ZYGMUNT BAUMAN İLE HER ŞEY ÜZERİNE RÖPORTAJ (6.BÖLÜM)
SİYASET
İktidar ve siyasetin bugün birbirinden koptuğunu iddia ediyorsunuz. Bu nasıl oldu ve ne anlama geliyor?
B: Yarım asırdan fazla bir süre önce öğrenciyken, ulus-devlet hala en yüksek kurumdu. Ekonomik, askeri ve kültürel olarak egemendi. Artık durum böyle değil.
Neden artık devlete inanmıyoruz?
B: 1970’lerde devlet, vaatlerini yerine getiremediği için popülerliğini yitirdi. Refah devleti düzeltilemezdi. Yeterli kaynaklara sahip değildi, insanlar devletin her şeye karar vermesinden ve özgürlüklerden yoksun bırakmasından bıkmış ve bunalmıştı. Ancak ufukta beliren bir mucize vardı: Serbest piyasa. “Deregülasyon yapalım, özelleştirelim. Piyasanın görünmez eline güvenelim, her şey yoluna girecek.” Düşünce buydu.
Daha önce zarar görmediyse, bu güven en son mali krizle kesin olarak paramparça oldu.
B: 2007-08’de kredi sisteminin ve bankaların çöküşü, artık devlete ya da piyasaya inanmamamız anlamında, 1930 ve 1960’ların krizlerinden farklı. Dolayısıyla bu dönemi İtalyan filozof Antonio Gramsci’nin kullandığı modern anlamda bir fetret dönemi olarak adlandırıyorum. Fetret dönemini, işleri yapmanın mevcut yollarının artık düzgün çalışmadığı, ancak yeni alternatiflerin de henüz icat edilmediği bir dönem olarak tanımlamıştı. Bugün böyle bir dönemde yaşıyoruz.
Ve bundan çıkış yolumuzu nasıl bulabiliriz?
B: Ne istemediğimizi biliyoruz ve çalışmayan şeylerden kaçıyoruz. Ama nereye koştuğumuzu henüz bilmiyoruz. Sosyolog Benjamin Barber’ın kısa süre önce yayınlandığı, kışkırtıcı bir başlıkla “Belediye Başkanları Dünyayı Yönetirse” adlı kitap çok ilgi çekici. Barber’ın fikri basit. Devlet düzeyinde, “yaşam politikası” düzeyinde yapılması gereken değişiklikler yapılamaz. Ulus-devlet ortaya çıktığında, bağımsızlık kazanmanın bir aracıydı. Ancak bugün bizim sorunumuz, hepimizin birbirimize bağlı olması ve egemen toprak devletinin birbirine bağlı sorunları çözmekten aciz olmasıdır. Bu aynı zamanda bireye toplumsal sorunların sorumluluğunu yükleyen “yaşam politikaları” için de geçerlidir. Gezegen düzeyindeki sorunlar kesinlikle bu şekilde çözülemez, çünkü sen de ben de -ve hatta ultra zenginler bile- bunu yapacak kaynaklara sahip değiliz.
KATİL İÇİMİZDE
Modernite ve Holokost kitabınızda, insanları endüstriyel ölçekte yok etme fikrinin modernitenin bir ürünü olduğu -yani özellikle Alman milliyetçiliğinin değil- kışkırtıcı tezini savunuyorsunuz. Öyleyse Auschwitz bugün hala mümkün olabilir mi? Evetse, hangi koşullar altında?
B: Modern çağ bir soykırım çağı değildir, sadece bu tür kategorik toplu katliamları gerçekleştirmenin modern yollarını mümkün kılmıştır. Fabrika teknolojisi ve bürokrasi gibi yenilikler sayesinde, özellikle dünyanın değiştirilebileceği hırsı sayesinde alt üst olmuştur. Ortaçağ Avrupa’sında inanıldığı üzere, Tanrı yaratımı insanların, hoşa gitmeyen bir şey olsa bile o’na karışamayacakları inancını artık kabul etmek zorunda değillerdi. Geçmişte sadece buna katlanmak zorundaydınız.
Dünyayı tam olarak istediğimiz gibi yeniden yapabiliriz.
B: Aynı nedenlerle modern çağ da bir yıkım çağıydı. İyileştirme ve mükemmellik için çabalamak, şeylerin mükemmel şemasında yer bulabilmesi pek mümkün olmayan sayısız insanı yok etmeyi gerektiriyordu. Yıkım, yeninin özüydü. Bütün kusurların yok edilmesi, mükemmelliğe ulaşmanın şartıydı. Bu konuda diğerlerinden öne çıkan girişimler, Naziler ve Komünistler tarafından üstlenilen projelerdi. Her ikisi de insanlık hali’nin düzenlenmemiş, rastgele ve kontrole direnen her unsurunu veya veçhesini kesin olarak ortadan kaldırmaya çalıştı.
Ama Haçlı Seferleri gibi daha önceki devirlerde insanlar cinayetleri Tanrı adına mı işlediler?
B: Modern çağın hırsı, dünyayı kendi yönetimimiz altına almaktır. Artık dümende biz varız, doğa değil, Tanrı değil. Tanrı dünyayı yarattı. Ama şimdi o yok ya da ölmüş olduğuna göre bunu kendimiz halletmeli, her şeyi yenilemeliyiz. Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi, daha büyük bir projenin yalnızca bir parçasıydı: Merkezdeki Almanlar’la birlikte tüm halkların yeniden konumlandırılması -kibirli olduğu kadar baş döndürücü ve canavarca bir girişim. Bunu gerçeğe dönüştürmek için kritik olan unsurlardan biri neyse ki şimdi yok: total güç. Böyle bir şey ancak Komünist Rusya’da veya Nazi Almanya’sında gerçekleştirilebilirdi. Mussolini yönetimindeki İtalya veya Franco yönetimindeki İspanya gibi daha az totaliter olan ülkelerde bu mümkün değildi. Bu unsur eksikti. Tanrı yardımcımız olsun da böyle devam etsin.
Nasyonal Sosyalist proje genellikle tam tersi olarak anlaşılır; barbarlığa dönüş, moderniteye ve modern toplumun temel ilkelerine karşı bir isyan. Onun meyvesi olarak değil.
B: Bu bir yanlış anlama. Bunların, bu ilkelerin son derece aşırı tezahürleri, amansızca radikal ve her türlü şüpheyi bir kenara atmaya hazır olmaları gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Nasyonal Sosyalistler ve Komünistler, o sırada diğerlerinin de yapmak istediklerini yaptılar -ikincisi yeterince kararlı ve acımasız değildi- ve daha az gösterişli ve daha az itici olsa da, bugün hala yaptığımız şeyi.
Bununla ne demek istiyorsunuz?
B: İnsan varoluşunun uzaklaşması ve meşgul olmayı sürdürdüğümüz insan etkileşiminin otomasyonu. Uzaklaştırma ve otomasyon teknolojisindeki ilerlemenin en önemli etkisi, eylemlerimizin ahlaki vicdandan, ilerleyici ve belki de durdurulamaz biçimde kurtulmasıdır.
ÇEVİRİ: N. TOYGAR ATEŞ
YORUM GÖNDER