9 EKİM’DEKİ HEDEF İMHAYDI (1.BÖLÜM)
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, 9 Ekim’de başlatılan komployla Kürt Halk Önderi’nin imhasının hedeflendiğini ama başarılamadığını söyledi.
9 Ekim komplosu imha amacını başaramayınca 15 Şubat komplosu olarak Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye verilmesi ve idam edilmesi biçimini aldığını belirten PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, “Komplo bu temelde devam ettirilmek ve sonuca götürülmek istendi. Küresel kapitalist modernite sistemi, Önder Apo var oldukça PKK’yi tasfiye, gerillayı ezme, dolayısıyla Kürt soykırımını gerçekleştiremeyeceğini gördüğü için Önder Apo’yu imha ve tasfiye etmek üzere böyle bir uluslararası komployu planladı” dedi.
PKK Yürütme Komitesi Üyesi Duran Kalkan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslararası komplonun yıl dönümü vesilesiyle ANF’nin sorularını yanıtladı. Kapsamlı söyleşimizin ilk bölümü şöyle:
Komplonun başlangıç tarihi olan 9 Ekim 1998’e gelindiğinde dünya, bölge ve Kürdistan’da nasıl bir siyasi ve askeri tablo vardı?
Öncelikle 24 yıldır uluslararası komplo saldırısına karşı tarihin en büyük ve anlamlı direnişini yürüten Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Uluslararası komploya karşı “Güneşimizi Karartamazsınız” şiarıyla Önder Apo etrafında ateşten çember oluşturan kahraman şehitlerimizi, bu direnme sürecini başlatan Halit Oral ve Aynur Artan yoldaşlar şahsında saygı, sevgi ve minnetle anıyorum.
Komploya karşı Önder Apo etrafında kenetlenerek özgürlük mücadelesini en ağır koşullarda ve her türlü bedeli ödeme temelinde yürüten, ağır acılar yaşayan ama Önderlik çizgisinden ve özgür yaşamdan asla vazgeçmeyen Kürt halkını kutluyorum. Komploya karşı yürütülen bu tarihi mücadelenin mutlaka zaferle sonuçlanacağına ve bu temelde Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüyle Kürt halkının, kadınlarının ve gençlerinin özgür yaşamının sağlanacağına yürekten inanıyorum.
Kuşkusuz 20. yüzyılın son çeyreğinin en önemli olayı 9 Ekim 1998’de başlatılan uluslararası komplo saldırısıydı. Zaten komplo saldırısını yürüten ya da bir düzeyde bu saldırının içinde olan birçok çevre, Önder Apo’yu, 20. yüzyılın son devrimcisi olarak tanımlamıştı. Dolayısıyla tarihe yön veren devrimci liderler, önderler, komutanlar, savaşçılar ortaya çıkmış ve insanlık değerlerinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. 20. yüzyıl daha şimdiden tarihlere büyük devrimler yüzyılı olarak geçmiştir.
Bu büyük devrimsel harekete karşı 20. yüzyılın son çeyreğinin genel bir karşı devrimci saldırı olarak da tanımlandığı bilinen bir gerçektir. Yüzyılın ilk çeyreğinde ve ortasında yaşanan devrimci gelişmeler, aynı yüzyılın son çeyreğinde tasfiye edilmiştir. Tarih yapan devrimciler, bu sefer tarihten silinmek istenen kişilikler haline getirilmiştir. Bu sürece karşı çıkan, yüzyılın devrimci karakterini Kürdistan’da Özgürlük Mücadelesini geliştirerek ısrarla sürdüren önder kişilik, Önder Abdullah Öcalan olmuştur. Bu bakımdan da yüzyıl tamamlanmadan bu karşı devrimci güruh, Önder Abdullah Öcalan’ı da imha ve tasfiye ederek 20. yüzyılın büyük devrimler yüzyılı olma gerçeğini tarihe gömmek istemiştir. Dolayısıyla uluslararası komplo gerçeğini ve komploya karşı yürütülen mücadelenin tarihi önemini öncelikle bu çerçevede ele almak ve değerlendirmek gerekir.
Bilindiği gibi 20. yüzyılın başlangıcı yoğun bir silahlanma ve onun getirdiği I. Dünya Savaşı olmuştur. Kuşkusuz I. Dünya Savaşı’nın en önemli olayı da 1917’deki Rus Devrimi’dir. 20. yüzyıla, dünya genelinde Lenin öncülüğünde gerçekleştirilen bu devrim damgasını vurmuştur. 20. yüzyılın sonları da bu devrimci gelişmenin çöktüğü, çözüldüğü, tarihe gömüldüğü bir süreç olmuştur. Bu da III. Dünya Savaşı dediğimiz süreç olarak gelişmiştir. 20. yüzyılın sonunda III. Dünya Savaşı kapsamında gelişen en önemli olayın da Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısı olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz.
Aslında 1917 Rus Devrimi’yle küresel düzeyde işçilerde, emekçilerde, kadında ve gençlerde oluşan özgür yaşam umudu, Önder Apo’ya yöneltilen uluslararası komplo saldırısıyla söndürülmek istenmiştir. Bunlar çerçevesinde 9 Ekim 1998 uluslararası komplo saldırısının başlatıldığı süreçte genel askeri ve siyasi durumun özelliklerinin neler olduğunu değerlendirmek için genel planda bir bütün olarak 20. yüzyıl gerçeğine ve onun özelliklerine bakmak, daha dar ve özel planda ise 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşüyle başlayan süreç temelinde bakmak gerekiyor.
Bilindiği gibi 20. yüzyıla damgasını vuran 1917 Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı Sovyetler Birliği sistemi, 1990 başında kendi iç çelişkileri temelinde çözülmüş ve çökmüştür. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile içine girilen ve adına ‘soğuk savaş’ denilen sürecin sonu bu biçimde Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ve çöküşü olmuştur. Birçok çevre bu olay gerçekleştiğinde bunun ABD’nin büyük zaferi olduğunu değerlendirmiştir. Hatta bu temelde ABD’nin Dünya İmparatorluğu kuracağını düşünen ve ifade eden siyasi liderler de görülmüştür.
Bütün bunlara karşı Önder Apo’nun değerlendirmeleri çok daha farklı olmuştur. Önder Apo, bu görüşleri doğru bulmamış, tersine “çözülen ve çöken Sovyetler Birliği, başarısız kalan ve gerileyen ABD olacaktır” demiştir. ABD’nin gücünün Sovyetler Birliği’ne karşı mücadele içinde ortaya çıktığını, dolayısıyla da küresel etkinliğinin Sovyetler Birliği’nin varlığına bağlı olduğunu değerlendirmiştir. Başlangıçta bu görüşe çok itibar edilmezse, maddi gerçekliğe fazla uygun görülmezse de geçen 30 yıllık sürece dönüp bakıldığında aslında özü itibarıyla doğrulananın, Önder Apo’nun görüşleri olduğu açık ve net bir biçimde ortaya çıkıyor.
YENİ DÜNYA DÜZENİ STRATEJİSİNE DOĞRU
1990 başında Sovyetler Birliği çözülür ve dünya III. Dünya Savaşı sürecine girerken ona paralel olarak Ortadoğu bölgesinde başka ilginç bir olay daha yaşanmıştır. Bu kadar önem taşıyan bu olay nedir? 2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak ordularının Kuveyt’e girişi ve işgal edişidir. Söz konusu işgal girişimi Ortadoğu’da önce Körfez Krizi, ardından Körfez Savaşı denen yeni bir süreci ortaya çıkartmıştır. Dolayısıyla Ortadoğu’da başlayan bu yeni süreç, dünyada başlayan yeni süreç şeklinde vücut bulmuştur.
Şimdi bu noktada Sovyetler Birliği’nin çözülüşü mü Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yöneltti, yoksa Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali mi kendi içinde çözülen ve çökmekte olan Sovyetler Birliği’nin kesin çöküşü için son darbe vurma oldu? Elbette bu soru tartışılabilir. Fakat bunların eş zamanlı gelişmesi kesinlikle bir tesadüf değildir.
O halde Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinde Sovyetler Birliği’ne karşı küresel düzeyde mücadele eden güçlerin etkisini görmek gerekir. Yanlış anlama olmamalıdır. Fiili olarak Sovyetler Birliği’ndeki durumun Saddam Hüseyin yönetimini Kuveyt işgaline yönlendirdiğini ifade etmiyoruz. Şunu söylemek istiyoruz: Sovyetler Birliği çökerken ona karşı küresel düzeyde mücadele eden ve böylece küresel hegemonya kurmak isteyen güçler, söz konusu amaçlarını gerçekleştirecek planlı bir stratejik saldırı yapabilmek için özellikle Ortadoğu’da Körfez Krizi ve Savaşı gibi bir siyasi ve askeri olaya ihtiyaç duymuşlardır.
Bu bakımdan aslında Saddam Hüseyin yönetiminin Kuveyt işgaline ABD’nin ne düzeyde etkide bulunduğuna dair insan tam bir şey söyleyemez. Çok fazla etkide bulunmamış olsa bile en azından karşı çıkmayacağını söyleyip olur vererek, zımni bir teşvikte bulunduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Kuşkusuz çok fazla kurguculuk siyasi süreçleri doğru ve yeterli izah etmez. Bu bakımdan kurguya çok fazla yer vermemeliyiz ama Saddam Hüseyin yönetiminin ABD Büyükelçisi’yle görüştükten ve ondan zımni bir onay aldıktan sonra, daha doğrusu ABD’nin böyle bir işgale karşı çıkmayacağı havasını aldıktan sonra, 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgale yöneldiğini biliyoruz.
Dahası söz konusu işgali siyasi ve askeri bakımdan en fazla değerlendiren güç Amerika Birleşik Devletleri olmuştur. Genel bir kural olarak, bir olaydan en fazla kim faydalanmışsa, o olayın gerçekleşmesinde onun etkisinin olduğu söylenir. Dolayısıyla Körfez Krizi ve Savaşı denilen süreçten de en çok yararlanan gücün ABD olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu yararlanma durumu ne kadar sürmüştür? Uzun vadeli mi, yoksa kısa vadeli mi olmuştur? Gerçekten ABD’yi etkili hale mi getirdi yoksa sonunda çıkmaza mı soktu?
Tabii bu konuların değerlendirilmesi ve tartışılması ayrı bir durumdur. En azından ’90 başındaki siyasi ve askeri etkinlik bakımından ABD’ye bir alan açması itibarıyla Körfez Krizi ve Savaşı’nın öneminden söz edebiliriz. En azından Amerika Birleşik Devletleri böyle bir olayı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ele alıp değerlendirerek “Yeni Dünya Düzeni” adını verdiği yeni bir küresel hegemonya stratejisi hazırlayıp ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan belli bir saldırı konumunu ifade eden bir pratik sürece yönelmiştir. Bunun için her şeyden önce Ortadoğu’nun siyasi ve askeri denetim altına alınması gerekmiş, bunu da Körfez Krizi ve Savaşı’ndan yararlanarak yüz binlerce ordu gücünü Ortadoğu’ya sevk ederek küresel ve bölgesel düzeyde Saddam Hüseyin yönetimine karşı siyasi ittifaklar oluşturarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.
ABD’NİN ORTADOĞU’DAKİ DENETİM SİYASETİ
Geriye dönüp baktığımızda yeni dünya düzeni stratejisi temelinde ‘90’lı yıllarda ABD’nin Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde aktif bir siyaset izlediğini rahatlıkla görebiliriz. Öncelikle Körfez Savaşı’yla Saddam Hüseyin yönetiminin gücünü kırmış ve Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat çevresinde sınırlandırıp kuşatmıştır. Bu yönetimin Irak’ın güneyi ve kuzeyine yönelmesine engeller koymuştur. 36. paralelin kuzeyini ve 32. paralelin güneyini Saddam Hüseyin yönetimine tamamıyla kapatmıştır. Bu şekilde Irak’ta bir askeri denetim ve hakimiyet kurmuştur. Böylece İran-Irak-Suriye halkasını, orta yeri olan Irak’tan kırmıştır. Bu gelişme Saddam Hüseyin yönetimini iyice güçten düşürürken, İran ve Suriye’nin bölgesel etkinliğini zayıflatmıştır.
Diğer yandan Çekiç Güç Operasyonu temelinde Hewlêr merkezli olarak bir Güney Kürdistan Yönetimi oluşturarak Kürdistan’ın Güney parçasını, Kuzey’den gelişen Özgürlük Hareketi olan PKK’ye kapatmış, böylece PKK’yi Kuzey Kürdistan ile sınırlandırıp bir tür kuşatmaya almak istemiştir. Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşan Güney Kürdistan Yönetimi, ABD ve TC ile sıkı bir ilişki ve işbirliği içerisinde olmuş, PKK’ye karşı savaşın yerel gücü olarak yerini almıştır. Böylece PKK’nin ve Kürdistan Özgürlük Mücadelesinin de Kuzey Kürdistan’la sınırlandırılması sağlanarak Kürt Özgürlük Hareketi de bu biçimde bir tür denetim ve kontrol altına alınmaya çalışılmıştır. Bunların gerçekleşmesi demek, aslında Ortadoğu’da ABD öncülüğünün önemli bir siyasi ve askeri denetim kurması demekti.
YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN İLK AŞAMASININ BELLİ BAŞARISI
Nitekim ABD bu denetime dayanarak ‘90’lı yıllar boyunca dünyanın diğer bölgelerinde ekonomik, siyasi ve askeri saldırılar yürütmüştür. Balkanlar’da savaşa dayalı bazı sonuçlar ortaya çıkartmak istemiş, yine Kafkasya’da kısmi olarak savaşa dayalı sonuçlar yaratmaya çalışmış. Asya’nın, Afrika’nın diğer alanlarında 20. yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği’nin varlığı temelinde ve ABD’ye karşı olarak ortaya çıkan siyasi gelişmeleri çeşitli yöntemlerle etkileyerek darbeleyip kendisine karşıt olmaktan çıkartıp kendisiyle uyumlu ya da kendine bağlı hale getirmeye çalışmıştır. ABD’nin bu yöneliminde belli bir mesafe kat ettiğini ve sonuç aldığını söyleyebiliriz. Böylece ABD, “Yeni Dünya Düzeni” olarak tanımladığı hegemonya stratejisinin ilk aşamasını belli bir başarıyla gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumu, III. Dünya Savaşı’nın ilk döneminin ABD’nin etkinliğiyle gerçekleşmesi biçiminde tanımlamak mümkündür. Böylece ilk elden dünyanın değişik bölgelerinde belli bir siyasi ve askeri hakimiyet sağlamayı başarmış olan ABD öncülüğü, küresel kapitalist modernite sistemi adına yeni bir adım atma, III. Dünya Savaşı’nı daha ileri düzeye götürme, değişik alanlardaki siyasi ve askeri etkinliğini daha da geliştirme sürecine gelmiştir.
Bu gelişmelerden sonra ABD’nin artık mevcut duruşla gelişme sağlaması, III. Dünya Savaşı’nda daha ileri bir etkinlik düzeyine ulaşması mümkün değildi. Bunun için yeni bir hamle yapması gündeme gelmiştir. Kuşkusuz ABD’nin etkinliğini daha da ileri götürmeyi hedefleyen böyle bir hamleyi yapabilmesi için yine başlangıç adımlarını Ortadoğu’dan atması gerekmektedir. Irak’ta yarattığı durumu daha da derinleştirerek var olan Saddam Hüseyin yönetimini de ortadan kaldırarak Irak’ı tümüyle egemenlik altına alma, böyle bir egemenliğe dayanarak Kürdistan’ı ve bölgenin diğer alanlarını doğrudan yönlendirir konuma ulaşma ihtiyacını duymuştur. Bunun için de öncelikle Kürdistan Özgürlük Hareketi üzerindeki denetimin ve PKK etrafındaki kuşatmanın daha da geliştirilmesini gerekli görmüştür. Neden? Çünkü Irak’ta böyle bir hakimiyet kurmaya, Saddam Hüseyin yönetimini tümden yıkmaya yönelirken eğer PKK ve öncülük ettiği Kürdistan Özgürlük Mücadelesi üzerinde denetim kurup onu sınırlandıramazsa PKK’nin Güney Kürdistan’a yayılması, Irak üzerinde etkili olması gerçekleşebilir. Bu ABD’nin Irak ve ona dayalı olarak bölgede yeni adım atmasını engelleyen, onu korkutan temel bir öge durumundadır.
9 EKİM, ABD STRATEJİSİNİN İHTİYACI GEREĞİYDİ
Bunun için 1990 başında çizdiği stratejisine yeni bir dönem başlatabilmesi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlayan III. Dünya Savaşı’nda yeni bir süreç geliştirebilmesi, bunun için Irak üzerindeki egemenliğini daha güçlü hale getirebilmesi, dolayısıyla Saddam Hüseyin yönetimine askeri müdahalede bulunabilmesi için öncelikle PKK’yi daha fazla sınırlandırması, daha çok kuşatma ve denetim altına alarak kendisini zorlayacak biçimde hareket etmesinin önünde engel oluşturması gerekmiştir.
İşte 9 Ekim 1998 komplosu, ABD siyasi stratejisinin böyle bir küresel ve bölgesel ihtiyacı temelinde gündeme gelmiş ve pratik olarak ortaya çıkmıştır. Dikkat edilirse önce 9 Ekim 1998’de Önder Apo’ya dönük saldırı olarak başlattığı uluslararası komployla PKK’yi önderlik düzeyinde darbeleme ve etkisini zayıflatma noktasına gelmiş, ardından 11 Eylül 2001’de El-Kaide’nin İkiz Kule saldırısı olayına dayanarak bu sefer 2002’de yeniden Afganistan’a, 2003’te de Irak’ta, Saddam Hüseyin yönetimine askeri saldırıda bulunma süreçlerini geliştirmiştir. Söz konusu süreçlerin gelişiminde Önder Apo’ya dönük başlatılan uluslararası komplo saldırısı kesinlikle bir ön zemin hazırlamayı ifade etmiştir. Aynı zamanda 11 Eylül 2001 İkiz Kule saldırısının da tıpkı Saddam Hüseyin yönetiminin 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’e dönük işgal saldırısına benzer bir olay olduğu, ABD’ye benzer biçimde 2000’lerin başında bu sefer daha kapsamlı bir askeri işgal saldırısı yürütme zemini sunduğu açıktır.
Aslında III. Dünya Savaşı kapsamında küresel düzeyde ifade ettiğimiz bu hususlar, Ortadoğu ve Kürdistan’daki siyasi ve askeri durumun temel özelliklerini de ifade etmektedir. ’90 başından itibaren Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Amerika Birleşik Devletleri bölgenin en etkili askeri gücü haline gelmiştir. Irak’ı üçe bölerek Saddam Hüseyin yönetimini Bağdat etrafında kuşatarak Irak’ın kuzeyinde ve güneyinde kendi denetiminde alanlar yaratarak aslında bölgeyi merkezden denetim altına almıştır. Böylece söz konusu Irak hakimiyetine dayalı olarak İran’a, Suriye’ye, bölgenin diğer alanlarına yönelik çeşitli yöntemlerle müdahalede bulunmanın imkânına ve fırsatına kavuşmuştur. Böylece aslında bölge, merkezden ABD denetimine girmiş, bu da yeni bir çatışma sürecini ortaya çıkartmıştır.
Saddam Hüseyin yönetimiyle karşıtlık pozisyonunda olsalar bile, bu durum İran ve Suriye gibi bölgede etkinlik sağlamak isteyen güçleri zayıflatmıştır. Bölge, I. Dünya Savaşı’ndan sonraki en ağır ve sert dış siyasi ve askeri müdahaleye uğramıştır. Aslında I. Dünya Savaşı’ndaki duruma benzer bir küresel hegemonya savaşı, Ortadoğu bölgesinde ABD müdahalesiyle başlamış durumdadır. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı siyasi statü işlevsiz, tartışılır hale gelmiş, bölge yeniden bir askeri çatışma süreci içerisine girmiştir.
I. Dünya Savaşı’nda bölgenin gücü olarak Osmanlı-İran İmparatorluğu varken şimdi dıştan gelen ABD müdahalesi karşısında İran ve Suriye gibi çok zayıf konumda olan güçler vardır. Dolayısıyla I. Dünya Savaşı’ndaki duruma göre bölge siyaseti daha güçsüz, zayıf durumdadır. Dış müdahale daha güçlü ve etkilidir.
Kuşkusuz ABD’yi yalnız başına bir devlet olarak görmemek lazım. Bir sistemin öncüsü olarak değerlendirmek gerekir. Zaten fiili olarak da İsrail ve İngiltere’yle birlikte tüm bu işleri yürütmektedir. Yine NATO’yu böyle bir süreçte istediği gibi kullanmaktadır. Dolayısıyla tüm bu güçlerin varlığı biçiminde ABD ele alınırsa Ortadoğu’ya yönelttiği müdahalenin, I. Dünya Savaşı’ndaki saldırı kadar önemli ve ağır olduğunu, hatta ondan daha ağır bir durumu ifade ettiğini insan rahatlıkla belirtebilir.
KÜRDİSTAN’DAKİ ASKERİ VE SİYASİ DURUM
Bunlar çerçevesinde Kürdistan’daki askeri ve siyasi durumu da kısaca şöyle ifade etmek mümkündür: Bilindiği gibi 1975 Cezayir Antlaşması’na dayalı olarak KDP yenilmiş, böylece isyanlara dayalı Kürt direnme süreci tamamlanmış, artık miadını doldurmuştur. Ancak daha sonra yeni tür ulusal bağımsızlık ve özgürlük arayışları, ulusal direnişler gündeme gelmiştir. Nitekim böyle bir durumda Kürdistan’ın yarıdan büyük parçası ve en büyük nüfusa sahip alanı olarak Kuzey Kürdistan’da KDP şahsında aşiretçi isyan çizgisi yok olurken, modern ulusal kurtuluş arayışları ve çizgisi Önder Apo ve PKK şahsında doğuş ve gelişme süreci içerisine girmiştir.
1970’lerin ikinci yarısında Kuzey Kürdistan’da başta gençlik olmak üzere giderek halk kitlelerine yayılan, yeni bir halk hareketi düzeyinde partileşme ve yeni bir özgürlük direnişi ortaya çıkmıştır. Bunu daha doğuş aşamasında şiddetle saldırıp yok etmek üzere sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti ve onun bağlı olduğu küresel kapitalist modernite sistemi, 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesini gündeme getirmiştir. Söz konusu darbeyle Kuzey Kürdistan’da ortaya çıkan yeni özgürlük akımları, örgütlenmesi ve mücadelesi ezilip yok edilmek istenmiştir.
Buna karşı bir yandan Arap sahasındaki çatışmalı durumun ve Filistin direnişinin imkânlarını değerlendirmeyi bilerek ve diğer yandan İran-Irak savaşının Kürdistan üzerinde yarattığı siyasi ve askeri etkileri yerinde ve zamanında görüp değerlendirerek, onlardan yararlanmayı bilme temelinde Önder Apo öncülüğündeki PKK, 15 Ağustos 1984 gerilla atılımını başlatmayı başarmıştır. TC. Devleti bu gelişmeyle karşılaşınca ‘85’ten itibaren PKK’ye karşı mücadeleyi NATO gündemine götürmüş, ’87-88’de NATO düzeyinde Almanya’daki Düsseldorf davasını da içine alacak şekilde PKK’ye karşı küresel bir saldırı planı oluşturulmuş ve olağanüstü hâl ilanı temelinde hayata geçirilmek istenmiştir.
Bilindiği gibi PKK, bu saldırıya karşı da direnip başarısız kılmayı başarmıştır. ABD öncülüğü, bu noktada başarısız kalınca bu sefer 1990 başında Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Körfez Krizi ve Savaşı’na dayalı olarak Çekiç Güç Operasyonu’nu örgütlemiş, Güney Kürdistan’da oluşturduğu yeni yönetimi TC. Devleti’yle işbirliği içerisine sokarak Ekim 1992’de “Güney Savaşı” dediğimiz karşı devrimci stratejik saldırıyı gündeme getirmiştir.
Aslında Güney Kürdistan’ın oluşumu, ABD ve TC. ile Çekiç Güç Operasyonu temelinde oluşturduğu birliği, PKK öncülüğündeki Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı stratejik bir karşı devrimci saldırı yapma hazırlığı anlamına gelmiştir. Böyle bir saldırıda PKK’nin askeri bakımdan stratejik hamle yapmayı ifade eden güçleri belli ölçüde darbelemiş olsa da PKK için öngörülen imha ve tasfiye gerçekleştirilememiştir. PKK öncülüğündeki gerilla direnişi söz konusu saldırıyı da bir biçimde kırmayı başarmıştır. Ardından ’93 Mart’ında Önder Apo’nun ilan ettiği Birinci Tek Yanlı Ateşkes’le birlikte ‘84’ten itibaren yürütülen gerilla direnişinin, gerilla üzerindeki etkisi büyük bir siyasi hamle olarak ortaya çıkmıştır. Bunu önlemek üzere ‘93 yazından itibaren Çekiç Güç Operasyonu’nu devreye sokan ABD, TC. ve Güney Kürdistan ittifakıyla yeniden PKK’nin gerillasını ezme ve imha etme amaçlı bir stratejik saldırı gelişmiştir. Bu temelde ’93-‘98 arası yoğun bir saldırı sürecidir. Bu süreçte sömürgeci-soykırımcı sistem, PKK’yi ve onun gerillasını ezebilmek için birçok plan, proje oluşturmuş, taktik planlar geliştirerek saldırı yürütmüştür. Bu saldırılarla gerillaya belli darbeler vurmuş olsa da onu ezme ve tasfiye etme hedefini başaramamıştır.
NE ZAFER NE DE YENİLGİ DURUMU
Buna karşı Önder Apo da TC’yi ateşkese ve siyasi çözüme zorlama amacıyla birçok taktik gerilla hamlesi planlamış, ’93-’98 arasında uygulamaya koymuş, bu planlamalar gerilla direnişini geliştirmiş, gerillayı yenilmez kılmış olsa da istenen siyasi hedefi gerçekleştirmeyi başaramamıştır. Dolayısıyla ‘98’e gelindiğinde Kürdistan’daki sömürgeci-soykırımcı sistemle Kürt özgürlüğünü sağlamak isteyen PKK hareketi arasında yürütülen mücadelede yeni ve önemli bir durum ortaya çıkmıştır. Önder Apo, o zaman bunu “Pata” durumu olarak tanımlamıştır. Yani ne zafer ne de yenilgi durumu. İki taraf için de geçerli olan durum buydu.
Taraflar, birçok askeri-siyasi taktik denemiş olsalar da hedefledikleri sonucu alamamıştır. Dolayısıyla savaş çözüm üretemez duruma düşmüş, tıkanmıştır. Önder Apo bunun da yozlaştırıcı etkilerinin olacağını, zararlı sonuçlar doğuracağını daha o zamandan değerlendirmiştir. Böyle bir tıkanmayı aşmak, yeni bir mücadele sürecini geliştirebilmek için 1 Eylül 1998’de Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes ilanında bulunmuştur.
Böyle bir ateşkes sürecine, sömürgeci-soykırımcı sistemin de belli bir oluru vardır. Her ne kadar tek yanlı ateşkes olsa da hem zindanlar hem de Avrupa üzerinden TC. Devleti siyasi ve askeri yetkililer nezdinde ateşkesin olması durumunda kendilerinin de olumlu karşılık verecekleri vaadinde bulunmuştur. Bunun üzerine Önder Apo, 1 Eylül 1998 Üçüncü Tek Yanlı Ateşkes sürecini geliştirmiştir.
Aslında bununla Kürt sorununa demokratik siyasi çözümün önünü açmak istemiştir. Nitekim komplocu güçler, Suriye’deki varlığı üzerine baskı ve saldırı yürüttüklerinde Avrupa’ya çıkışı böyle bir siyasi çözüm arayışı temelindedir. Fakat daha sonra görüldü ki aslında komplocu güçler, ateşkes arayışını biraz da komplonun bir parçası olarak geliştirmişlerdir. Nitekim ABD, 17 Eylül 1998’de KDP ve YNK liderlerini Washington’da bir araya getirdi ve yeniden anlaşma yaptırarak PKK’ye karşı ortak mücadeleye yöneltti. Uluslararası komplonun düğmesine KDP ve YNK liderleriyle birlikte bastı. Ardından da 9 Ekim 1998’de Önder Apo Suriye’den çıkmak zorunda kalıyor.
Uluslararası bir sistem olan kapitalist modernite ile PKK arasında nasıl bir ilişki ve çatışma düzeyi vardı, uluslararası komplo Önder Apo’yu neden hedefledi?
Kürt sorunu, I. Dünya Savaşı içinde ve sonunda oluşturulan küresel kapitalist modernite sisteminin ortaya çıkardığı bir sorundur. Kürdistan, bu sistem tarafından parçalanmış, Kürt halkı ve Kürdistan gerçeği bu sistem tarafından yok sayılmış ve Kürdistan parçaları farklı sömürgeci-soykırımcı ulus devletlerin egemenliği altına verilerek Kürt soykırımının bu temelde gerçekleştirilmesi öngörülmüştür. Dolayısıyla Kürt varlığını ve özgürlüğünü hedefleyen her türlü düşünsel, siyasi ve askeri eylem, kendisini söz konusu küresel-siyasi sistemle karşı karşıya bulmuştur. Kürdistan’ın değişik parçalarındaki her türlü özgürlükçü ve direnişçi kıvılcımı, küresel kapitalist modernite sistemi birlikte hareket ederek bastırmış ve ezmiştir.
Bu durum, 1925-’40 arasında Kuzey Kürdistan’da yaşanan direnişlere karşı yöneltilen saldırı açısından da Doğu Kürdistan’da Simko Şikakî öncülüğündeki Kürt direnişi ve Mahabad merkezli Kürdistan Cumhuriyeti girişiminde de Güney Kürdistan’daki isyancı süreçlerde de açık ve net bir biçimde yaşanmış ve görülmüştür. Nitekim en son Barzani önderliğindeki KDP’nin 1975 yenilgisi bu temelde ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar Kürdistan’ı bölüp parçalasa, her parçayı farklı bir ulus devlet yönetimine bıraksa da küresel kapitalist modernite sistemi, Kürdistan üzerindeki yönetimi kendisi yürütmüştür. Her parça üzerinde, o parçada egemen olan devletin uygulamaları olsa da Kürdistan için bütün parçaları içine alan ortak bir yönetim, I. Dünya Savaşı’ndan sonra her zaman var olmuştur. Küresel kapitalist modernite sisteminin öncülüğüyle Kürdistan üzerinde egemenlik sürdüren ulus devletlerden oluşan böyle bir ortak yönetim var olmuştur. Bu Sadabat Paktı’yla, Bağdat Paktı’yla, CENTO’yla 20. yüzyıl boyunca sürdürülmüştür.
Dolayısıyla Kürdistan’ın herhangi bir parçasında özgürlük için arayışa çıkan, eyleme kalkan her topluluk, kendisini böyle bir ortak yönetimle karşı karşıya bulmuştur. Söz konusu durum, Önder Apo öncülüğündeki PKK açısından da geçerlidir. PKK, her ne kadar Kuzey Kürdistan’da bir Kürt bağımsızlık ve Özgürlük Hareketi olarak düşünsel, örgütsel, eylemsel gelişme yaşamış olsa da ve bu temelde ilk elden kendisini faşist-sömürgeci-soykırımcı TC. Devleti’yle çelişki ve çatışma içinde bulsa da aslında her zaman karşısında küresel kapitalist modernite sistemi var olmuştur. TC. Devleti böyle bir sisteme sürekli dayanmıştır. Hatta TC. açısından bu durum, NATO’ya girmiş olması nedeniyle çok daha ileri bir siyasi ve askeri durumu ifade etmektedir.
KAYNAK: ANF/ BEHDİNAN
YORUM GÖNDER