ÖZGÜRLÜK DAĞLARINDA 8 MART’I KARŞILAMAK BAŞKADIR
8 Mart’ı özgür dağlardan selamlamak ve coşkuyla kutlamak en anlamlı karşılamalardan olmalı. Dağlar kadar dimdik, dağlar kadar görkemli, dağlar kadar doğal ve dağlar kadar direngen karşılama kadın gününü. Kadınlığın kutsandığı, yaşamı kutsayan kadınların zamanından kalanlarla karşılama… Geçmiş ile geleceğin bir arada olduğu mekanlarda her şeyin kıymeti yerli yerindedir, olduğu gibidir. Olan ya baş tacıdır, saygıda kusur edilmez ya da katı ahlaki değerlerle ret edilir, uzak tutulur. Doğru doğrudur. Güzel de güzel. Bunun için de kutsaldır. Zararlı olan kötüdür, lanetlidir. Bu gerçeklik Ana Tanrıça’nın kendisidir, yaşam ahlakıdır. Yani özgürlüktür.
Bu topraklarda doğa, Ana Tanrıça, dağlar ve insanlığın eşdeğer olduğu zamanlar İnanna’nın zamanlarıydı. Şimdilerde her türlü saldırıya karşı direniş kalemiz olan ve yaylaların da halaylar çektiğimiz dağlarımız… Toplumsal özgürlüğün kadın etrafında örüldüğü ve kadınların ilk kutsal değerlerinin yaratıldığı mekanlar. Bütün bunların farkındalığıyla kadın özgürlüğüne kilitlenmek, 8 Mart’ı selamlamak, binlerce yıllık kadın özünü soluklanmak gibi. Hem İnanna’yı hem de Güldünya’ları aynı anda kucaklamak gibi. Ana Tanrıça’nın Zilan’ların, Viyan’ların şahsında yeniden canlanması gibi. Tüm zamanların ve tüm mekanların kadın duruşunun yekvücut olması gibi. O nedenle dağlarımızda savaşan kadın olmak; fabrikalarda emeği sömürülen ve sonra katledilen kadınların öfkesi ve intikamı olmaktır. Cadı diye yakılan kadınların büyülerini yenilemek, otlarından ilaçlar yapıp, yaşamı düzenlemek, ezeli ve ebedi düşünmektir. Çarlığa isyan eden kadınların umut olması, savaşçı olması, kendisi olabilmesidir. Dağlarda savaşmanın, yaşamanın güzelliği; özünden, heyecanı; evrensel aşkın duyumsamasından, sevgisi; tüm yaşayanlarla yaşamı paylaşmaktan, öfkesi; çalınan değerlerinin farkındalığından, savaşçılığı; tüm bunların harmanında iradeleşen kadının azametli dağlarla yoldaşlığındandır.
Kapitalizmin beton dünyasından bakınca bunlar hayali soyutlamalar gibi görülebilir, hiç anlamlı gelmeyebilir de. Ama açıktır ki o beton sokaklardan kadın özgürlüğüne, özüne ve direnişine bakmak da çok farklıdır. Yeşilliği yok. Karası, grisi çoktur. Kadın tarihini renklerle irdelemeye çalışırsak eğer, renk cümbüşünden siyah-beyaza kaydığını görmemiz zor olmayacaktır. Yeşilin, sarının, kırmızının, mavinin, morun ve bunların birbirini tekrar etmeyen bin bir tonlarının olduğu zamanlarda yaşama farklı bir coşku verdiği, varlığı görme zevkini ve istemini en üst düzeye çıkardığı, yaşamın güzel olduğu kuşkusuz. Buna karşılık çepeçevre beyaz duvarların, siyah örtülerin, gri demir yığınların etkinliğinde ne gözler varlığın güzelliğini görmek için bakabilir ne de diller görmediği güzellikleri dillendirebilir. Kadın gününün dünya çapında kabulü ve kutlanmasına vesile olan şey işte bu karartılmış yaşama başkaldıran kadınların verdiği bedellerdir. 8 Mart, tüm benliğiyle var olmaya çalışan kadınların anısına mücadelelerinin devamlılığını sağlama ve renkli dünyayı yeniden yaratmanın ifadesidir.
Kapitalizm her şeyin içini boşaltıp anlam yoksunu haline getirdiği gibi, 8 Mart’ı da kof bir nezaket gününe çevirmeye çalışıyor. Adeta bu günün kibarlığını, diğer tüm günlerin egemenliğini meşrulaştırması için kullanıyor. Üstelik öyle bir hava yaratmıştır ki sanki direnen, kanı dökülen, büyük acılar çeken kadınların anısına kadın yoldaşları tarafından başlatılmış bir gerçek değilmiş gibi, erkeklerin bu günü kadınlara verdikleri bir çiçek misali, bir lütuf gibi sunuşları… Aslında o çiçekler zaten kadın dünyasınındır. Bu sistemde erkeklerin yalanlarını gizleme, af ettirme veya kadınları kandırma aracı hep çiçekler olmuştur. Hem kadına hem de çiçeklere hakaret referansları…
Kadınların son yüzyılda yaşamın bütün alanlarına katılımını kapitalizmin ilericiliği ve medeniyet düzeyine bağlar. Ama aslında bu sistemin kadınları cehaletten kurtardığı, onu bilimle buluşturduğu iddiası bir uydurmadır. Kadınlar eğitim, seçme-seçilme hakkını büyük direnişler sonucu kazanmalarından öncede kapitalizm vardı. Hem de sistemleşmiş olarak vardı. Ama kadınların üniversitelerde okuma, kütüphanelere tek başına girmeye, felsefeyle uğraşmaya hakkı yoktu. Oy kullanma, herhangi bir siyasal zeminde aday olma hatta kürsüye çıkıp toplumsal sorunlara kadın bakışı ve yaklaşımıyla çözümler sunma hakkı da yoktu. “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.” Diyen Olimpe De Geus’ların kafalarının giyotinle kesilmesi, birçok kadının ağır işkencelerden geçmesinden sonra mücadelenin durmaması, yükseltilerek büyütülmesinden dolayı kadınlar siyasete katılma hakkını kazandılar. İnsan hakları(erkek hakları) beyannamesine ölümü pahasına kadın haklarının yerleşmesinden sonra kadınlar insan olma hakkını elde edebildi. Kapitalist sistem sadece fabrikalara aldı kadınları. O da ucuz iş gücü ve işsizler ordusuna alternatif olabilmesi için. Ağır bir sömürü kurbanı olarak yani.
Ataerkil bir zihniyete dayanan bu sistem elde edilen kazanımları kendine mal etmekle kalmadı, bu kazanımları kendi lehine çevirerek kadınları daha fazla metalaştırmanın aracı haline getirdi. Toplumsallaşan, yaşamın çeşitli alanlarına katılan kadınların özgürlük düzeyi artacağına, atomize edilen yığınlara kadınların katılımı dokunulmadık, sömürülmedik hiçbir yanının kalmamasına sebep oldu. Bu anlamda son derece yanıltıcı karekterli olan kapitalizm, kadınla barışık gibi görülen ama aslında kadın düşmanı olan bir sistemdir.
Dağlarda kadın dirilişi, öz dayanakları üzerinden yaşadıkça sistemin bu gerçeğini daha çıplak görmek mümkün oluyor. Sistemle kıyaslanabilecek bir alternatif yaşam seçeneğinin olması köleleşmeye, metalaşmaya, taciz ve tecavüzlere mahkum değiliz tercihini geliştiriyor. Bu nedenle doğanın canlı ve olağanüstü çeşitliliğinin bağrında yaşıyor iken bu düzenin erkeklerinin bir demet çiçeğine hiç ihtiyaç kalmıyor. Yani günlük olarak işleyen sistemin yalan çarkının dışında bakabilme imkanı, yıllardır süren mücadelemizin önderi Reber Apo ve binlerce kadın şehidimizin onurlu yaşam ve zafere kilitlenen savaş tarzı sayesinde oluşmuş durumda. Şunu ifade etmek yerinde olur; kadın özgürlüğünün amaçlanması, iddia düzeyi ve entelektüel düzeyin yüksekliği kadar sistemin el atmadığı özgürlük alanlarının yaratılması ya da var olanların yeniden diriltilmesi de önemlidir. Mekan zemindir. Özgür yaşam alanının varlığı, özgürlük mücadelesinin kendi ayakları üzerinde durmasını ve sağlam bir zemine basmasını sağlar. Kuşkusuz kadınların köleliğe karşı direnişi şu veya bu düzeyde dünyanın bir çok yerinde yaşandı, yaşanıyor. Ama kabul etmek gerekir ki Önder Apo toplumsal devrimlerin başarısı için bakir toprakları adres gösterdiği gibi kadın kurtuluş mücadelesinin kalıcı sonuçlara ulaşabilmesi için kapitalizmin en zayıf olduğu mekanları esas almak gerekir. Sistem karşısında bakir ama insanlık açısından ana kaynak olan topraklar bu formülün en ideal zeminidir.
Öyle ki tüm direniş mevzilerini birleştirebilecek, kadın özgürlük değerlerini toparlayabilecek, sistem çarklarının işleyemeyeceği, yalanlarının tutmayacağı, ulaşamayacağı değerlerin ateş haline gelmesi belki de kadın özgürlük direnişinin en önemli kazanımlarındandır. Elbette ki bu zafer değildir. Mücadele, siyasal, ahlaki, öz savunma ve entelektüel boyutlarda çok daha güçlü devam edecektir, ediyor. Bu noktada kesinti olmaz demek belki yerinde olmayabilir ama sağlam temellere dayandığını ve mevcut kazanımları toplumsallaştırma ihtimalinin yüksek olduğunu ifade etmek, doğru ve savunulması gereken bir iddiadır. Önder Apo’nun ve Zilan, Viyan, Nuda, Sema, Nucan’ların izinde ideolojik, politik, ahlaki temelleri güçlü oluşan direniş örgütümüzün kazanımları büyüttüğü ve şimdiye kadar hiç olmadığı kadar toplumsallaştırdığı açıktır.
TEKOŞİN OZAN
YORUM GÖNDER