YAŞAMIN KATLİ OLARAK UYGARLIK(2.BÖLÜM)
Devlet ve iktidar olgularının doğru çözümlenmesi, doğru kavranması önem taşımaktadır. Paradigmasal olarak net olmak, paradigmayı yaşamsallaştırmak ve bu temelde bir sistem inşasına yönelmek, gerçekleştirmek, uygulamak devlet ve iktidar konularında net olmakla bağlantılıdır. Oluşmuş zihniyet kalıplarımızı, bakış açılarımızı her açıdan sorgulamak ve aşmakla bağlantılıdır. Devlet-iktidar eksenli düşünce kalıplarını aşmak kadar, binlerce yıllık geleneksel devletçi düşünce tarzına büyük mücadele vermeyi de gerektirir. Bu konuda Marksizm’in yarattığı yanılgılı bakış açısını da çözümlemeyi, aşmayı gerektirir. Çünkü Marksizm’in veya reel sosyalizmin içine düştüğü yanılgılı durumu aşamazsak, varacağımız yer aynı olur. Marksizm aslında devletin, iktidarın, mülkiyetin çözümlemesini yapmaktadır. Fakat doğru bir çözümleme gerçekleşmemektedir. Marksizm devleti ve sistemi çözümlüyor, aile, mülkiyet ve devlet konusunda ilk çözümleme yapan ise Engels’tir. Marks aslında devlet ve iktidarı kötülük olarak yorumlar, fakat eğer devlet ve iktidar el değiştirirse iyi olabilir der. Yani devlet eğer sosyalist bir tarzda örgütlenirse iyi bir sistem, iyi bir örgütlenme olur, iktidar da proletarya diktatörlüğü veya iktidarı olursa sorun çözülecektir. Yanılgının temelinde de bu bakış açısı vardır. Binlerce yıllık zihniyetin bir döngüsü yaşanmaktadır. Önderlik Sümer sistemi için “firavun sosyalizmi” demektedir. Max Weber’de aynı tanımlamayı yapmaktadır. Önderlik aynı tanımlamayı reel sosyalizm için de yapar, hatta daha ağır değerlendirir. Sümerlerde sistemler arasında yine bir denge vardır. Fakat Marks, günümüze kadar çok güçlü etki bırakan bir sistem analizinin ardından yine devletçi-iktidarcı zihniyete dayalı bir toplum örgütlenmesini, sistemi öngördüğü için Önderlik tarafından eleştirilir. Marksizm, aslında devletin özünü bozan üretim ilişkileridir, eğer üretim ilişkileri ve üretim yönetimi el değiştirirse o zaman sosyalist bir devlet oluşur demektedir. İktidar halkın, daha doğrusu proletaryanın elinde olacaktır. Diğer şekilde Marks ileride devlet toplum üzerinde hükmetmeyecektir, eşyaya, üretime hükmedecektir demektedir. Yani Marks’a göre iktidar el değiştirirse devlet doğru bir rotaya kavuşacaktır. Uygarlığı ve dayandığı zihniyeti bütünlüklü ele alamayışı, sistemi bir yönüyle, bir ayağıyla tek reddetmesi reel sosyalizm ve çözülüşü gibi bir sonuç açığa çıkarmıştır. Bu nedenle bütünlüklü bakmak, bütünlüklü karşı durmak önem taşımaktadır. Sonuç itibariyle bu dersleri görmemizin, Önderliğin ısrarla tüm savunmalarında tekrar tekrar uygarlığın ortaya çıkışını, dayanaklarını ortaya koymasının sebebi çok güçlü bir şekilde hükmeden bu zihniyet yapılanmasını aşmamız içindir.
Şimdiye kadar uygarlığı daha çok zihniyet, devlet ve iktidar boyutunda değerlendirdik. Din, bilim, felsefe, sanat, ahlak boyutlarını ele almak gerekmektedir. İnanç, ibadet sistemleri insanlığın başından beri vardır. Fakat uygarlık oluşumuyla birlikte inanç sistemi yeni bir form kazanır. Daha sonra tek tanrıcılığa doğru evirilecek olan çok tanrılı din süreci biçimlenmeye başlar. Toplumun kutsallık atfettiği şeylerin niteliği, özü değişir. Doğal toplum süreçlerinde ilk olarak kutsallık atfedilenler daha çok insanın fayda gördüğü şeyler, besinler ve benzeridir. Örneğin; besinler için ‘kauta’ sözcüğü kullanılır. Kutsal kelimesinin kökeni de bu kauta sözcüğünden gelmektedir. Gıdaya kutsallık atfedilmektedir. Egemenlik sistemiyle birlikte toplumda yeni kutsallıklar oluşturulur. Artık kutsallık somut şeylerden soyut şeylere dönüştürülür. Bunun üzerinden bir ideoloji yaratılır. Metafizik yaklaşım burada değişime uğrar. Bir şeye kutsallık atfetmek metafizik bir yaklaşımdır, inanç metafizik bir olgudur. İnsanın evrene ve doğa güçlerine olan inancı metafiziktir. Ama egemenlik sistemiyle birlikte metafizik bir ideolojik sistem biçiminde değişime uğrar. İnanç, böylelikle din şeklinde yeni bir biçim alır. Sistem en fazla da kendisini bunun üzerinden meşrulaştırır. Bir metafizik olgu olarak insan inancı reforme edilir. İnanca yönelik bu müdahale şöyle bir biçim kazanır: erkek+tanrı+inanç(din)+devlet. Toplumun yeni metafizik dünyası bunlar üzerinden biçimlendirilmeye başlanır. Bununla egemen erkek ideoloji hâkim kılınır. Burada tanrı artık yönetici olur, devlet de artık yöneten. Tanrı devletleşir. Tanrı inançtır, dindir. Devlet de tüm yönetim erklerinin toplandığı merkez olmaktadır. Burada tanrı ve devlet aslında erkeği temsil etmektedir. Burada salt biyolojik bir varlık olarak erkekten söz etmiyoruz, söz konusu olan bu değildir. Sistem olarak ele alıyoruz, Önderliğin belirttiği gibi “erkek bir sistemdir”, değerlendirilen budur. Örneğin; tanrı denildiğinde kimsenin aklına bir kadın tasavvuru geliyor mu, hayır. Çocukluğumuzda tanrı olarak erkek aklımıza gelirdi, tanrının erkek mi kadın mı olduğunu büyüklerimize sorardık. Bize bir tarafı kadın bir tarafı erkektir derlerdi, yine de bu bizi ikna etmez, aklımıza yatmazdı. Çünkü dinlerde dile gelen tanrının varlığı erkek olduğunu çok fazla hissettirirdi. Çocuk halimizle bile bunu sezinlerdik.
Tanrı sisteminin ilk başladığı süreçlerde tanrı sayıları çok fazladır, mantar bitercesine tanrılar çıkar. (Bunların karşısında tanrıçaların sayısı da çoğalır.) Daha sonrasında tanrıların sayısının azalmaya başlaması, hem toplumun artık bu tanrılara karşı inancının zayıfladığını gösterir hem de toplumun ihtiyaçlarına göre tanrı sayısında azalmayı getirir. Tek bir tanrıya kadar düşer. Tanrı sayısının azalması, tanrı yalanının açığa çıkmasıyla ve toplumun bu tanrılara olan inancının azalmasıyla bağlantılıdır. Başlarda ideolojik oluşum aşaması olduğu için de tanrılar insanları, toplumları çok fazla cezalandırmamakta, iknayla, inançla yönlendirmeye, yönetmeye çalışmaktadır, bu nedenle toplumun bu tanrılardan çok fazla bir korkusu da yoktur. Tanrıların sayısı çoğaldıkça hem bu tanrılar arasında bir çekişme, kavga başlar hem de topluma yönelik cezalandırmalar, öfkelenmeler ve korkutmalar baş gösterir (Daha geç dönem olmasına rağmen Yunan mitolojisi bunun örnekleriyle doludur). Özellikle de tanrı fikrinde ve sisteminde otoritenin ağırlıklı olarak tanrıların tanrısı veya tanrıların kralı olarak ifade edilen baş tanrılarda toplanıp merkezileşmesiyle -ki bu aynı zamanda tekleşmeyi de getirmektedir-korku ve cezalandırma hâkim kılınır. Yaptırımlar, cezalandırmalar daha sert bir hal alır. Bu da toplumun tanrılara karşı inancının zayıflamasını ve sorgulamasını getirir. Tanrı yalanının gittikçe daha fazla sezinlenmesi toplumu uzaklaştırır. Çünkü zor açığa çıkmıştır, zor kullanılmaya başlanmıştır. Zulüm baş göstermiştir ve toplumun tanrılardan uzaklaşmasını sağlamıştır. Kadının, uygarlık sistemine karşı olan direnişi toplumda da cevap bulmuş ve ilk kez bu dönemlerde kadın direnişinin dışında toplumda da sistem karşıtı kişilikler ve hareketler olarak nitelendirebileceğimiz (Terzi Hermes -dinlerde İdris peygamber olarak anılır- Zerdüşt, Hz. İbrahim, daha sonraları Buda vb. kalkışlar olmuştur. Yine tek tanrılı dinlerde de (bunu sonra açımalayacağız) benzer çelişkiler ve sorunlar baş gösterdiğinde, toplum yine farklı direniş örnekleriyle, aynı zamanda farklı mezhep ve tarikatlarla cevap aramaya ve karşı çıkmaya çabalar. Tanrıların, dinlerin, yaratılan inanç sistemlerinin yanlışlıkları, hataları görüldükçe hakikat arayışları derinleşir.
Hypatia (kadın filozof)
Felsefenin çıkışı da insanın, toplumun yitirdikleri hakikati arama arayışlarının bir sonucu olarak gelişmiştir. Felsefe başlangıcında doğayı anlama, kavrama, anlamlandırma, bununla kendini tanımlama temelinde gelişim gösterir. Bu nedenle ilk felsefeciler, doğa felsefecileridir. Temelde evreni, doğayı anlamak isterler. (Esasında ele aldığımız bu bölüm Hakikat Rejimi dersinde geniş olarak görüldüğü için biz daha çok konumuzla bağlantılı olan bölümleriyle kısa bir biçimde değerlendireceğiz.) Bilgeler ve filozoflar esasta hakikat arayışçıları oldukları için sistemin dışında en fazla yer alan kesimlerdir. Ama iktidar sistemi kendini kurumlaştırırken felsefeye de yönelmiştir. İnancın mitolojikleştirilmesi-dinselleştirilmesiyle nasıl ki iktidar, tanrı ve devlet bağlamlı ideolojiyle bir sistem yaratılmak istendiyse, filozoflar da bu kez devlet felsefeleri geliştirmişlerdir. Bu en fazla da Yunan felsefesinde açığa çıkmıştır. Örneğin; Platon, Aristo vb.’leri devletin nasıl gelişebileceğine dair düşünceler geliştiren, devletin içeriğine ve işleyişine felsefik bir içerik, yön kazandıran filozoflardır. Bu anlamıyla devlet, felsefeyi de kendi hizmetine almış, kendi içinde bir nevi eritmiştir. Hâlbuki ilk filozoflar devletle bütünleşmemişlerdir. Tarih boyunca yüzlerce filozof, bilge kişilikler çıkmıştır, birçoğu uygarlıkçı sistemle bütünleşmedikleri için katledilmiştir. Bunlar gerçek filozof ve bilgelerdir, gerçek hakikat arayışçılarıdır. Bu nedenle katledilmişlerdir. Yazılı tarih içerisinde hakikat arayışçısı olan bu düşünürler ya çok az ele alınmış ya da saptırılarak dile getirilmiştir; devletçi düşünceyi felsefelerinde dile getirenler, yayanlar, devletin egemenlik sahalarının nasıl daha fazla güçlenip gelişebileceğinin arayışında olan düşünürler ise yazılı tarihin içerisinde daha fazla yer almışlardır. Örneğin; tarihte kadın filozoflardan Hypatia örneği vardır, döneminin önde gelen düşünürlerindendir ve esasta Platon ve Aristo felsefelerini öğretir, yani esasta sistem içerisindedir. Biraz sistem dışına çıkma ve yeniyi keşfetme arayışı gelişince katledilir. Fakat egemen tarihte Hypatia hem bir kadın olmasından hem de biraz sistemin dışına çıkma arayışında olmasından kaynaklı yok sayılmaktadır, çok bilinmemekte, diğer filozoflar gibi işlenmemektedir. Bugün mesela Mısır’da Hypatia adına kadınlardan oluşan bir tarikat kurulmuştur, her ölüm yıldönümünde törenler yapılmaktadır. Esasında tarihte birçok kadın filozof vardır, ama yazılı tarihin hiçbir yerinde isimleri geçmemektedir. Uygarlıkçı sistem felsefeyi de denetimine almaya çalıştığı için ne kadın filozofların ne de sistem karşıtı filozofların isimleri fazla geçmemekte veya çarpıtılarak anlatılmaktadır.
Sanat da benzer bir akıbeti yaşamıştır. Merkezi uygarlığın kurumlaşmasıyla birlikte sanat da devletin tekeline girmiştir. Bu anlamıyla sanat da devletleşmiştir. Uygarlık sisteminden sonra sanat devletin, iktidarın, tanrının, despotizmin ifadesine dönüştürülmüştür. Sanat alanında artık en fazla tanrı heykelleri ve figürleri yapılmıştır. İktidar kesimlerinin sembolleri, resimleri, heykelleri yapılmış, müzikler, ezgiler onlar için çalmış, şarkılar onlar için söylenmiş, edebiyat onlar için yazılmıştır. Destanlar, zorbaların ve iktidar savaşçılarının kahramanlık öyküleri olmuştur. Sanat, edebiyat ve müzik iktidar ile devletin kurumlaşması ve yaygınlaştırılmasının bir aracına dönüştürülmüştür. Bilinen en eski destanlar, egemenlik savaşlarını anlatan, egemenlik peşinde koşan kralların, güç sahibi kişilerin destanlarıdır. İlyada, Gılgameş, Odesa destanları buna örnek verilebilir. Sanat, müzik, edebiyat iktidarlar için yapılmış, topluma ait bir sanat, edebiyat, müzik bırakılmamıştır. Piramitler bunun çok çarpıcı bir örneğidir; tam anlamıyla bir sanat eseri olan ve halen sırları çözülemeyen piramitler sanatın devlet ve iktidarlar için nasıl kullanıldığının en iyi ifadesidir. Binlerce kölenin bu piramitlerde çalıştırıldığı, katledildiği yapılan kazılarla açığa çıkmıştır, fakat günümüzde bilim ve teknik bu kadar gelişmiş olmasına rağmen halen piramitlerde nasıl bir mimari kullanıldığının çözümlenememesi gerçekliği vardır. Dünyada halen böyle bir sanatsal yaratıcılık, mimari geliştirilememektedir. Böyle yapıtlar egemenler, tanrı-krallar için yapılmıştır. İnsanın maddi ve manevi emeğinin iktidar odakları için nasıl sömürüldüğünün açık örneğidir.
Diğer taraftan ahlak ise ikiye ayrılmıştır, Önderlik ahlak ve ahlaksızlık olarak yorumluyor. İyi ahlak kötü ahlak deniliyor, biz ise ahlaksızlık olarak nitelendiriyoruz. Ahlaksızlık, esasta toplumun bozulmasını ifade eder. İktidar güçleri ahlakın bozulması, ahlaksızlığın gelişmesine karşın hukuku geliştirir. Hukuk toplumu korumak, savunmak üzerinden değil, iktidarı korumak ve güvenceye kavuşturmak için geliştirilir. Çünkü toplum her konuda ahlaksızlaştığı zaman, iktidar da tehlikeye girecektir. Hukuk, uygarlık sisteminin kurumlaşmasından sonra yaşanan ahlaki bozulmaların sonucu olarak hırsızlık ve öldürme olaylarının çoğalmasıyla birlikte iktidar kesimlerinin de can ve mal güvenliği de tehlikeye girince ortaya çıkmış kanunlardır. Ahlaksızlığın çoğalması, iktidarcı-sistemin bir can simidi olarak hukuku açığa çıkartmıştır. Önderlik hukuku aslında ahlakın devletleşmesi olarak tanımlıyor, ahlakın devlet hizmetine girmesidir yani. Ahlakın devletleşmesinden kasıt, artık yazılı halde devletin kanunlarına dönüşmesidir. Ahlak, yazılı olmayan fakat toplumun hafızasında yer edinmiş toplumun yaşam ilkeleridir. Ama hukuk yazılıdır, bu devletin ahlakını oluşturur.
Ekonomi de üzerinde en fazla oynanan alanların başında gelmektedir. Kapitalizm bölümünde Önderlik ekonomiyi çok kapsamlı ele almaktadır ve kapitalizm için “ekonomi değil, ekonominin can düşmanıdır” demektedir. Aslında bunun temelini de uygarlığın başlangıcında ele alabiliriz. Önderlik Sümer rahiplerini ilk kapitalistler olarak yorumlar. Ekonomi ilk darbesini, Sümer sisteminin oluşumuyla birlikte alır ve öz olarak içi boşaltılır. Önderlik savunmalarında geniş olarak ele alıp değerlendirmektedir. Ekonomi kavram olarak “ev yasaları” demektir. Nasıl üretim yapacağın, kendi ekonomik sistemini nasıl oluşturacağın ve bunu nasıl yürüteceğine, kendini nasıl örgütleyeceğine ilişkindir. Fakat uygarlık sistemiyle birlikte ekonomi özelleşir, özelleşmeyle birlikte de ekonomik sistem bozulur. Kolektif, komünal tüm topluma ait olan ekonomi iktidar güçlerinin ve tüccarların eline geçer. Devletin ve iktidar güçlerinin tekelinde bir ekonomik sistem oluşur, en toplumsal bir çalışma ve yaşam alanı olan ekonomi, toplum üstü bir örgütlülüğe dönüştürülür. Günümüz kapitalist modernite dönemine kadar bu sistem derinleşerek, genişleyerek ve pekiştirilerek getirilir. Neolitik toplumla birlikte çözülen beslenme ve her türlü ekonomik sorun yeniden baş gösterir, ekonomik krizler toplumun en temel krizlerinden biri haline gelir. İktidar güçleri hegemonyayı sürekli olarak korumak ve toplumu ellerinde tutabilmek için ekonomik krizler, sorunlar da üretirler. Devlet ve hegemonik güçlere endeksli bir ekonomik yaklaşım hâkim kılınır. Toplum öz üretim, komünal-paylaşımcı ekonomiden uzaklaştırılır, ihtiyaç ekonomisi yerini artı değer üzerinden hâkimiyet, özel birikim ve tekel ekonomisine bırakır. Günümüzde bile baktığımızda toprağı ekip biçen bir çiftçi elindeki ürünü tüccarlara veya devletin işlettiği ekonomik tekellere satamazsa, ürün elinde çürümekte ve ciddi bir zarar görmektedir. Komünal, paylaşımcı ve armağan ekonomisi dağıtıldığı için buna başvurma da gelişmemekte, özelleşen ve tekelleşen ekonomiye bağımlı bir halde ekonomi kâr endeksli bir anlayışa indirgenmekte, toplum böylelikle sürekli denetim ve kontrol altında tutulmaktadır. Devlet, çıkarları gereği geliştirdiği ekonomi politikalarıyla toplumu yönlendirip yönetmektedir. Böylelikle de her şey metalaştırılmaktadır. Meta alınıp satılabilen her türlü mal, mülktür. Alınıp satılabilme değeri olmadır. Alınıp satılamayan hiçbir üretimin ekonomi piyasasında bir değeri yoktur. Kadın için en fazla metalaştırılan varlık denilmektedir. Uygarlıkta kadınla birlikte toplumun kendisi metalaşıyor. Ekonomi de buna göre metalaşıyor.
Önderlik tüm uygarlık sistemlerini “metafizik sistemler” olarak yorumlarken, kapitalizmi bunun dışında tutmakta ve “materyalist bir sistem” olarak nitelendirmektedir. Uygarlık tarihi boyunca kapitalizmden önceki tüm uygarlık aşamaları sistemlerini metafizik temelde oluştururken, kapitalizm aşamasında ise materyalist yaklaşım ve toplumu özellikle ekonomik anlamda inceleme hâkim kılındığı için Önderlik materyalist bir sistem olarak değerlendirmektedir.
BERFİN ZİNÊ(2.BÖLÜM)
YORUM GÖNDER