HERKESİN KORKTUĞU DAİŞ İLE BİZ SAVAŞTIK
DAİŞ ve Faşist-soykırımcı AKP-MHP rejiminin ortaklığı temelinde Rojava Kürdistanı’na ve Kuzey-Doğu Suriye halklarına karşı saldırı başlattı. Zaten AKP’nin ideolojik olarak bu DAİŞ akrabalık bağı vardır. Türkiye’nin bunlarla yaptığı ticareti ve işbirliğini gösteren birçok belge de var. Musul Konsolosluğu’nda çalışan insanların bir süre DAİŞ tarafından el konulması, ardından Türkiye’ye döndürülmesi gibi, çok sayıda veri ve belge var.
8 Ağustos’tan 18 Ağustos’a kadar tam olarak 120 bin insan Şengal Dağı’ndan Rojava’ya tahliye edildi. Sonrasında da devam etti. Bu, herhangi bir devletin kolay kolay yapamayacağı büyük bir insani tahliye operasyonuydu. Bu seferberlik yine YPG’nin koridoru tutması, HPG'nin de Şengal Dağı’nı korumaya alması ve Egîd Civyan gibi zeki bir komutanın her şeyi yerli yerinde yönlendiren koordinasyonu sonucu bu büyük transfer gerçekleşti.
Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren bir zihniyet ve bunun yürütücü gücü olarak DAİŞ gerçeği neydi? Irak-Şam İslam Devleti olmak için yola çıkanlar nasıl katışıksız Kürt ve insanlık düşmanı oldu; yüzyılın en kanlı savaşı nasıl ve neden Kürdistan’a ulaştı?
Erdoğan rejiminin ideolojik ikiz kardeşinin insanlığa açtığı savaşa karşı PKK nasıl direnişe geçti? Bir tarafı Türkiye ve üç tarafı da DAİŞ tarafından kuşatılan Rojava kantonları bu terör denizinin ortasındaki adalar misali nasıl direndi? ABD, Türkiye, KDP ve YNK’nin tavrı neydi; PKK, çatışma-görüşme hattında nasıl ilerledi, bu güçlerle neler görüştü?
Merak edilen tüm bu soruları Kobanê zaferinin 7. yılında, yeni bir planın Hesekê’de hapsedildiği bir dönemde PKK Yürütme Komitesi Üyesi ve Kürdistan Halk Savunma Merkezi Karargah Komutanı Murat Karayılan yanıtladı.
Kobanê’nin DAİŞ işgalinden kurtarılışının 8’inci yılına girdik. Öncelikle hala Kuzey-Doğu Suriye’de varlığını koruyan DAİŞ’in ortaya çıkışını sormak istiyorum. DAİŞ nasıl ortaya çıktı, nerden zeminini aldığı ve gelişim aşamaları konusunda neler dersiniz?
Sorunuza yanıt vermeden önce, DAİŞ ve AKP-MHP rejiminin ortaklığı temelinde Rojava Kürdistanı’na ve Kuzey-Doğu Suriye halklarına karşı başlatılan saldırıda ve bu saldırıya karşı gelişen büyük kahramanlık direnişinde şehit düşen tüm yoldaşları, bütün direnişçileri saygıyla anıyorum. Onların sergilediği büyük fedakarlık ve kahramanlık sayesinde insanlık büyük bir beladan kurtuldu. Onların direnişi sadece Kürt, Arap ve Asuri-Süryani halkları için değil, bütün insanlık için büyük bir anlam ifade etmektedir. Kobanê şehir merkezinin kurtuluşunun yıldönümüne giriyoruz. Bu vesileyle Kobanê’deki kahramanlık direnişinin tüm şehitlerini Gelhat ve Arîn Mîrkanların şahsında saygıyla anıyor, anılarına bağlılık sözünü veriyorum.
Ayrıca 20 Ocak, Türk işgalci güçlerinin Efrîn’e başlattıkları saldırının dördüncü yıldönümüydü. Halkımız sokaklara dökülerek bunu protesto etti. Efrîn’de gelişen büyük direnişte şahadete ulaşan tüm kahramanları, Karker ve Avesta Xabûrların şahsında şehitleri saygıyla anıyor, onların anısının Efrîn’i özgürleştirme mücadelesinde yaşatılacağına dair inancımı vurgulamak istiyorum.
Bugün tüm dünyanın gözü önünde Türk sömürgeci-işgalci güçler ile beraberindeki faşist çetelerin Efrîn’de geliştirdikleri etnik temizlik, işkence, katliam, göçertme, mallarına el koyma, zorla insanları kaçırma ve fidye alma gibi vahşi uygulamaların bu çağda gerçekleşiyor olması, tüm insanlık için bir yüz karasıdır. Türk devletinin bugün Efrîn’de uyguladığı pratik, geçmişte Bosna Hersek’te uygulanan Srebrenitsa Katliamı’nın çok da gerisinde değildir. Efrîn’de bir vahşet uygulanmaktadır. Aslında Kürtler Efrîn’den çıkarılarak Türkiye’ye dahil edilmek istenmektedir. Efrîn’in işgalini unutmak ihanettir. Hiçbir Kürt Efrîn’in işgalini gündeminden çıkarmamalıdır. Diğer bir adı da Kürt dağı olan Efrîn’in, Kürtlerin yaşadığı bir mekan olarak kalması için mücadele etmek insan olmanın bir gereğidir. Bu temelde şu anda değerli Efrîn halkımızın Şehba’da ve yine Efrîn’in içerisinde yürüttüğü direnişi ve HRE güçlerinin direnişini selamlıyor, onlara üstün başarılar diliyorum.
2011 yılının başında Tunus’tan başlayarak tüm Ortadoğu, daha çok da Arap ülkelerine yayılan halk hareketine ‘Arap Baharı’ denildi. Fakat uluslararası hegemonik güçlerin, yine onların yandaşı olan kimi bölgesel güçlerin müdahaleleri, bu süreci çarpıtarak tersine döndürdü. Dolayısıyla 2011 yılında başlayan bu süreç, Arap Baharı değil, ‘Arap Karakışı’ haline dönüştü. Büyük tahribatlar, yıkımlar gelişti. Özellikle bu sürecin Suriye’de yarattığı büyük trajediler vardır. Faşist-soykırımcı AKP-MHP rejiminin de müdahale etmesiyle birlikte, bu trajedinin çok daha derinleşerek günümüzde devam etmekte olduğu bilinen bir husustur. Kendilerine selefi diyen El Nusra, Özgür Suriye Ordusu, İhvan-ı Müslimin, vb. El Kaide çizgisi doğrultusundaki birçok sözümona İslamcı olan ama esasen uygulamalarıyla vahşet sergileyen örgütlenmeler mantar gibi türedi. Bunların hepsinin sürecin bir gelişimi, doğal bir arayış sonucu ortaya çıkmış olduğunu söyleyemeyiz. Bunlar bir proje biçiminde bölge halklarına dayatılan bir strateji sonucu ortaya çıkan yapılanmalardır.
DAİŞ, başta, bunların içerisinde normal-sıradan bir örgüt durumundayken, birdenbire şişirilerek büyütüldü, önü açıldı. Kuşkusuz bu kadar maddi destek, silah olmazsa, bu tür örgütlenmelerin bu denli ortaya çıkması, hele hele DAİŞ gibi bir yapının güçlenerek neredeyse tüm Ortadoğu’ya egemen olmak istemesi gibi bir durum gelişemezdi. Yani bunu destekleyen, besleyen eller vardır. Özellikle 2014’ün başından itibaren DAİŞ’in Suriye’nin çeşitli yerlerinde resmen gidip oradaki iktidarı diğer örgütlerden adeta devralması, tamamen bir projedir. Sözümona Suriye muhalefeti olarak bilinen o örgütler Reqa’yı kurtarmış veya orada iktidar olmuş ama nasıl oluyor da hemen DAİŞ’e devredebiliyorlar! Ancak DAİŞ sadece Reqa değil, bu biçimde tüm alanlarda tek egemen güç haline getirildi. Bunun bir plan olduğu açıktır.
Ortadoğu’nun konumu ve hegemonik güçlerin bölge üzerine olan çekişmesi de herhalde bu tür çıkışların yapılmasına müsait bir zemin oluyor.
Ortadoğu’nun jeo-stratejik konumu; petrol, doğalgaz ve tatlı su gibi yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahip olması, onu cazibe merkezi haline getirmektedir. Zengin kültürü, doğal yaşamın ilk oluştuğu bir alan olarak toplumsal kültürün gelişkinliği ve yine üç semavi dinin bu zeminde ortaya çıkması bölgenin önemini daha fazla arttırmaktadır. Tarihsel bir temele dayanan, güçlü bir potansiyele sahip bir bölgeden söz ediyoruz. Bütün egemen güçler ve emperyalistler, hep Ortadoğu’ya egemen olmak istemişlerdir.
Şimdi de aynı şey söz konusudur. Yine bölge üzerinde egemenlik mücadelesi yürüten küresel ve bölgesel güçler vardır. İşte bütün bu gerçeklikler, aslında bölgede oluşan bu yapılanmaların alt zeminini oluşturan çeşitli gizli ve açık strateji ile taktiklerin bir sonucu olarak gelişmişlerdir. DAİŞ de böyle bir zeminden çıkmış bir yapılanma durumundadır. Hem de 11 Haziran 2014’te bir günlük bir operasyonla Musul’u ele geçirdi. 33 bin silahlı gücün koruduğu Musul’un, DAİŞ tarafından bu kadar kısa sürede ele geçirilmiş olması, sürecin en çarpıcı bir gelişmesiydi. Zaten Musul’un ele geçirmesiyle birlikte DAİŞ liderliği de kendisini açığa vurdu. İşte bir camide mesaj verdi. Artık giderek Irak-Şam İslam Devleti’nin tesisi ve gelişmesinin yaşanacağını her biçimde ortaya koydular. Irak ordusu bunlar karşısında tuz-buz oldu. Binlerce Irak askerini esir alıp infaz ettiler. Özellikle Şii olanları seçerek hepsini kurşuna dizdiler, kafalarını kestiler. DAİŞ tabi gittiği her yerde vahşet uygulayarak, katliamlar yaparak insanları sindirme ve kendini egemen kıldırmayı esas alıyordu. Adeta herkesin korkulu rüyası haline geldi. Sadece Ortadoğu’da böyle değil; aslında Avrupa’da da böyleydi. Mesela Paris, Amsterdam gibi kentlerde DAİŞ’liler 15-20 kişilik gruplar halinde havaalanlarına gidip, rahat bir şekilde uçağa binerek oradan İstanbul’a, İstanbul’dan kendilerine tahsis edilmiş otobüs ve özel araçlarla transit bir biçimde başkent olarak ilan ettikleri Reqa’ya geliyorlardı. Yani dünyanın yolu onlara açılmıştı.
Polis teşkilatları grup halinde hareket eden bunların DAİŞ’liler olduğunu bilmiyor muydu?
Biliyorlardı ama karışmıyorlardı. “Bizden uzak olsunlar; zaten çıkıp gidiyorlar; aman karışmayalım” diyorlardı. Yoksa kimliklerini, pasaportlarını sorsa ve incelese büyük bir çoğunluğununkinin zaten sahte olduğunu da görecek. Ama buna göz yumdular. Yani Avrupa ülkeleri de göz yumdu. İşte ‘gitsinler Irak’a ve Suriye’ye; bizden uzak olsunlar’ deyip karışmadılar. Onlardan korkuyorlardı.
AKP rejiminin DAİŞ ile ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Zaten AKP’nin ideolojik olarak bu akımla akrabalık bağı vardır. İlişkileri olmazsa nasıl Avrupa’dan İstanbul’a veya Ankara’ya gelip rahat bir biçimde konvoylar halinde sınır kapısı açılmış olan Akçakale-Tel Abyad yolundan Reqa’ya gidebiliyorlar. Ondan sonra Türkiye’nin bunlarla yaptığı ticareti ve geliştirdiği işbirliğini gösteren birçok belge de vardır. Musul Konsolosluğu’nda çalışan insanlara bir süre DAİŞ tarafından el konulması, ardından insanların sağlam bir biçimde Türkiye’ye döndürülmesi gibi, her biçimde Türk devletinin DAİŞ gerçekliğiyle görüşmeler içinde olduğu, içli dışlı olduğunu gösteren çok sayıda veri ve belge vardır.
DAİŞ nasıl bir strateji izliyordu; başlangıçta Suriye ve Irak topraklarında faaliyet gösterirken, neden birden yönünü Kürdistan’a çevirdi?
Şimdi DAİŞ’in Reqa ardından Musul’u işgal etmesi, aslında öngördüğü halifeliğin bir maketini oluşturdu. Dolayısıyla genişlemeyi ve giderek daha fazla kendini büyütmeyi hedefledi. Ama DAİŞ liderliği, bu noktada kendi stratejileri açısından büyük bir hata yaptı. Türk devletini dinledi; Türk devletinin yönlendirmesiyle, Bağdat’a ya da Şam’a yönelme planını değiştirerek yönünü Kürtlere döndü. Bunlar DAİŞ’in kendi içindeki yazışmalarda belgelenmiş bir durumdur. Özellikle DAİŞ’in daha sonra yönünün Kobanê’ye çevirmesinin tamamen Türk devletinin bir istemi olarak gündeme girdi. Şam’a değil de Kobanê’yi hedeflediler. Sadece Kobanê’ye değil, Şengal, Mexmûr, Hewlêr ve Kerkük’e yönelim de aynı yaklaşım çerçevesinde gelişmiştir.
Güney Kürdistan’a yönelik gelişen tehlikenin boyutlarını ilk nasıl fark ettiniz ve bu konuda neler yaptınız?
İlk olarak Önder Apo bu tehlikeye işaret etti. Özellikle Şengal’deki Êzîdî halkımızın büyük bir tehdit altında bulunduğu, orayı korumaya almamız gerektiği yönündeki perspektifleri vardı, bu bizim için bir talimat durumundaydı. Şengal, Irak ve Güneyli güçlerin denetiminde olan bir yerdi. Mexmûr ve Kerkük de hakeza. O zaman Güneyli güçlerle belli ilişkilerimiz vardı. Biz öneri olarak hem KDP’ye, hem de YNK’ye şunu söyledik: “DAİŞ Musul’u tuttu; Güney Kürdistan üzerinde, özellikle de Şengal üzerinde büyük bir tehlike var. Kendi gücümüzle orada savunma sistemine katılmak istiyoruz. Şengal için belli bir güç göndermek istiyoruz; ‘bunun için yolu açın’ diye öneri yaptık. Her iki örgüt de kabul etmedi. KDP, “hayır; öyle bir şeye gerek yok; Şengal’de binlerce pêşmerge ağır silahlarla gerekli tüm tedbirleri almıştır; Şengal’e dönük herhangi bir tehlike söz konusu değil; olsa bile savunma güçlerimiz yeterlidir; gereken cevabı verirler” biçiminde bize cevap verdi. YNK ise, “şimdi ihtiyaç yoktur; ihtiyaç olduğunda size bildiririz” biçiminde, deyim yerindeyse nazik bir tarzda önerimizi geri çevirdi.
Ne yaptınız peki?
Ama biz PKK olarak, hele hele söz konusu olan halkın savunması olduğunda kendimizi, dışımızdaki güçlerin iznine göre ayarlamayız. Her zaman öz gücümüze dayanarak olanaklarımızla yapmamız gereken çalışmaları planlayıp yürütürüz. Bu bizim için bir ilkedir. Dolayısıyla ilişkilerimiz bir ölçüde iyi olmasına rağmen Güneyli güçler onay vermeyince, olanaklarımızla oralarda herhangi kötü bir durum geliştiğinde müdahale edebilmemiz için öncü, daha çok komuta kademesinden oluşan tecrübeli bazı grupları hazırlayıp gönderdik. Daha önce çokça basına yansıdığı gibi 12 tecrübeli arkadaşı, kahraman komutan Dilşêr Herekol arkadaşın sorumluluğunda Şengal’e gönderdik. Yine komuta kadememizden 8 arkadaşlık bir grubu, mücadelemizde büyük emeği bulunan yiğit komutan Tekoşêr arkadaşın sorumluluğunda Mexmûr Kampı’na gönderdik. Aynı biçimde bir grubu da Kerkük’e gönderdik.
Tabi giden bu gruplarımız hazırlıklara başladılar. Hem alanı keşfetme, tanıma ve hem de yerel güçlerle ilişki çerçevesinde olası durum karşısında direnebilecek bazı genç grupları eğitme, savaşa hazırlama yönünde çalışmalar başlatıldı. Mexmûr’da zaten belli bir altyapı vardı. Bu arada Güney piyasasında bulunan silahları satın alıp Mexmûr, Kerkük ve çeşitli yerlerde yedek olarak hazırlıklar yaptık.
Şengal’e giden arkadaşlar 9-10 kişilik bir gençlik grubunu iyi eğittiler. Arkadaşlar alanı tanımışlardı. Ancak o arkadaşlardan 3’ü KDP’nin Şengal’deki güçleri tarafından yakalanmıştı. Aslında onlardan biri orada zaten toplum içinde çalışan bir arkadaştı. 2’si de bizim gönderdiğimiz gruptandı. Fakat geri kalanlar, orada eskiden beri toplumsal alan çalışmalarında bulunan birkaç arkadaş ile yurtsever insanlarla belli düzeyde çalışmalar yürüttüler. Bu konuda Şehit Sait Hesen’in çok önemli bir rolü vardır. Özellikle hem kendisi hem ailesi, aşireti, yardım-destek için giden bu grubu sahiplenme, saklama, yol gösterme, onlarla birlikte çalışma anlamında çok değerli, paha biçilmez katkılar sundular. Sait Hesen’in bu anlamda o gerçekleşen müdahalede çok önemli bir emeği ve rolü olmuştur.
3 Ağustos 2014 günü DAİŞ’in Şengal’e saldırısı gerçekleştiği zaman mevcut atmosferi nasıl özetlersiniz?
O dönemde DAİŞ yüksek bir moral ve motivasyonla her tarafa müdahale ediyordu ve hiçbir güç karşılarında duramıyordu. Ne Suriye ordusu, ne Irak ordusu, ne pêşmerge, ne de Suriye’deki bir sürü örgüt ve yapılanma; bunların hiçbirisi DAİŞ karşısında duramıyordu. Şengal’e saldırı karşısında pêşmerge güçleri fazla dayanamadı. Dolayısıyla hızla Şengal’i terk etmeye başladılar. Şimdi bu konuda biz bunları söylerken, herhangi bir kimseyi illa teşhir etmek için söylemiyoruz. Bu bir gerçeklikti. DAİŞ ciddi bir psikolojik üstünlük sağlamıştı. Gittiği yerde insanlarda korku yaratmak için önce bazı grupları yakalayıp vahşi bir biçimde kafalarını kesiyordu; bu biçimde korku salarak alacağı yere daha ulaşmadan insanlar kaçıyorlardı. Öyle bir noktaya gelmişti ki, DAİŞ almak istediği şehirler için öncesinden, gideceği tarihi belirtiyordu. Zaten o tarih gelmeden kaçan kaçıyor, kalanlar ise deyim yerindeyse şehrin anahtarını DAİŞ’e teslim ediyorlardı. İşte bu geri çekilen güçlerin bir çoğu da DAİŞ’le herhangi bir çatışmaya ve temasa girmeden kaçmışlardır. Hatta Musul’dan Mexmûr’a kadar çeşitli düzeylerde 22 yerleşim alanı var ve bütün buralarda Irak askeri güçleri vardı. Hiçbir yerde bir tek mermi patlatılmadan DAİŞ güçleri Mexmûr’a ulaşmışlardır. Mexmûr Mülteci Kampı’nda onlara karşı direnilmiş ve durdurulmuşlardır. Yani böyle dehşet verici bir güç olarak ortaya çıkan DAİŞ’e karşı en büyük güçler bile çekinir oldular. Demin belirttiğim gibi Avrupa’daki devletler bile karışmak istemiyorlardı; ‘beladır; belaya bulaşmayalım’ diyorlardı. Yerellerdeki güçler de dayanamıyordu zaten.
Şengal’e saldırı nasıl gerçekleşti?
3 Ağustos günü saat 9 sıralarında değerli komutan Dilşêr Herekol yoldaşın bize ulaşarak bu vahameti aktarması ardından biz kendisine, “Eğer biz taburlarla müdahale edersek siz öncülük yapabilir misiniz? Araziyi yeterince tanıdınız mı? Hakimiyetiniz ne kadardır? Bu konuda gücümüz açısından yaşanabilecek vahim durumların ve kayıpların oranı ne olabilir?” diye sorduk. Arkadaş hemen cevap verdi; “biz hazırız; araziyi tanıdık, belli bir hakimiyetimiz oldu; geldiğimizden beri yoğun bir çalışma yürüttük” dedi. Kendisine, “yerellerden sizinle kimse var mı?” diye sordum. Dilşêr arkadaş, “bizim burada eğittiğimiz 9 genç dışında yanımızda kimse yoktur” diyerek Memo arkadaşların bir grup arkadaşla Şengal’in başında bir yerde çatıştığını, kendisinin de Sinunê’de olduğunu bize söyledi. Sonradan anladık ki aslında bizimle konuşurken DAİŞ de kendisine yakınmış ve çatışır vaziyette o konuşmayı yapıyormuş.
Kısacası, ‘güçlerin gelmesi halinde güçlere öncülük yapabileceğini’ söyleyince, biz de “tamam; biz bu akşam hemen taburları yola çıkarıyoruz; bir taburumuz hazırdır; bu akşam onu karşılamalısınız” dedik. Çünkü bir taburluk gücümüz gerçekten Rojava hattında hazır bekliyordu. Bu biçimde müdahale kararını aldık. Tabi biz öğle saatlerinde KCK Eşbaşkanlığı’na da bu kararımızı bildirdik; arkadaşlar da cevaben ‘uygundur; gerekeni yapın’ biçiminde bize yanıt verdiler. Bunun üzerine güçlerimizi, Şengal’e müdahale etmek üzere devreye koyduk. Bilinen o Şengal müdahalesi bu biçimde gelişti. Yani ister sivil olsun isterse de askeri, herkes bir an önce Şengal’den çıkmak amacıyla kaçışırken, bizim güçlerimiz ise Şengal’e doğru bir koşuş halindeydi. Arkadaşlar Şengal zirvesinde kahraman Memo yoldaşın öncülüğünde çatışma durumunda olan 4-5 kişilik arkadaş grubuna ulaşmak için engel tanımaz bir biçimde hızla hareket ettiler. Hatta bazıları giden arkadaşları uyarıyor ve “önünüzde DAİŞ var, nereye gidiyorsunuz?” diyor. Ancak arkadaşlar kimseyi dinlemeden hızla ilerleyerek Şengal’deki arkadaşlara ulaşmayı başardılar.
Bu müdahale esnasında nasıl bir planınız söz konusuydu?
Bizim planımız öncelikle Şengal Dağı’nı korumaya alma biçimindeydi. Çünkü etrafı ovaydı ve DAİŞ’in elinde tanklar ve zırhlı araçlar vardı. Ancak bizim elimizde böyle imkanlar yoktu. Dolayısıyla biz ovayı değil, dağı savunmaya almayı planladık. Ona göre gücü yönlendirdik. Bu temelde alana ulaşan güçlerimiz önce dağı korumaya aldılar. Tabi DAİŞ dağı da ele geçirmek istedi; birçok kez hamle yaptılar fakat arkadaşlar vurdu ve bırakmadılar. Daha sonra da zaten 3 ay boyunca dağı ele geçirmek üzere hep saldırılarda bulundular. Ancak bizim güçlerin arazi üzerinde manevra ve savaş kabiliyeti DAİŞ’e göre çok daha fazlaydı. Onların o yönlü fazla tecrübesi yoktu. Dolayısıyla arazi çatışmasında, dağlık alanda yürütülen savaşta DAİŞ etkili olamayacağını anladı. Sonuç itibarıyla onlar şehirde ve ovada hakimiyet kurarken, biz dağda hakimiyet kurduk.
YPG güçleri sürece nasıl dahil oldu? YPG’nin müdahalesi de bu aşamada mı gerçekleşti?
Güçlerimiz dağda hakimiyet kurarken öncelikle tüm Şengal halkına, herkesin Şengal Dağı’na çıkması mesajı verildi. Herkes dağa doğru yöneldi. Özellikle Güney hattındaki ova köyleri ve şehir halkı bu biçimde dağa yöneldi. Ama bu kez dağda on binlerce insan birikti; su ve gıda sorunu vardı. Bunun için çağrılarımız oldu. Ama ciddi herhangi bir destek gelmedi. Bazı helikopterler gelip havadan su attılar ama bu sular yeterli olmadığı gibi, hatta o su balyalarından biri insanların üzerine düştü ve o nedenle de 2 kişi yaşamını yitirdi. Büyük bir trajedinin yaşanması an meselesiydi. Susuzluktan dolayı çoğunluğu çocuk ve ihtiyar olmak üzere ölümler başladı.
Bunun üzerine Rojava’daki YPG Komutanlığı’na başvurduk. Onlar zaten süreci izliyorlardı; bizim gönderdiğimiz arkadaşlar önce Rojava’ya geçip, orası üzerinden Şengal’e gidiyorlardı. Biz onlara, destek sunmalarını, Şengal ile Rojava’nın bir nahiyesi olan Cezaa arasında bir koridor açılmasını önerdik. Onlar da ‘tamam’ dediler ve güçlerini devreye koydular. Orada, eskiden Saddam’ın elinde olan bir kale vardı; DAİŞ orayı tutmuştu. İçerideki arkadaşlar, oranın alınması halinde koridorun oluşacağını belirttiler. Oraya saldırılarak alındı ve o kaleye YPG’li güçler yerleşti ve hat boyu gerekli diğer yerlerde tutuldu, bu biçimde koridorun güvenliği alındı. Böylece koridor da oluşturulmuş oldu. Bu biçimde, daha önce yürüyerek Şengal’den çıkmak isteyen kişilerin artık araçlarla çıkış yapma imkanı sağlanmış oldu.
Zannedersem çıkış yapmak için Şengal’de araç imkanı yoktu...
Evet. Bu konuda Rojava yönetimi tüm Rojava halkına, kamyonu, otobüsü ve binek aracı bulunan herkesin Şengal’deki halkımızı kurtarmak üzere devreye girmesi yönünde çağrı yaptı ve gerçekten de binlerce araç devreye girdi. Böylece Şengal’de açlık ve susuzlukla karşı karşıya olan insanların Rojava’ya aktarımı başladı. Tabii her gelen araç beraberinde erzak ve su da getiriyordu. 8 Ağustos’tan 18 Ağustos’a kadar geçen 10 günlük zaman içerisinde tam olarak 120 bin insan Şengal Dağı’ndan Rojava’ya tahliye edildi. Sonrasında da devam etti. Bu, herhangi bir devletin kolay kolay yapamayacağı büyük bir insani tahliye operasyonuydu. Fakat halkın gücü, Rojava’daki halkımızın duyarlılığı ve imkanları; yine YPG’nin koridoru tutması, HPG güçlerinin de Şengal Dağı’nı korumaya alması ve Egîd Civyan gibi zeki bir komutanın her şeyi yerli yerinde yönlendiren koordinasyonu sonucu bu büyük transfer gerçekleşti.
O dönemde koridordan çıkmayıp, güçlerinizle birlikte Şengal Dağı’nda kalan insanlar da oldu. Bunu nasıl sağladınız?
O zaman tüm halkın Şengal’i terk etmesinin iyi olmayacağını, bir daha geri dönüşün zor olacağını düşündük. Bunu değerli öncü yoldaşımız Zeki Şengali arkadaşla da paylaştık. O da uygun gördü. Zaten müdahale güçlerinin komutanı olarak Egîd Civyan arkadaş da Şengal’de süreci yönetiyordu. Biz Egîd ve Dilşêr arkadaşlara bu öneriyi sunduk; herkesin gitmemesi gerektiğini; bakabileceğimiz kadar insanın dağda arkadaşlarla kalabileceğini belirttik. Koridor açılmış olduğu için belli düzeyde erzak da götürülebiliyordu. Eğer çok fazla sayıda kişi kalsaydı herkesin ihtiyaçlarını karşılamak zor olabilirdi ama 10 bin kadar kişinin kalması halinde bu insanlarımızın ihtiyaçlarını karşılayabileceğimiz yönünde görüş bildirdik. İşte onlar da Sait Hesen arkadaşla tartışıyorlar; Sait Hesen kendisinin, ailesinin ve aşiretinin kalacağını söylüyor. Yine başka bazı aile ve aşiret çevreleri de bu öneriyi kabul ettiler; bu temelde Serdeşt Kampı’nda 10 bin kadar kişi kaldı; diğer tüm halkımız ise Rojava’ya taşındı.
Koridordan insanların çıkış yapması ardından, tekrar kapanması süreci oldu. Bu süreçte yaşananlar hakkında neler belirtirsiniz?
O arada DAİŞ’li teröristler dağı ele geçirmek için çeşitli kollardan müdahaleler, yani saldırılar yaptı. Çatışmalar oldu. Şengal’in zirvesinin bütün stratejik yerlerini HPG’li güçlerimiz tutmuşlardı. DAİŞ’in yaptığı bütün müdahaleler kırıldı. Böyle olunca DAİŞ, ‘’siz kimsiniz, devletler bile bize karşı duramıyor; siz kim oluyorsunuz da böyle direniyorsunuz” dercesine kapsamlı bir güçle koridordaki güçlere saldırdı. Bu saldırı karşısında koridordaki YPG güçleri zor durumda kaldılar. Şehadetler yaşandı. Hatta bir kaledeki güçler DAİŞ’liler tarafından kuşatmaya alındı; ancak kapsamlı bir karşı saldırı ile o arkadaşlar kurtarıldı. Nihayetinde koridor savunmasını yapan güçler geri çekilmek zorunda kaldılar ve koridor kapandı.
Esas olarak koridoru Rojava tarafından kesmek için Cezaa şehrine çok ağır yüklenimler oldu. Orada YPG’nin büyük bir direnişi oldu. Eğer Cezaa’yı alsalardı, aslında koridoru tümden kesebilirlerdi ama Cezaa’yı alamadılar. YPG orada büyük bir direniş sergiledi; Cezaa’nın hemen hemen bütün evleri, binaları yerle bir oldu. Salt burada YPG 80 civarında şehit verdi ama Cezaa’yı savundu ve bırakmadı. Ancak yaşanan bu savaş sürecinde Şengal’e doğru uzanan ova kesimindeki hatlar demin belirtiğim gibi düştü ve koridor kapandı. Böylece Şengal Dağı kuşatmaya alınmış oldu. Zaten artık karadan ulaşım mümkün değildi. Havadan ise Irak helikopterleri birkaç sefer gidip geldi. Fakat yeteri kadar erzak zaten çekilmişti. 3 ay bu biçimde bizim arkadaşlarımız ve oradaki halk kuşatma içinde kaldı. DAİŞ, Şengal Dağı’nı tam kuşatmaya alınca artık sonuç alacağını düşündü ve çeşitli saldırılar yapmaya devam etti. Ancak bütün saldırıları kırıldı ve hiçbir sonuç alamadı.
DENİZ KENDAL/ZAGROS
KAYNAK: ÖZGÜR POLİTİKA
YORUM GÖNDER