TARİH ŞİMDİDİR-KÜRDİSTAN TARİHİNE ÖZLÜ BİR BAKIŞ (6.BÖLÜM)
3. Pers Magamonisi ve Kürdistan’da İşgaller Süreci;
Akamenitlerin öncülüğünde Kürtler yani Medler, sistemin içerisinde ikinci güç olarak yerlerini alırlar. Medlerin özel statüsü hep devam eder. Medler de kendilerini çok ayrı görmezler. Ne de olsa aynı soydandırlar. Olup biteni bir hanedanlığın el değişimi olarak görmek mümkündür.
Herodot’tan öğrendiğimiz kadarıyla Kambyses’in Mısır işgali sırasında ölmesi, Med Mag’larının –ki bunlar etkilidirler-büyük bir hareketlenmesine yol açar. İktidarı ele geçirme çabaları Pers üst sınıfının sert direnciyle karşılaşır. Tarih, Gomata adında bir Mag’ın iktidarı çok “sinsice ele geçirmek istediğini yazar. Ancak olup biten yalnızca bu değildir. Asıl gerçekleşen durum, krallık içerisinde çok etkin olan Magların-ismi ne olursa olsun-en etkili Mag’ın önderliğinde direnişe geçerek tekrardan kendilerinin olan iktidarı ele geçirmek istemeleridir.
Darius’un öncülüğündeki Farsların etkili aileleri bir araya gelerek sarayda başat olan Mag etkisini kırmak için harekete geçerler. Fars tarih belgeleri, bu olayı Mag komplosuna karşı mücadele olarak ele alsalar da, muhtemelen olup biten bu değildir. Kambiyeses Mısır seferine çıkarken, Perslere güvenmediği için kendi yerine Medli kâhin Patizetites’i bırakır. Patizetites ise, Mag olan Gomata Pasagarda’yı kral ilan ettiğini söyler. Mısır dönüşünde Kambiyeses ölünce, yerine Gomata tam kral ilan edilir. Buna karşı olarak M. Ö. 522 ya da 521 yılında Darius öncülüğünde Perslerin ileri gelenleri, acımasız bir katliam başlatırlar. Medlerin kâhinlerini, Magları, aydınları, aristokratları ve ne kadar umut vaat eden bireyleri varsa, hepsini katliamdan geçirirler. Esasta Maglar karşısında küçüklük kompleksini yaşayan Pers egemenlerinin, iktidarı kaybetmeme hırsından ve yaşanan farklı komplekslerinden dolayı bu tasfiye yaşanır. Bu kompleksin üstünü örtmek için bu kez Pers Kralı Darius, M.Ö. 515 yıllarında Taqustan (Bestun Dağı) dağında yüksekçe bir yere, tarihi ters yüz eden, çarpıtan öyküsünü kayalara kazır.
Sonuçta tüm Maglar katliamdan geçirilir. Denilebilir ki, Medlik bilinci ya da Kürtlük bilinci ve ona öncülük edebilecek tüm entelektüel ve aydın zihin katledilir. Arta kalanlar, bugünkü İran’ının içleri diyebileceğimiz sahaya sürgün edilirler. Çok az sayıda Mag, Medya’ya kaçabilir. M.Ö. 522–21 yılında gelişen bu katliam, Kürtlerin gerileyişinin de tarihidir aynı zamanda. Bu katliamı, Kürtler açısından bir felaket olarak ele almak yerinde olacaktır. Aydın zihinlerin, kendisi olabilecek zihinlerin acımasızca tasfiye edilmesi yutulacak lokma değildir. Bu Magamoni ya da Magofoniya’yla birlikte-bu katliamı her zaman zihinlerde diri tutmak için Persler, özenle kutlanan bir bayram olarak ele almaktadırlar-Medler düşünsel ve siyasal olarak tarih sahnesinde silinmiş olacaklardır. Ve bu olaydan sonra, Medlerin giderek askerliğin vurucu gücü olarak kullanılmaya başlandığı bir süreçle karşı karşıya kalacağız. Kürt, o gün bugündür hep başkasının askeridir. Kendi askeri olamamıştır. Olmayı bir türlü düşünemez olmuştur. Beyin yok edildikten, tasfiye edildikten sonra vücudun diğer organlarını yönlendirmek tarihte çokça görüldüğü gibi nede olsa çokça görülmüştür.
Bu noktada bir parantez açmamız gerekirse kendim birey olarak her zaman bir yoldaşımızın “sanki biz Kürtler çokta Medlerden gelmemişiz gibi sözünün peşine takılmışımdır. Medlerin oldukça düzenli, disiplinli, beyin adamları olduğunu Herodot bize söylemektedir. Ve Medlerin etkili oldukları yıllarda-adeta tüm coğrafyanın-Medlere özendiklerini de pek çok tarihçi aktarmaktadır. Peki, nasıl olur da aynı gen yapısına sahip olması gereken bir halk, bu denli kendi dokusuna ters düşebilmiştir? Bu soruyu yıllarca durmadan kendime sormuşumdur. Medlerin aksine Kürtlerin dağınık, keyfi, disiplinsiz, birlik olmayan, her zaman başkasının adamı olan bu durumu nasıl ortaya çıktı? Hangi olay ya da olaylar buna yol açtı? İşte bu soruların cevabının yukarıda anlatılan Magamoni de saklı olduğunu düşünüyorum. Magamoniyi çözen bir Kürt’ün, kendisi olabileceğine içtenlikle inanıyorum.
Bu dönemde Medler, tarihlerinde en çok işgal edilecekleri bir sürece doğru yuvarlanmaktadırlar. M.Ö. 550’den- M.Ö. 330’a kadar Persler, M.Ö 330’lardan- M.Ö. 64’lere Yunanlılar, M.Ö. 250’lerden- M.S. 216’lara Partlar, M.Ö 64 yılından- M.S. 1000 yıllarına kadar Romalılar ve de M.S. 3. yy’lardan 700’lü yıllara kadar Sasani’ler tarafından Kürdistan hep işgal altındadır. Kürdistan hep savaş alanıdır. Biraz daha detay vermekte yarar olacaktır.
Özgün bir olay ve önemli bir tarihi belge olması itibariyle de Anabasis kitabında Ksenephon tarafında ele alınmış olan, Yunanların Kürdistan’dan geçişlerini ve o günlerin yansıyan Kürt karakterini görmek ilginç olacaktır.
Persli Genç Kiros, kardeşi Artakserkses’i tahttan indirmek amacıyla, Miletos’u Tissaphernes’in elinden almak bahanesiyle asker özellikle de paralı asker toplar. Kendi ülkesinde büyük krala kızan kardeş Kiros, Yunanlılara dayalı paralı bir ordu kurarak, İran’a dönecek ve Yunanlıların desteğiyle tahtı ele geçirecektir. Plan budur.
Uzun bir yürüyüş yapılır. Ege, Akdeniz kıyıları derken bugün Suriye diye bildiğimiz topraklara ve ardından Babil, yani bugünün Irak’ına ulaşılır. Kunaksa savaşında Yunanlılar, karşılarındaki düşmanın zorlanıp geri çekilmesini sağlarlar. Fakat krala saldıran Kiros, bir mızrak yarası alarak ölür. Ve Ortadoğu’da, Yunanlılar bir başına ve öncüsüz kalırlar. Pers kralı Yunanlıların teslim olmaları durumunda af edileceklerini söylese de, Yunanlılar Perslere güvenmediklerinden silahlarını bırakmazlar. Ksenephon, savaşa bir yazar olarak katılmış olsa da, kendisini ansızın Yunan kuvvetinin komutanı olarak bulur. Ve Yunanistan’a geri dönüşlerini “Onbinler’in Dönüşü yani “Anabasis olarak kitaplaştırır. Ksenephon M.Ö. 430 ile 355 yılları arasında yaşadığına göre, olup biten tarih muhtemelen M.Ö. 400’lü yıllardır.
Persleri savaş hileleriyle atlattıktan sonra, bize daha yakın olan topraklara, yani Kürdistan’a kadar gelirler. Bugünün gözü ile ele alacak olursak muhtemelen Garê’den girerek ya da Garê’den sıyırarak, Zap vadisine inerler. Buradan başlayarak Kürdistan’ın en sert coğrafyasına dalış yaparlar. Herhangi bir yol ve iz bildikleri yoktur. Kuryeleri de olmayınca, bildikleri tek yolu deneyerek o da savaşa savaşa ana ülkelerine dönmeye çalışırlar. Geldikleri yollardan gidemezler, çünkü yollar Persler tarafından tutulmuştur. Kürdistan’dan çarpışa çarpışa, vuruşa vuruşa geçerler. Ksenephon olup bitenleri detaylı olarak kaleme alacaktır. ‘Onbinler’in Dönüşü’, biz Kürtler açısından zamanında Kürt, Kurdienne, Karduk (Sümerce yiğit, cesur anlamında) kelimelerinin geçmesinden dolayı önemli bir belge olagelmiştir. Bir yerinde Ksenephon “Acemler onların yiyeceklerini (Yunanlıların) köylerden aldıklarını görünce, köyleri ateşe verdiler. Ksenephon köyleri yakılan köylülere yardım ederek, köylerin yakılmasına meydan vermiyordu. Ancak Hisrof o düşüncede değildi. Yunanlılar da Hisrof’un düşüncesine katılarak, Kardukların köylerini yakmaya başladılar diye yazacaktır. (Anabasis) Yine Ksenephon, Kardukların savaş yetenekleri hakkında ise şöyle diyecektir: “Onlar ok atmada hedef şaşırmazlardı ve yayları hemen hemen üç, okları ise iki dirsekten fazla uzunluktaydı. Okları kalkan ve zırhları delip geçiyordu diyerek Kürtlerin karakterlerini ne kadar iyi tespit edebildiğini göstermektedir.
Bu ilk belgeli anlatımın örnekleri, daha sonra Kürtlerin her isyanında ya da direnişinde kaçınılmaz kaderi gibi olacaktır. Kürdistan’da çatışan yabancı güçlerin hepsi de, Karduk köylerini yakmışlardır.
Özelde Pers memleketinden kurtulduktan sonra Kürdistan’ın sert coğrafyasına kendilerini vurmak zorunda kalan Yunanlılar, karşılarında hiçte düzenli olmayan savaşçı aşiretler bulmaktadırlar. Daha ilginç olanı, bu insanlar gündüz saldırmıyorlar, toplu yönelmiyorlar ve düz çatışmıyorlar. İzledikleri yöntemlerden bir tanesi yol güzergâhlarına taş yağdırmaktır. Arazinin sert yerlerine yerleşik olan bu insanlar, nerede hangi taşı yuvarlatacaklarını iyi bilmektedirler. Bir diğer yöntemleri, boğazlarda pusu atmaktır. Ya da ana güç geçtikten sonra, son kalan birkaç ağır teçhizatlı ya da yürüyemeyen birkaç hantalı avlamaktan çekinmemektedirler. Bir bakıyorsunuz bu insanlar gündüzün en kavurucu sıcak saatlerinde saldırdılar. Bir bakıyorsunuz yatarken sızma yaptılar. Bir bakıyorsunuz Yunanlıların geçtiği güzergâhları tam terk ederek, boşaltarak, kuyuları kurutarak, otlakları ve köyleri yakarak hep Yunanlıları bir akrep gibi sokmaktadırlar.
Ksenephon, “Karduk ülkesini yedi günde geçmişlerdi. Bu yedi gün içinde bir an olsun silahlarını ellerinden bırakmamışlardı. Bu yedi gün içinde gördükleri azap ve işkenceyi acem kralı ile giriştikleri savaşta, Kiros’un öldürülmesi sırasında görmemişlerdi diye yazacaktır.
Kürdistan’ın nasıl viraneye çevrildiği, Büyük İskender’in Doğu’ya yapacağı seferinde daha çıplak bir şekilde görülecektir.
Makedonyalı Büyük İskender (Alexander, İ. Ö 20 Temmuz 356–10 Haziran 323), İllirya (Arnavutluk) seferinin ardından 30 bin piyade ve 5 bin kadar süvari ile Perslerin elinde olan Anadolu’ya (Anatolia, Grekçe, Güneşin Doğduğu Ülke) yürümüş ve İ. Ö 334–333 yıllarında Küçük Asya’nın batısını fethetmiştir. Ardından M.Ö. 331 yılında Pers Ordusu’nu bugünkü Osmaniye civarlarında yenerek tüm Akdeniz kıyılarını, Mısır’ı ve Mezopotamya’yı fetheder. Pers Kralı, İskender’in önünden kaçmaya çalışsa da Erbil-Gaugemele’de (muhtemelen Çemçemal’dır) yeniden yenilgiye uğratarak şehri alır. Ve Sus şehirlerini aldıktan sonra Perslerin son Akhemenit Kralı Darius’u III yakalayarak öldürür. Pers İmparatorluğu’nun merkezi Persepolis’e girer ve Pers Krallığı tarihe karışır. 400 yıllık dev bir kültürün tüm belge ve metinlerini, Zerdüştlük ile ilgili her şeyi ateşe verir. Sonradan ortaya çıkacak olan Zerdüşti belgeler, o yıllarda Hindistan’a kaçırılarak kurtarılan arşivlerdir. Çokça bahsedilen İskender’in aydın bir kişiliğe sahip olması yalnızca kendisi içindir. Bir coğrafyada şekillenmiş bir topluma tümden mal olmuş tüm değerli aydınlanma belgelerini yakma ve imha etme edimleri, tüm işgalcilerin ortak birer özelliği olarak hep kalacaktır. Kürt Halk Önderi Öcalan: “Asıl gelişim kaynağını bu kültürde bulan Helen Kültürü, İskender’le Bu topraklarda insanları karınca gibi ezerek bir sentez oluşturdu derken ifade ettiği gerçekliğin kendisi budur. O çokça anlatılan Napolyon Bonaparte da Mısır’ı fethetmeye giderken, toplarının ne kadar etkili olduğunu göstermek için Firavun anıtlarını toplarına hedef seçmemiş miydi?
Pers topraklarına bütünüyle hakim olan İskender, iktidarını sağlamlaştırmak ve birleşik bir devlet oluşturmak amacıyla 10 bin askerini İrani kadınlarla evlendirmiştir. Akhemenit İmparatorluğu’nun İskender tarafından yıkılmasıyla birlikte, Kürt Halkı’nın veya onların atalarının da içinde olduğu İran dünyasında yaklaşık 200 yıl sürecek Helen (Grek) yönetimi dönemi başlamıştır. Grek ismi yerine, Perslerin Yunan demelerinin bir anlamı vardır. “Yunan kelimesi Persler tarafından vahşi ve barbar anlamına gelmektedir. Ve Greklerin yaptıkları gerçekten de azımsanmayacak tahribatlardır. Özelde Zerdüşti Kültürü’nün devasa arşivlerinin özenle yakılıp yıkılmalarının Yunanların marifeti olduğu, tüm tarih belgeleri tarafından kaydedilmiştir.
Sonuç olarak Doğu ile Batı’nın birbirlerinden etkilenmesi ile sonuçlanan bu sefer, Kürdistan’ın yıkımını getirirken, daha sonra Avrupa Kültürü’nün temelini oluşturacak olan Helenistik kültürün de doğmasına neden olmuştur.
Makedonyalı İskender, bazı Orta Asya ülkelerini, Afganistan’ı ve Hindistan’ı da zapt ettikten sonra geriye döndüğü Babil’de İ.Ö 323 yılının yazında ölmüştür. Ancak Kürdistan’ın işgali daha da derinleşerek sürdürülecektir. Çokça dile getirilmesine rağmen İskender’in kendisi Kürdistan’da kendisini Katolara vurmamıştır, yine Kuzey Kürdistan’ın Zagros dağlarına da kendisini vurmamıştır. Yunanistan’da geliş güzergahı bellidir. Akdeniz kıyılarında aşağıya yani güneye Mısır’a kadar inmiş oradan tekrar Babil, Çemçemala derken Ranya ve oradan da Doğu Kürdistan’da bulunan Zagrosları aşarak Persopolis’ten Afganistan üzerinden Hindistan’a geçmiştir. Dikkat edilirse bizatihi İskender Kürdistan’ı sıyırıp geçiyor.
İskender’in ölümünün ardından ele geçirmiş olduğu topraklar dört generali tarafından paylaşılmıştır. Bunlar Seleukus, Ptolemy, Triparadisus ve Perdikas adındaki komutanlardır. Bunlardan Babil Satrap’ı olan Seleukus (Seleucus), daha sonra Mezopotamya’yı, Filistin’i, İran topraklarının çoğunu ve Anadolu’yu ele geçirmiştir. Başkentleri Antakya’dır. Geniş bir alana hükmeden, Grekçe konuşan Makedonyalı aristokratlar tarafından yönetilen ve hâkimiyet alanında Grek Kültürü’nü nüfuzlu duruma getiren Seleukid İmparatorluğu’nun İran hâkimiyetine Kuzeydoğu İran’dan gelip İskitlerle akrabalığı olan, İrani bir dil konuşan ve İrani bir halk olan savaşçı Partlar son vermişlerdir. Tarihte bilinen Kleopatra isimli Mısır kraliçesi bu hanedanlığın soyundan geldiğini tarihçiler belirtmektedirler.
Part Kralları, İ.Ö 247’de ayaklanmışlar ve kendi sülalelerinin iktidarını kurmuşlardır. Bunlar aynı zamanda Aşkani olarakta bilinmektedirler. Çıkış coğrafyaları Kuzeydoğu İran’dır. Ari bir halktır. Başkentleri Ktesiphon’dur. Dilleri Aramice, dinleri Zerdüştlüktür. “İran’ın tamamı, Ermenistan, Irak, Gürcistan, Kürdistan, Suriye’nin doğusu, Türkmenistan, Afganistan, Azerbaycan, Tacikistan, Pakistan, Kuveyt, ayrıca Suudi Arabistan’ın, Bahreyn’in, Katar’ın ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Basra Körfezi’ndeki kıyılarına kadar uzanan bir imparatorluk kurmuşlardır. Seleukid İmparatorluğu’nu batıdan da Romalılar kemirmişlerdir. Seleukidlerin Filistin-Suriye yöresinde kalan son etkileri de İ. Ö 64’de Roma’nın bölgede kurduğu kesin hâkimiyetle son bulmuştur. Ancak Kürtlere ya da Kürdistan’a olan yine olmuştur yıkım, işgal ve talan!
M.Ö. I. ve II. yüzyıl arası Kürdistan’da Part, Selefkoslar ve Romalılar arasındaki hâkimiyet mücadelesiyle geçmiştir. Partlar kuzeyden Kürdistan’a doğru yayılırken, Kürt aşiretleri Medya satraplığı altında toplanmıştır. Yerine göre Partlar ve Romalılara yardım eden Kürtler, savaşta en çok zararı görenler olmuştur. Partların Kürdistan’a doğru hareketi sırasında Romalıların denetiminde olan Kürtler, Partlarla birleşerek ilk önce Romalılara karşı savaşırlarken, daha sonra Romalılarla birleşmişlerdir. Bu uzun savaşlar sırasında Partlar Kürdistan’a hakim olmuşlardır. Part’lar M.Ö. 80’li yıllarda doğuda İndus Nehri’nden Pakistan’a, Afganistan’dan Türkmenistan’a, Tacikistan’a ve batıda Gürcistan’a, Ermenistan’a, Anadolu’nun doğusuna ve tüm Ortadoğu’ya dek hükmetmişlerdir. Part ağır süvarileri Romalıların “baş belası olmuştur ve Partlar Roma İmparatorluğunu dengeleyen büyük bir güç olarak uzun yıllar varlıklarını sürdürmüşlerdir. M.Ö. 224 yılında Partlarla Sasaniler arasındaki savaştan sonra, Kürdistan’daki Part hâkimiyetine son verilecek ve Kürdistan Sasani devletinin denetimine girecektir.
Ermeniler M.Ö. 190 ile M.S. 458 yılları arasında benzer bir şekilde bu topraklarda varlıklarını sürdüreceklerdir. Ermenilerin kendilerini Armania olarak isimlendirdiklerini Kermanşah’ta bulunan Taqustan yazıtları bize söylemektedir. En etkili kralların Tigran olduğunu da bizlere aynı yazıtlar söylemektedir. Yine Ermeni halkı kendilerine Hay ya da Hayk demekte, ülkelerine ve yaşadıkları topraklara ise Hayistan dedikleri de bilinmektedir.
Sasani iktidar yılları son Part İmparatoru Artabanos V.’e karşı ayaklanıp, M.S. 226 yılında Sasani İmparatorluğu’nun temellerini atan Ardaşir I ile başlar. Ardaşir, halk “kahramanı Sasan’ın soyundan gelir. Sasani İmparatorluğu adını eski bir isyancı olan bu “kahraman Sasan’dan alacaktır. Hakkında kesin bilgiler olmamakla birlikte Sasan, Part İmparatorluğu içinde vassal (bağımlı, köle) bir krallık olan Pers ülkesinde lokal bir yönetici olup bağımlı bir prensti. Başlattığı isyan başarısızlığa uğrayacaktı ama oğlu Babak (veya O’nun soyundan gelen Babek) isyanı sürdürecekti. Babak’ın oğlu Ardaşir I başkaldırıyı zafere ulaştıracak ve Pers imparatorluğunun bir mirasçısı olarak, Sasani İmparatorluğu’nun temellerini atacaktı. Aynı hükümdar, Zerdüştiliği imparatorluğun birleştirici resmi devlet dini haline getirmiş ve Sasani döneminde dinin rahipleri çok büyük iktidar sahibi olmuşlardır. Zerdüşti metinler yeniden derlenip Pehlevi ya da Pehlevi dili ile yazılmaya başlanmıştır.
İmparatorluğu M.S. 241–272 yıllarında yöneten Şapur (Ardaşir I.’in oğlu), Akhemenit sülalesinin iktidar alanlarına yeniden sahip olma düşüyle, batıda Roma İmparatorluğu’na karşı hiç bitmeyecek olan savaşları başlatmıştır. Bu dönemde Sasaniler doğuda İndus nehrinden, batıda Fırat ve Dicle yöresine dek tüm topraklara hükmetmişlerdir. Kürtlerin yaşadığı topraklar ve vassal (köle) bir krallık olarak Ermenistan, Sasanilerin sınırları içindedir. Kuzeyde Gürcistan, güneyde de Mezopotamya ve Akdeniz’e dek Arap yarımadasının kuzeyinde hükmetmişlerdir.
Yine aynı dönemde, bu hiç bitmeyen savaşları durdurma, değişik halk gurupları arasında barışçı bir birlik oluşturma düşü ile Zerdüştlüğü, Hıristiyanlığı, Budizmi ve bazı eski Mezopotamya Mitolojileri’ni birleştirerek, yeni barışçı bir din yaratan Mani de Şapur’un dostluğunu ve sevgisini kazanarak özgürce dolaşmaya ve ideolojisini yaymaya başlamıştır. Ünlü bir Part asilzadesinin soyundan olan Mani’yi kendi iktidarları için tehlikeli bulan ve esasta bozulmuş olan Zerdüşti rahipleri olan Kartirler, Şapur’un M.S. 272’de ölümünün ardından bu sade yürekli insanı önce hapse attırmışlar ve ardından da M.S. 276’da derisini yüzdürüp işkence ile öldürterek teşhir etmişlerdir. Buna rağmen Mani’nin(M.S. 215–276) düşünceleri batıda Roma İmparatorluğu içinde Neo-Manişizm adıyla ve Hindistan’dan tutalım Çin’e ve daha farklı geniş alanlara kadar yayılmıştır. Mani’nin en tanınan eseri Arjange iken bir diğer önemli çalışması ise Şahpukan’dır. Bu gelişme, birçok dini ve egemen inanç temsilcilerini kaygılandırdığı için çoğu yerde yasaklanmasının yanı sıra, düşmanları kendisini aşağılamak için Mani adından hareketle, “saldırganca aşırılıklar yapan deli anlamına gelecek olan Manyak deyişini türetmişlerdir. “Gerçekler çıplak olmayı sever derler, ne kadar karalamış olurlarsa olsunlar Mani ismi bugüne kadar sadeliğin timsali olarak bizlere kadar ulaşmıştır. Mani’nin dini de Zerdüşti gibi düalist, iyi ile kötünün çarpıştığı bir öğretidir. Mani’nin bugüne ulaşan on emirleri, gerek ahlak felsefesi açısından gerekse de dönemin despot krallıkları ve toplumsal yapının yaşadığı manevi boşluğa cevap olması açısından hayli önemlidir. Kısaca şu şekilde özetlenebilir:
1. Geçirilmiş olan zamana (tarihe) inanmak.
2. Çok Tanrılı döneme inanmak.
3. Yalandan kendini korumak.
4. Kötü insan olmamak.
5. Et yenilmesini yasaklanmak.
6. Başkasının namusuna kötü gözle bakmamak.
7. Hırsızlık yapmamak.
8. Okumak, sihirle hakikati tanıyarak, bunları birbirinden ayırmak.
9. Toplum içerisinde inançlı olmak.
10. İşinde gevşek ve ihmalkar olmamaktır.
Yukarıda dile gelen on emrinin tümünün ahlakla ilgili olduğunu aklımıza getirdiğimizde, neden Mani gibi bir ahlakçının katledildiği kendiliğinden anlaşılacaktır.
Romalılarla Sasaniler, Part Devleti’nin yıkılmasından sonra birbirine komşu oldular. M.S. 224 ile M.S. 645 yılları arasında Romalılarla, Sasaniler arasında onlarca savaş yaşanmıştır. İki devletin bölgeye egemen olmak için verdikleri savaşların tamamı Kürdistan’da geçmiştir. Kürdistan şehirlerinden Amed, Nusaybin ve Urfa bu savaşlardan çok olumsuz etkilenmişlerdir. Sasaniler, Romalılardan yıllık vergiyi alamadıkları zaman, Romanın denetimindeki Kürt şehirlerine saldırmış ya da Harran vb. alanlarda tarımla uğraşan Kürtleri talan etmiş ve katliamdan geçirmişlerdir. Bu savaşları kim kazanmış olursa olsun, Kürtlere kalan mutlaka yerle bir edilme ve yoksulluk olmuştur. Dini inançlarından dolayı Sasanilere daha yakın olan Kürtler, çoğunlukla savaşlarda Sasanileri desteklemelerine rağmen, her iki taraftan da zarar görmüşlerdir. Savaşlar sırasında Dicle ve Fırat nehirlerinden biri sürekli olarak Sasani ve Romalılar arasında değişen sınır olmuştur. Ama Romalılar ve Sasaniler arasındaki her türlü anlaşmazlığın sonucunda, savaşlar Kürdistan’da yapılmaktadır. Bundan dolayı en çok etkilenenler her zaman Kürtler olmuşlardır.
Kürt Halk Önderi Öcalan, Kürdistan’da adeta kültür halini almış bu talanı ve kıyımı yorumlarken şöyle demektedir: “Uygarlığın bağrındaki şiddetin ve talanın sürekli kan kustuğu alandan gelişme beklemek gerçekçi olmaz. Komlar halinde dağlarda yaşam sürerken, kent merkezleri istila karargâhlarıdır. Etnik toplumla, askeri toplum arasında net bir ayrım oluşur. Beyni dağılmış ve dumura uğratılmış toplum, tarihinde baş aşağıya doğru yuvarlanırken yaşama direnişini dağları mesken etmekle sürdürür. Tarihin hiçbir zamanında görülmediği kadar üst sınıf ile sıradan halk ayrışmıştır. Üst sınıf saldırılar karşısında, kendi yaşam yolunu teslimiyet ve işbirlikçilik ile çizerken buna hâkim olanın kültürünü de özümseyerek bunu yapar. Sıradan halk yani tebaa kendi kabuğuna çekilerek, kendi dilinde ve kültüründe direterek direnişini sürdürür. Kürdistan Tarihi’nde direniş ve ihanet iki çizgi olarak tohumlarını bu yıllarda çok daha güçlü ayrıştırarak sürdürmüştür.“
Yukarıda ki dizeler bugüne ne kadar da yakın. Ne kadar da benziyor bugüne. Ve ne kadar da aydınlatıyor bugünleri… Devam etmeden önce bugüne kadar tüm sosyal ahlakçıları, sosyalistleri, toplumcuları ilgilendiren Mazdek’e kısaca değinmekte yarar vardır.
Mazdek’in ne zaman yaşadığı bilinmemekle beraber, M.S 499 yılında İran Sasani hükümdarlarınca katledildiği belirtilmektedir. Burada yine, Zerdüşt geleneğini bozan Kartirler etkili olmuşlardır. Mazdek, esas itibariyle Zerdüşt’ün karanlık-aydınlık felsefesini sürdürmektedirler. Su, ateş, toprak inancı güçlüdür. Mazdeklere göre mal ve servet ortak olmalıdır, tahakküm olmamalıdır, zenginlerden alıp fakirlere dağıtma esas olmalıdır. “Mal insanlar arasında ortaktır, diyordu. Çünkü insanlar Tanrı’nın kulları ve Âdem’in çocuklarıdır. Her biri ihtiyacına göre ötekinin malını kullanmalı, hiç kimse bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. Mazdek’in bu sözleri üzerine herkes, malını ortalığa koymuştu.“ (Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik-Mehmet Bayrak)
“Alman bilimadamı Prof. Dr. Theodor Nöldeke, daha 1879 yılında yayımladığı “Şark Sosyalizmi“ konulu bir incelemesinde özetle şunları söylüyor: „Beşinci yüzyılın sonunda ve altıncı yüzyılın başlarında İran ülkesini sarsan bu dinsel-politik akım, modern anlamda Sosyalist bir görüntüye sahipti. (…) Bu öğretiye göre, tüm insanlar eşit idi ve bu nedenle yoksul ve zengin arasında bir fark olmamalıydı. Tanrı insanı eşit yaratmıştı Mülkiyetteki eşitsizlik ise haksız paylaşıma dayanmaktaydı. Bir malın o an mülkiyetimizde olması, bizi gerçek hak sahibi yapmıyordu. Bu nedenle zenginlerin fazlasını alıp, yoksullara vermesi gerekiyordu. (…) Bu ise özel mülkiyetin, miras hakkının ve buna bağlı olarak özel mülkiyet edinme hırsının ortadan kalkması demekti. Mazdek, bu sonucun bilincinde olmalıydı Çünkü zenginlerin hazineleri kadar zengin donanımlı haremlerinin de ihtiyacı olanlar arasında paylaştırılmasını istiyordu. Mazdek, ancak her türlü mülkiyetin paylaşımı ile gerçek kardeşlik duygularının gelişebileceğini ve bunun da Tanrı’nın hoşuna gideceğini söy-lemekteydi…“ (M. Bayrak: Alevilik ve Kürtler).
Yukarıda dile gelen sosyalist düşünce ve yaşam tarzlarıyla toplumda etkili olmaya başlarlar. Bunun için kısa bir süre içerisinde devletçi geleneğin sahiplerince hedef haline gelen Mazdekçiler, 499 yılında Mazdek’in katledilmesiyle yer altına çekilirler. Mazdek öğretisi yer altına çekilirken, bu öğretinin devamını Mazdek’in eşi olan Hürrem sürdürecektir. Tarihte Hürremciler diye isimlendirilecek olan bu akım yüzlerce adaletçi, özgürlükçü, eşitlikçi, ortakçı ve sosyalist akımın varlığını bugüne kadar sürdürmesinin en temel kaynaklarının başında gelir.
Medlerin esin ve ilham kaynağı olan Maglar, M.S. Sasani’ler sürecinde bu imparatorluğa layık bir şekilde kendi özlerine karşıt bir duruma gelmişlerdir. Önce kanla-katliamla aydınlarını bastır, yok et, tasfiye et! Peşinden ismi Mag olsa da, kendi Mag’ını yetiştir! Zihni senin olsun, bedeni Medlerin olsun! Ruhu senin olsun, ancak bedeni Medyalıların olsun! Düşüncesi senin olsun, fakat dili Medlerin olsun! Bu bir düşürme tarzıdır! Kendi özüne yabancılaştırmaktır! Dediğimiz gibi bugün bu gerçekliği Kürtlerin üst sınıf, feodal bey, şeyh, ağa ve sayılı işbirlikçi ailelerinde görmek insanı tarihe götürüp benzer örneklikleri, canlı canlı anımsamaktan geri tutamıyor.
İşte bundan dolayıdır ki vicdan uyanması ve köleliğe karşı duruşun simgesi olan Mardinli Mani’ye karşı en büyük fitne ve entrikalarla Maglar ya da Kartirler, ihanetin derin temsilcileri olarak rollerini oynamışlardır. İhanet böyle kök salarken, direniş dağların doruklarında kuytu ve tenha coğrafyalarda, medeniyetten uzak ve adeta ondan kaçarcasına dağların rahminde komünal değerler diye tabir ettiğimiz değerleri de temsil ederek yaşam kavgasını sürdüre gelmiştir. Teslimiyet ihanete götürürken, direniş yaşamaya götürmüştür.
Tarihsel Gelişim Seyrini Yaşamama ve Bunun Doğurduğu Sonuçlar:
Bir toplum ne kadar kendisi olmaktan uzaklaştırılmışsa, diğerine de o kadar uzaklaşacağı aşikârdır. Ne kadar kendi olmaktan çıkmışsa, o kadar diğeriyle bütünleşemez. Bütünleşmenin de ötesinde bir ur gibi, kanser gibi bulaşıcı hale gelir. Hasta olan bir doku kendini iyileştirmedikçe, kendi bağışıklık sistemini kendine has bir şekilde geliştirmedikçe, başka yapılarla sağlıklı olarak buluşamaz. Yani kendi kültürünü iyi tanımayan, iyi özümsemeyen bir yapının varacağı yer uyumsuzluk ve çatışmadır, başkaldırıdır, içine kapanarak ve asabileşerek kendini geriye çekmelerdir ya da…
Kürt kendisi olmaktan çıkarılması için çokça muameleye tabi tutulmuştur. Bu Kürdistan Coğrafyası’nın da stratejik oluşundan ileri gelse de, dış istilacı güçlerin böl-yönet ve idare et politikalarının bir sonucudur. Kürt’ün kendi dokusu da yaşam biçiminin bir şekillenişi olarak ortaya çıkmıştır.
Med sürecinde aşiret konfederalizmini aşamama, yerinde çakılıp kalma, kendi içindeki ihanet ve işbirlikçiliğinin sonucu olarak üst sınıfın hep birilerine yamanması ile kendine güvensiz, hırçın ve her an saldıracağı gibi her an teslimiyete yatmaya açık bir kişilik yaratmıştır. Doğayla yaşam mücadelesi sert karakter imajını yaratırken, kendisi ile barışık olmadığı gibi çevresi ile de barışık olmayan, bu bağlamda agresif ve bencil bir kişilik oluşumuna götürmüştür. Dağların kuytu köşelerindeki sert yaşam arayışının zorunluluğundan hep dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı hazırlık yapmak, savunmak için tetikte olmak durumu, kendisiyle sınırlı kalmak ve doğallığında dar görüşlü, ufuksuz, günübirlik yaşam alışkanlıklarına da sebebiyet vermiştir.
Bir kesim teslim olmaktansa dağların yükseltilerine sığınarak “medeniyetten koparken, bir kesim de amiyane tabiriyle “gelene ağam, gidene paşam misali kökleşmiş bir ihanet tohumu ekilmesine ve işbirlikçi kültürün yaratılmasına yol açmıştır.
Kişilik olarak sıkışık, bastırılmış ve zorluklarla hareket eden bir karakterin ne zaman ne yapacağı belli olmayan istikrarsız yapılar yaratırken, her an kullanılmaya ve devşirilmeye de açık bir karakter şekillendirmiştir. Kürt Halk Önderi Öcalan böyle kişilikleri ne zaman, nerede ve kimde patlayacağı belli olmayan serseri mayınlara benzetir.
ŞEHİT KASIM ENGİN
YORUM GÖNDER