenmemiş bir zaman denizi içinde yalpalayıp durmak zorunda kalırlar bilinciyle, tarihi hem canlı hem de coşkulu bir şekilde yaşamamız gerekmektedir.
ŞEHİT KASIM ENGİN
YORUM GÖNDER