TÜRK ORDUSU ZAP’TA KİLİTLENMİŞTİR
Gerillaların Zap ve Avaşîn’de işgalci, soykırımcı, sömürgecileri cezalandıran görkemli bir savaş yürüttüğünü belirten PKK Merkez Komitesi Üyesi Hêlîn Ümit, Türk ordusunun ise 90’lı yılların motivasyonunu kaybettiğini söyledi.
Kürt toplumunun ve insanlığın Zap ve Avaşîn’de süren savaşın sonuçlarından etkileneceğine işaret eden Ümit, ‘Pençe-Kilit Operasyonu’ dedikleri saldırıyla savaşı ileriyle taşımak istiyorlar. Fakat orada kilitlenecekler. Türk ordusu orada kilitlenmiştir. İlerleyememektedir, adım atamamaktadır, atamayacaktır da” dedi.
PKK Merkez Komitesi Üyesi Helin Ümit, Medya Haber Tv’den Gazeteci Serdar Eren’in gündeme ilişkin sorularını yanıtladı.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a karşı yürürlükte olan tecrit ve işkence sisteminin hukuksuzluk ve uluslararası komplo boyutu gündemdeki yerini koruyor. Gelinen aşamada İmralı tecridinin bir mücadele ve hak arama gündemi olarak ulaştığı kapsayıcılık düzeyi nedir? Tecritten muaf bir toplumsal kesim ve alan kalmış mıdır?
Öncelikle ben İmralı’da tarihin görülmemiş, eşi benzeri olmayan bir direniş sergileyen Önderliğimize selam ve sevgilerimi belirtmek istiyorum. İmralı işkence sistemi diyoruz, İmralı soykırım sistemi diyoruz, İmralı tecrit sistemi diyoruz. Şu önemli; İmralı gerçekliğini doğru tanımlamak hem halklarımız hem de mücadele yürüten güçler açısından önem taşımayı sürdürüyor. Ben şöyle söyleyebilirim; İmralı’daki soykırım sisteminin birçok yönü aslında açığa çıkarıldı. Hem hareketimiz tarafından açığa çıkarıldı hem de Önderliğimizin yürüttüğü mücadele çerçevesinde açığa çıkarıldı. Fakat ne kadar doğru anlar, ne kadar İmralı’da gerçekleşen politikaların ulaşmak istediği sonuçları idrak edersek, aslında o kadar da cevap olabiliriz.
Bu konuda halen eksikliklerin sürdüğünü de belirtebilirim. Her şeyden önce şunu anlamak lazım; İmralı’da bir bireye karşı bir politika yürütülmüyor, İmralı gerçekliği böyle bir gerçeklik değil. O yüzden mevcut hukuk sınırlarında yürütülen mücadelenin de bir anlamı var fakat karşılığını vermiyor. Bu anlamıyla İmralı işkence sistemini, İmralı soykırım sistemini anlamaya tanımlamaya çalışırken en fazla Önderlik gerçeği üzerinde yoğunlaşmaya, Önder Apo’nun başta Kürt halkı olmak üzere, kadınlar, gençler, bölge halkları açısından ne anlam taşıdığını doğru ifade etmeye, doğru anlamaya ihtiyacımız var. Bu konuda belli gelişmeler var. Son yıllarda yürütülen mücadele ile, özellikle uluslararası komploya karşı yürütülen mücadele ile birlikte açığa çıkarılan çok önemli bir deneyim ve birikim var. Fakat halen içerdiği anlama uygun bir yaklaşım sergilemekte de yetersizlik yaşayan yaklaşımlarımız var. O anlamıyla Önderliğimizin şöyle bir eleştirisi var tabii; ‘’Neden beni anlamak istemiyorsunuz?’’ Yani Önderlik gerçeğini doğru anlamaya ihtiyacımız var.
İmralı soykırım sistemi, uluslararası güçler tarafından Türkiye’ye verilen rol çerçevesinde geliştirilen bir sistem. Dünyada bunun benzeri yok. Bununla ne yapılmak isteniyor? Birincisi, Kürdistan’daki soykırım sonuca götürülmek isteniyor. Neden? Çünkü Önder Apo Kürt halkının varlık ve özgürlük savaşımını gerçekleştirdi. “Önder Apo’nun İmralı soykırım sisteminde tutulmasının temel nedeni nedir” diye sorarsak hangi cevabı verebiliriz? Kürt halkını talepli kılmaktan, özgürlüğü için mücadele etmekten başka ne gibi bir durum açığa çıkardı ki? Hırsızlık mı yaptı, rantçılık mı yaptı, başkalarının değerlerine el mi koydu? Ne yaptı? Önder Apo açısından sistemin ceza kesmesinin, bu kadar ağır bir saldırı mekanizmasının altında tutulmasının nedeni, Kürt halkı başta olmak üzere kadınları, gençleri, insanlığı, halkları özgürlüğün farkına vardırmasıdır. Onun için böyle bir yaptırım içerisindedir. Bunu anlamadan, bunu fark etmeden, böyle bir değerlendirme gücüne ulaşmadan aslında İmralı soykırım sisteminin ne anlama geldiğini de fazla çözümleyemeyiz, karşısında da duramayız. Bunun için uluslararası komplonun başladığı günden günümüze kadar geçen süre içerisinde aslında bu yönlü önemli bir yoğunlaşma, tartışma, gündem, mücadele, fedakarlık, bedel açığa çıktı. Onun açığa çıkardığı bir anlam gücü oldu. Fakat gelinen aşamada Türk özel savaş sistemi, Önderliğin durumunu bireysel bir şeye indirgeyerek aslında bunu ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tabii Kürt halkı bu konuda duyarlı. Giderek uluslararası kamuoyunda da bu konuda farkına varma gelişiyor. Mesela, Önder Apo’yu iki şekilde tanımlamak mümkün: Bir, ‘Demokratik Konfederalizm’in Önderliği’ dedi. Önderlik kendi yaşamını hep bir özgürlük arayışı olarak tanımladı.
İMRALI SİSTEMİ SADECE İMRALI’YLA BAĞLANTILI DEĞİL
İçinde bulunduğumuz dünyada kapitalizmin açığa çıkardığı gerçeklik, tüm dünya insanlığını çok ciddi bir bunalımın içerisine itmiş durumda. Neredeyse savaşın, sömürünün olmadığı, şiddet ve yıkım sarmalının içine girmeyen alan kalmadı. Dünya çapında bu böyle. Buna karşı çözüm arayışları da ciddi sıkıntılar taşıdı. Evet, geçen yüzyıl içerisinde bu konuda ciddi arayışlar oldu ama bunlar sonuç itibarıyla kapitalist sistem karşısında, sömürü sistemi karşısında, uluslararası sermaye sınıfı ve egemen güçler karşısında ciddi sonuçlara ulaşmadı. Bu konuda esas çözüm gücünü ortaya çıkartan, yeni bir çıkışı ortaya çıkartan, Kürdistan merkezli, Önder Apo’nun Demokratik Konfederalizm çıkışı oldu. O anlamıyla aslında İmralı soykırım sistemi uluslararası güçler tarafından özenle oluşturuldu ve Önderlik Türkiye’ye teslim edildi. Bir yönü bu. İkinci yönü de; bölgesel çapta Önderliğin taşıdığı rol ve önem. Önder Apo demokratik ulus önderi olarak açığa çıktı. Kürt halkının demokratik ulus önderi olarak açığa çıktı. Ve bu aslında bölge halkları açısından birlikte ve ortak yaşamanın modelini oluşturdu. Şimdi tüm dünya sistemi, kapitalist dünya sistemi açısından belirtiyorum, hegemonyasını neye dayandırıyor? Halkları karşı karşıya getirmeye, halkları birbirine kırdırmaya. Burada da Kürt halkına biçilen kader çok kötüdür. Düşünün, tarihin en eski halkından bahsediyoruz. Kürtler bu coğrafyanın en kadim halkı, ilk halkı belki de. Toplumsallığı yaratan ilk halk. Fakat özelde son iki yüz yıl içerisinde Kürt halkı kadar da haksızlığa uğramış başka bir gerçeklik, başka bir halk gerçekliği yok. Gerçekten tarihin en mazlum halkı diyebiliriz. Son iki yüz yılın en mazlum halkı. Neden bu böyle? Çünkü üzerinde yaşadığı coğrafya, yani evi, yani ülkesi parçalandı, 4 farklı egemen ülkenin denetimine verildi. O anlamıyla da çatışmanın merkezine koyuldu. Yani ne öldüren ne de yaşatan bir konum. ‘Arafta olmak’ deniliyor ya, bundan daha kötü bir konumlanma yoktur. Yani bir halkı soykırımdan geçirebilirsiniz, ortadan kaldırabilirsiniz. Var böyle örnekler. Tarihte olmuş yani. Bunu bile insan bir yere oturtabilir. Fakat bu şekliyle ne öldüren, ne yaşatan, ne varlığını kabul eden ne de tümden bitirebilen... Böyle bir gerçeklik içerisinde kalmak zulümdür. Önder Apo’nun demokratik ulus önderliği olarak çıkışı Kürt halkını mevcut bu statüden, bu kötü kaderden çıkarma durumu hedef olmasının da temel nedeni. Bu pozisyon aşıldı mı? Hayır. Hala uluslararası komplocu güçler, Türk devleti, bölgedeki ulus-devletler bu statünün devam etmesini ve Kürtler üzerindeki soykırım saldırılarının sonuca ulaşmasını istiyor. O anlamıyla, bu saldırı, İmralı işkence ve soykırım sistemi sadece İmralı’yla bağlantılı değil. Kapsamı çok geniş.
KÜRT HALKININ İRADESİ KIRILMAK İSTENİYOR
Bugün belki Türkiye halkı çok fazla farkında değil, yani bazı kesimler bunun farkındalar. Ama doğrudan Türkiye halkının yaşamını etkileyen bir gerçeklik konumundadır İmralı işkence sistemi. Kürt halkı bunun farkında. Yani Kürt halkı Önderlik’le kendisi arasındaki ilişkiyi biliyor. Kendisine yapılan uygulamanın Önder Apo’ya, Önder Apo’ya yapılan uygulamanın ve saldırının da kendisine geliştiğini biliyor. Fakat ne yazık ki Türkiye halkı çok yoğun özel savaş saldırılarıyla çok fazla bu gerçekliğin farkında değildir. Türkiye’de yaşanan ekonomik, sosyal kriz, cinsiyetçilik, Türkiye’deki herkesin herkesle savaş hali, bunların temel nedeni İmralı’daki soykırım sistemi. Çünkü o sistem var oldukça Kürtlere, halklara, özgürlük güçlerine karşı saldırı bu düzeyde devam ettiği müddetçe demokrasiye, özgürlüklere, halkların kendi kimliğiyle yaşamasına, halkların özgürlük eğilimine alan açılmadıkça, bunu yaratmadıkça Türkiye halkı gün geçtikçe daha da geriye gidecektir. Bu anlamıyla İmralı’daki soykırım sistemi başta Kürt halkı olmak üzere, Türkiye halklarına geçirilmiş bir deli gömleğidir. Yani bu şekilde tutulmak isteniyor, bu şekilde kontrol altına alınmak isteniyor. Bu şekilde aslında teslim alınmak isteniyor. Bu konuda şunu da söyleyebilirim; Önderlik kendi pozisyonu için dedi ki ‘’benim buradaki pozisyonum rehine pozisyonudur’’. Biliyorsunuz, rehine ne için tutulur? Şantaj yapmak için. Bir muhatap vardır, o muhataptan bir şeyler almak, onu bir şeye getirmek için rehin tutulur. Önder Apo’nun pozisyonu da böyledir. Önder Apo, İmralı soykırım sistemi içerisinde rehine statüsündedir. Bu haliyle de Önderliğe dönük yaklaşımlarla Kürt halkı ve Kürdistan özgürlük hareketi PKK’nin iradesi kırılmak istenmektedir. Fakat herkes, başta da bu işin uygulayıcıları şunu bilmeli ki; Önder Apo bu işi başından çözmüştür. Kimse Önder Apo’yu bu şekilde ne etki altına alabilir ne de bu herhangi bir yönlendirmeyle ömrünü adadığı ve kendisini yeniden yarattığı mücadeleye karşı hale getirebilir.
Denizler’den Hakiler’e büyük devrimci önderlerin şehadet ayı olarak sahiplenilen Mayıs ayı, aynı zamanda ortak mücadele iradesi ve kurtuluşun birlikteliğinin sembolü. Devrim şehitleri ve birleşik devrimci mücadele açısından Mayıs ayını doğru temelde sahiplenmenin günceldeki karşılığı nedir?
Mayıs ayı büyük şehitlerimizin olduğu bir ay. Hem Kürdistan Özgürlük Hareketi hem de Türkiye devrimci hareketi açısından bu böyle. Dünya devrimleri açısından da Mayıs, hareketli bir ay olmayı her zaman sürdürmüş. Bu kapsamda öncelikle heval Haki’yi minnetle, saygıyla anıyorum. Yine Denizler’i, Hüseyin’i, Yusuf’u, İbrahim’i saygıyla anıyorum. Onların mirası olmasaydı, PKK bugün bu şekilde bir hareket olarak gelişemezdi. Bu anlamıyla Önder Apo, mücadelenin başladığı ilk günden günümüze kadar Türkiye devrimci hareketi ile Kürdistan devrimci hareketi arasındaki ilişkiyi diyalektik tarzda yorumladı, değerlendirdi ve o temelde geliştirdi. Hiçbir zaman kopmadı. Kürdistan devrimini hep ayrı, hep dışındaymış gibi göstermeye çalışıyorlar. Fakat birbiriyle bütünlüklü, birbirini besleyen, simbiyotik bir ilişki içerisinde ilerleyen bir gerçekliği var Türkiye ve Kürdistan devriminin. Mayıs ayı şehitleri kapsamında en son Zap’ta şehit düşen arkadaşlarımızı da saygıyla anıyorum. Şehitler ayındayız. Yeni şehitlerimiz oluyor. Çok görkemli bir direniş var. Bu kapsamda Heval Rêber’i, Heval Armanc’ı, Heval Mizgin’i, en son dün ilan edilen Heval Viyan’ı, onların şahsında bütün özgürlük şehitlerini saygıyla anıyorum.
HEVAL HAKİ’Yİ İYİ TANIMAMIZ LAZIM
Heval Haki’yi iyi tanımamız lazım. Önderlik, Heval Haki için “gizli ruhum” dedi. Biliyorsunuz Heval Haki Karadenizliydi; Orduluydu. Demokratik sol hareketler içerisinde yer alıyordu. Önderlik ile tanıştıktan sonra son nefesine kadar Önderlik’le yürümeyi, hem de zafer çizgisinde yürümeyi başaran yoldaşlardan, önderlerden bir tanesi oldu. O açıdan Heval Haki ile Önderlik ilişkisi, Türkiye ile Kürdistan devrimi ilişkisinin oluşmasında çok belirleyici bir yerde duruyor.
Önder Apo bir değerlendirmesinde şöyle ifade ediyor: “Grup aşamasına geldiğimizde ve grubun Türkiye’deki hareketlerden ayrı yol alacağı, kendisini ayrı bir hareket olarak isimlendireceği açığa çıktığında hem Heval Kemal’e hem Heval Haki’ye Türkiye devrimi için mücadele edebileceklerini, bunun da önemli olduğunu söyledim”. Fakat Heval Haki bu yolu tercih etmedi. Şimdi bu neden böyledir? Bugün Türkiye’de çok ciddi bir demokrasi krizi var. Çok ciddi bir özgürlük sorunu var. Türkiye toplumunun ekmek-sudan daha acil ve daha öncelikli olarak özgürlüklerini geliştirme sorunları var. Bunlar olmadan ne ekmek, ne aş, ne herhangi bir maddi imkana kavuşmak çok fazla mümkün değildir. Bu konuda ciddi bir kafa karmaşası var. Bunun yolu da Kürdistan’daki özgürlük mücadelesinin başarısından geçiyor. Bu, Türkiye halkının kaderi Kürdistan’a bağlanıyor diye anlaşılmasın. Bu tür tartışmalara girmek çok doğru değil. Şu anda Türkiye’de mevcut iktidar, AKP-MHP faşizmi ve geçmiş iktidarlar da dahil ne yaptılarsa Kürtlere karşı savaşı, Kürt soykırımını sonuca götürmek için yaptılar. Yani Türkiye’deki mevcut karanlığın temel sebebi, Kürtlere karşı yürütülen savaştır, soykırım savaşıdır. Bunun önüne geçmeyen hiçbir devrimci, hiçbir demokratik duruş, aslında kendi halkına da hizmet etmiyor demektir. İşte Heval Haki, Kemal şahsında açığa çıkan bu oldu. Bu gerçekliği çok erkenden farkettiler. O yüzden Türkiye devriminin yolu Kürdistan’dan geçer. Hani şimdi son dönemlerde söyleniyor ya, ‘Türkiye demokrasisinin yolu Amed’den geçer’ diye. Bu anlamıyla, eğer biz birleşik mücadeleden bahsedeceksek, bir ayağı budur. Fakat bu, herkesin Kürdistan’a gelip silahlı mücadeleye katılması demek değildir. O da anlamlıdır ama esas mesele o değil. Türkiye’de bu hakikati daha fazla açığa çıkarmak, Türkiye toplumunu bu temelde örgütlemek, bilinçlendirmek, mevcut iktidarın, özellikle de son dönemde artık gittikçe tavan yapmış olan AKP-MHP faşizminin savaş politikalarına karşı durmakla mümkündür. Yani bugün Türkiye’de halklar eğer şu noktaya gelirlerse; Erdoğan çıktı dedi ya, “Siz bir merminin fiyatını biliyor musunuz”, savaşa karşıt hale gelirse, o zaman hem Kürdistan’da ciddi gelişmeler açığa çıkacak hem de Türkiye’deki sorunların çoğu aslında çözüme kavuşabilecek.
DEVRİMİN YOLU BİRLİKTE MÜCADELEDEN GEÇİYOR
Denizler’in idam sehpalarında Türkiye ve Kürdistan halklarının kardeşliğine, onların bağımsızlık mücadelesine vurgu yapması boşuna değildi. Bir hakikatin farkına varmışlardı. Zaten Önder Apo da şunu hep ifade ediyor: ‘’Onlar ki idam sehpalarında bunu haykırdılar, ben artık böyle duramazdım’’. Yani kendisini mücadeleye daha fazla sevk eden bir gerçeklik olarak Denizler’in, Yusuflar’ın, Hüseyinlerin, İbrahimler’in mirasını öne çıkarıyor.
Sonrasında bu mirasa yeterince sahip çıkamayan bir Türkiye devrimci hareketi geleneği oldu. Kürdistan devrimine, PKK’ye yaklaşımda ciddi eksiklikler yaşandı. Bugün ulaştığımız bir ittifak düzeyi var çeşitli alanlarda. Çok önceleri Önder Apo bunun arayışı içerisindeydi. Gelişebilirdi ve çok daha erken sonuca gidebilirdi. Mayıs ayını baştan sona kaplayan şehitler vesilesiyle şunu söylemek istiyorum; mücadele birliği çok önemli. Yani eğer Türkiye demokratik devrimi gerçekleşecekse, Kürdistan’da varlık ve özgürlük savaşımı sonuca ulaşacaksa, bunun yolu birlikte mücadeleden geçiyor.
DEMOKRASİ İTTİFAKI GEZİ DİRENİŞİ’NDE AÇIĞA ÇIKTI
Mayıs ayı, aynı zamanda Gezi Direnişi’ni de içinde barındırıyor. 2013’te 27-28 Mayıs tarihlerinde başladı Gezi Direnişi. Gezi Direnişi’nin de doğru anlaşılması lazım. Bu vesileyle orada katledilen gençleri saygıyla anıyorum. Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Berkin Elvan ve diğerleri…Binlercesi yaralandı, tutuklananlar oldu. Çok önemliydi. Gezi’nin sonuçlarını da çok iyi değerlendirmemiz lazım. Neden Gezi Direnişi açığa çıktı? Nasıl gelişti? Bazıları ‘Türk Baharı’ diyordu. Arap Baharı’na atfen öyle söyleniyordu. Gerçekten önemli bir deneyimdi. Mayıs ayında böyle bir deneyimin yaşanmış olmasını, devrimci geleneği, devrimci mücadeleyi, devrimci tarihi, şehitleri eğer doğru anlamlandıracaksak, haklarını vereceksek bu deneyimi de doğru değerlendirmemiz ve sonuçlarını açığa çıkarmamız gerekiyor.
Gezi Direnişi açısından şunu söyleyebilirim. Bugünlerde davası da sonuçlandı, fakat tüm bunlara rağmen çok önemli bir deneyim olarak görmek lazım. ‘Demokrasi İttifakı’ dediğimiz şey aslında Gezi’de açığa çıktı. Mesela bugün demokrasi ittifakı tartışılıyor. Türkiye’nin gündemindedir. İşte HDP’nin gündemindedir. CHP dönem dönem ifade ediyor. Demokrasi ittifakı nedir diye sorulacak olursa, Gezi’de bunun açığa çıktığını rahatlıkla ifade edebilirim. Gezi ruhunu yakalamak, demokrasi ittifakına giden yolu açmak demektir. Neden bu böyle? Çünkü Gezi’de temel paradigmatik konularda tepki konulmuştur, duyarlılık gösterilmiştir. Neydi bu? O dönem yine AKP iktidarının tekçi politikaları öndeydi, anti-demokratik karakteri çok fazla gün yüzüne çıkmıştı. Buna karşı çok ciddi tepki açığa çıkmıştı. İnsanların yaşam tarzına, neyi konuşacaklarına, neyi seçeceklerine varan bir müdahale, milliyetçi-dinci çizgide bir müdahale açığa çıkmıştı, ki bu halen devam ediyor. Orada tepkinin bir yönünü bu oluşturuyordu. Gezi’yi açığa çıkaran, Gezi’yi Gezi yapan şeylerden biri, faşizmin ortaya koyduğu politikalara karşı tepkiydi. Bunu kabul etmemeydi.
İkincisi neydi? Ekolojik refleksler vardı. Bu da önemli. Yani düşünün; ekoloji bizim soluduğumuz havadır. İçinde yaşadığımız evimizdir. Yani bu kadar talan edilen, bu kadar ayaklar altına alınan, bu kadar çirkinleştirilen ve yaşanmaz kılınan… Ekolojik kriz çok ciddi bir kriz. O anlamıyla İstanbul’un göbeğinde böyle bir tepkiye sahip olabilmek önemliydi, önemli bir duyarlılıktı. Bunun sonucunda mesela şu gelişti; tamam Gezi Direnişi tüm taleplerinde sonuca ulaşamadı fakat bir ekolojik duyarlılık yarattı. Hala bugün Türkiye’de Kaz Dağları’na dönük, Karadeniz’de yapılan HES’lere dönük, birçok maden inşaatına dönük eylemler devam ediyor. Bunun temelleri biraz Gezi’de atıldı. Orada açığa çıkan kolektiflerde atıldı. O anlamıyla ekolojik duyarlılığı açığa çıkaran bir oluşum oldu.
Üçüncüsü, kadın katılımı çok fazlaydı Gezi Direnişine. AKP-MHP faşizminin ortaya koyduğu cinsiyetçi politikalara, kadını hor gören, aşağılayan, aslında dinci kodlarla kadını toplumsal yaşamın dışına iten, o anlamıyla üzerindeki şiddeti de erkek egemenliğini de meşrulaştıran politik söyleme, politik duruşa karşı bir tepki olarak da açığa çıktı. Bu da çok önemliydi. O anlamıyla, Gezi’de ekolojik, kadın özgürlükçü ve demokratik talepler bir araya geldi. Gezi’de o potansiyel açığa çıkınca çeşitli provokasyonlar, çeşitli kesimlerin içine dahil olması veya mal edilmesi çabası oldu. Ama esasta Türkiye toplumunun demokrasi arayışı ve talebini ifade ediyordu.
Peki nereden güç aldı Gezi? Bazıları dış güçlere, dış mihraklara bağlıyor. Fakat Gezi, esasta yürüttüğümüz mücadelenin bir yansıması olarak açığa çıktı. Yani bir defa o dönemde İmralı’da görüşmeler vardı. Bu, Türkiye toplumunun demokrasi söylemini, arayışını açığa çıkardı. Toplumda bir rahatlamayı açığa çıkardı. Kendi taleplerini daha özgüvenli bir şekilde dile getirme pozisyonunu ortaya çıkardı. Güç verdi, toplumdaki farklılıkların, çeşitliliklerin açığa çıkmasına fırsat verdi. Öyle bir, yumuşak zemin diyeyim, savaşın olmadığı bir zemin sundu. Türkiye toplumu derin bir nefes aldı ve kendisini dillendirebildi. Dikkat edin, şimdi kimse savaşa karşı ağzını açamıyor, açtırmıyorlar. En fazla da bu savaş Türkiye toplumunu eziyor, baskılıyor, iradesizleştiriyor, çirkinleştiriyor. Oysa Gezi’de açığa çıkan çok güzel kolektifler vardı, paylaşımlar vardı, komünal yaşamın örnekleri vardı. Deneme yaptılar yani, gençler deneme yaptı. Başka bir Türkiye’ye doğru adım atmak istediler. Bunun cesaretini veren tabii ki Kürdistan’da yürüyen özgürlük mücadelesi oldu. Bu mücadelenin açığa çıkardığı sonuçlar vardı. Yani Türkiye’de özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını hem felsefi düzeyde hem teorik düzeyde tartışmaya koyan Hareketimiz dışında başka bir güç yoktur. Diğerleri birbirinin tekrarıdır. Bu anlamıyla, orada çıkan yeniliğin kaynağında böyle bir gerçeklik vardır. Mesela kadın özgürlük hareketimiz çok ciddi anlamda Türkiye kadınını, Türkiyeli kadınları etkilemiştir.
Bir de tabii Rojava Devrimi de etkiledi. Bölgedeki gelişmeler, ‘Arap Baharı’ denilen o gelişmeler de etkiledi Gezi Direnişi’ni. Fakat bunun bir örgütlülüğe dönüşmemesi, sistematik olmaması, kendiliğinden olması ve öyle kalması yanlıştı. Mesela Gezi’de açığa çıkan potansiyeli kimse örgütleyerek açığa çıkarmadı, kendiliğinden açığa çıkan, bir birikimin sonucu olarak açığa çıkan hareketlilikti. Bir programa dönüşmesi, onun bir hedefler bağlamında ele alınması gerekirdi. O olmadı. O anlamıyla değerlendirilmesi gereken, sonuç çıkarılması gereken yönlerinden biri bu olabilir. Fakat onun yansıması HDK (Halkların Demokratik Kongresi) ve HBDH’de (Halkların Birleşik Devrimci Hareketi) vardır. Mesela HBDH’de yer alan örgütler açısından da ifade edeyim, bir çok örgüt Gezi’de açığa çıkan potansiyel üzerinden güçlendi ve böyle bir birleşik mücadeleye cesaret edebildi. Birçok genç orada aldığı moral ve motivasyonla geldi Rojava’ya, orada savaştı ve şehit düştü. Yani Gezi’nin daha sonrasında açığa çıkan sonuçları oldu. Bunları özgürlük hareketimiz olarak değerlendirdik tabii. Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nde daha ileri bir sıçramaya taşırarak sonuç almak istedik. Bu halen devam ediyor. o anlamıyla, Gezi’nin mirasına kim sahip çıkıyor derseniz, Gezi’yi kim temsil ediyor derseniz, HBDH’de mücadele eden güçler olarak bunu yaptığımızı söyleyebiliriz.
ŞEHİTLER KÖPRÜSÜ ÇOK SAĞLAMDIR
Güncelde bu mücadeleler nasıl devam etmeli? Şunu söyleyebilirim; şehitleri çok doğru anlamak lazım. Türkiye devrim şehitlerini de doğru anlamak lazım, Kürdistan devrimi olarak, PKK olarak Haki Karer’den günümüze binlerce şehidin açığa çıkardığı gerçeklikleri doğru anlamamız lazım. Önder Apo, “Şehitler özgür yaşama giden köprüyü kurdular” diyordu. Gerçekten bu köprü çok sağlamdır. Binlerce şehidiyle bu köprü çok sağlamdır. Üzerinde yürümeyi ve özgür yaşama ulaşmayı bilmek gerekiyor. Şehitlere verilecek en anlamlı karşılık bu. Bu anlamıyla her alanda örgütlü mücadeleyi geliştirmek, Kürdistan’daysak kendi iç birliğimizi geliştirmek, güçlendirmek, mücadele etmek, şehitlerin açığa çıkardığı değerlere sahip çıkmak, bunları soykırımcı sömürgeciliğin eline bırakmamak gerekli. Eğer başka yerlerde mücadele ediyorsak, Türkiye’de, Avrupa’da, dünyanın herhangi bir yerinde mücadele ediyorsak, halklarla birlikte mücadeleyi geliştirmek için de her türlü çabayı göstermek gerekli. Çünkü uluslararası sistem toplumsallığı, toplumu parçalayarak, halkları birbirine düşmanlaştırarak sonuç almak istiyor. Milliyetçilikten beslenerek ayakta kalmaya çalışıyor. Bu nedenle ne kadar halkların kardeşliği temelinde birlikte mücadeleyi geliştirirsek, o kadar kapitalist sömürü sistemini ve onun politikalarını boşa çıkarmış olacağız, şehitlerin özlediği birlikte yaşam projelerini bulunduğumuz her alanda geliştirebileceğiz.
Yapılan gerilla eylemlerinin görüntüleri ulaşıyor ve yayınlanıyor. Buna mukabil bazen devlet yetkililerinin itirafları, bazen de korucuların tepkileri biçiminde kamuoyuna işgal ordusunun içinde bulunduğu duruma ilişkin veriler yansıyor. Tüm bu bilgilerle birlikte, Avaşîn ve Zap savaşını geldiği aşama itibarıyla nasıl değerlendirmek gerekir?
Ben öncelikle Zap’ta, Avaşîn’de, Metîna’da, Xakurkê’de savaşın içerisinde bulunan tüm arkadaşlarımızı saygıyla selamlıyorum, sevgilerimi belirtiyorum.
Tarih yazıyor arkadaşlar. Önderlik bir savunmasında şöyle ifade ediyor: “Tarih sürekli çalışan bir silahtır, fakat önemli olan silahın kendisi değil, tetiği tutan eldir.’’ Yani onlar şu anda tarihi yazan el oluyorlar. Sonuçları daha sonra ortaya çıkacak bir gerçeklikten bahsediyoruz. Fakat sizin de ifade ettiğiniz gibi, şimdi de basına yansıyan görüntüler var. Kürt toplumu, insanlık, halklar bu savaşın sonuçlarından doğrudan etkilenecek, etkileniyor. Arkadaşlarımızın çok görkemli bir intikam savaşı yürüttüklerini söyleyebilirim. İşgalcileri, soykırımcıyı, sömürgeciyi cezalandırıyorlar. Basın da, medya da öyle işliyor, bu gerçekliği ortaya koyuyor zaten. Gerçekten şimdiden pişman olduklarını söyleyebilir insan. Zaten çok fazla da sesleri çıkmıyor dikkat ederseniz. Sınırlı işliyor Türk basını, çok geniş yer vermiyor. Eğer gerçekten sonuç alsalardı böyle mi olurdu? Sonuçta şöyle bir isim koydular; ‘Pençe-Kilit Operasyonu’ dediler. Bu operasyonla birlikte aslında kendileri açısından Kürdistan Özgürlük Hareketi’ne karşı, PKK’ye karşı, Kürt halkına karşı yürüttükleri savaşı ileri bir aşamaya taşımak istiyorlar. Böyle bir amaçları var. Fakat orada kilitlenecekler. Bunu söyleyebilirim. Yani şu ana kadarki tablo öyledir. Türk ordusu orada kilitlenmiştir. İlerleyememektedir, adım atamamaktadır. Atamayacaktır da.
TÜRK DEVLETİ PARAYLA BU SAVAŞI SONUCA GÖTÜREMEZ
Savaşın şimdiden sendroma dönüşen yönleri vardır. Türk ordusu eski motivasyonunu kaybetti zaten savaşta. 90’lı yılların motivasyonu yoktur. Ordunun yapısını da, biliyorsunuz, bozdular. Paralı askerliğe çevirdiler. Parayla bir cinayet şebekesi kurdular. Herhangi bir etik değerden yoksundur bu güçler. Ve böyle bir savaşa yüce idealleri, amaçları olmayanların dayanması mümkün değildir. “Gerilla buna nasıl dayanıyor?’” diye sorulacak olursa; PKK büyük amaçları, idealleri, hayalleri olduğu için, özgürlüğe aşkla bağlı olduğu için dayanabiliyor. Yoksa hiç kimse dayanamaz. Parayla bu iş yapılamaz. Parayla bu savaş sonuca götürülemez. Bu, tarihte sabit bir gerçekliktir. Kapitalizm her şeyi ve herkesi parayla satın almak isteyen bir sistem. Türkiye kapitalizme tümden teslim oldu aslında. AKP-MHP faşizmi aslında sermaye kesimlerinin halklara karşı yürüttüğü savaşın adı. ‘Para-Komutan Çağı’ dedi Önderlik. Her şeyi paranın komutanlığında yürütmek istiyorlar. Nerede takılıyorlar; PKK’ye geldiklerinde, yine halkların yaşayan değerleri karşısında afallıyorlar. O anlamıyla, bu ordu mantığı, paralı ordu mantığı ile herhangi bir sonuç alamazlar, alamayacaklar.
Evet, bizim de şehadetlerimiz, kayıplarımız oluyor. Bu, savaşın doğasında var. Fakat biz fedai bir gücüz. PKK fedai bir güç. Gerilla fedai bir güç. PKK’de yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak felsefesi geçerlidir. Önder Apo bunu böyle belirledi. Yaşam ya özgürce olacak ya olmayacak. Soykırımı tanımlayıp soykırımla yaşamak insanlıktan düşüş halidir. Eğer siz kendi konumunuzu, halk olarak, soykırım diye tanımlıyorsanız ve bunu böyle kabul ediyorsanız, karşısında hiçbir şey yapmıyorsanız, siz insanlıktan düşersiniz. Ahlaken düşüş yaşarsınız. Ve böyle bir ahlaki düşüşü Kürt toplumu, Kürt gençleri, Kürt kadınları kabul etmiyor. Bunun somut ifadesi de bugün Avaşîn’de, Zap’ta açığa çıkan savaşta dile geliyor. O anlamıyla bu savaş daha uzun süre sürecek ve sonuç alana kadar da devam edecektir. Sonuçları da kapsamlı olacak. Arkadaşlarımızın da ifade ettiği gibi AKP-MHP faşizmi Zap’ta yenilecek. Yani orada kırılacak. Herkes bu savaşın sonuçlarını şu an takip ediyor. Uluslararası güçler de takip ediyor. Türkiye içerisindeki iktidar blokları da takip ediyor. Halklar da takip ediyor. O anlamıyla sonuçları kapsamlı olacak. Fakat ben bu noktada şunu söylemek istiyorum; yani kimin takip ettiği, nasıl yaklaşacağı önemli değil de, üzerimize düşen görevler ne, yapılması gerekenler ne? Biraz bu konulara ilişkin birkaç şey vurgulamak istiyorum.
DEVRİMCİ HALK SAVAŞI TOPLUMSALLAŞMALI
Bu savaşın önemli bir kısmı Bakurê Kurdistan’da yürüyor. Savaş sadece Avaşîn’de, Zap’ta değildir. Bu konudaki yanılgının aşılması lazım, bu konudaki yaklaşımların düzeltilmesi lazım. AKP-MHP faşizmi şöyle bir izlenim yaratmaya çalışıyor; Türkiye’de bütün kontrolü sağlamış, içeride mutlak bir sessizlik var, her şey süt liman, istikrar var, herşey oturmuş, bir tek ekonomik kriz kalmış geriye. Çünkü gündeme sürekli bunları atıyorlar. Fakat durum böyle değil. Esas savaş alanı Türkiye ve Bakurê Kurdistan’dır. Savaşın esası orada yürüyor. Şu an Güney’de yürüyor gibi, Güney’e sarkmış gibi görünüyor. Evet Başûr’da da yürüyor. Fakat dikkat edin; geride bıraktığımız bir ay içerisinde askeri operasyonun olmadığı alan kalmadı. Halen de devam ediyor. Geçen gün Lice’de bir operasyonun başlayacağı söyleniyordu mesela. İşte Serhat’ta, Botan‘da oldu. Yani savaş Bakurê Kurdistan’ın içindedir, Türkiye’nin içindedir. Esast bu konuda herkesin üzerine düşeni yapması lazım. Evet, kader belirleyici bir savaş sürecinin içerisindeyiz. Biz bu sürecin içerisine yeni girmedik, fakat özgün ve önemli bir aşamasını yaşıyoruz. Gelinen aşamada Devrimci Halk Savaşı’nın toplumsallaşması lazım. bu her vicdanlı Kürt’ün, her demokratik insanın, gerçekten özgürlük peşindeki her bireyin boynunun borcudur. “Ben özgürlük istiyorum, kimlik istiyorum, demokrasi istiyorum” deyip kimse yerinde duramaz. “Ben soykırımı kabul etmiyorum, onurumla, kimliğimle yaşayacağım” deyip kimse yerinde duramaz. Burada bir çelişki var. Böyle deyip durmak, kişilikleri parçalar. Daha açık söyleyeyim, ikiyüzlü kılar. Eğer sen inandığın, düşündüğün gibi yaşamazsan kişiliğin parçalanır. Hastalıklı bir kişilik şekillenmesi olur. O anlamıyla, eğer biz böyle bir duruma düşmeyi istemiyorsak Bakur’da, Türkiye’de herkesin kendi mücadele görevlerine sahip çıkması gerekli. Bakurê Kurdistan’da, Türkiye’de PKK’li olan, ‘PKKliyim’ diyen, o sıfatla hareket eden var; o zaman herkesin devrimci halk savaşına göre kendi çalışmalarını yürütmesi, buna göre savaşı topluma taşırması gerekir. Yani durup beklenecek bir zaman değildir.
2022 yılı tarihi bir yıldır; 2023’ü belirleyecektir. 2023, TC açısından önemli bir tarih. 2023 yılında Kürt soykırımını sonuca götürerek cumhuriyeti yeniden inşa etmek istiyorlar. Soykırım temelinde yeniden inşa etmek istiyorlar ve bunu açık söylüyorlar. Biz de 2023’e giderken 2022 yılında ortaya koyduğumuz mücadele ve savaş duruşuyla Türkiye’nin demokratikleşmesini, Kürdistan’ın özgürleşmesini gerçekleştirmek istiyoruz. O anlamıyla, savaşı kendi dışında gören yaklaşımların kesinlikle, muhakkak, hızla aşılması lazım. herkesin kendi görevlerine sahip çıkması ve düşmana vurmayı başarması gerekiyor. Düşmana sadece silahla vurulmaz. O bir vurma biçimi ama başka vurma biçimleri de var. Yani niye şimdi Bakurê Kurdistan’da serhıldanlar olmasın, niye toplumsal hareketlilik olmasın? Gerçekten kaybedecek neyimiz var bizim? Biz varlığımızı, kimliğimizi, ulusal onurumuzu kaybettikten sonra neyimiz olabilir? Hangi ekonomik varlığımız olabilir? Ekonominin toplumsal kimlikle çok yakından bağlantısı var. Yani yaşam biçimiyle, demokrasiyle bağlantısı var. Bu kadar anti demokratik bir Türkiye’de ekonomi demokratik dağılım içerisinde olabilir mi? Elbette ki enflasyon böyle olacak. Elbette ki gelir dağılımı bu kadar birbirinden farklı olacak. Uçurumlar olacak. Elbette ki zengin daha zengin, yoksul daha yoksul olacak. Bu faşizmin doğasında var, mayasında var. Soykırımcılığın kodlarında var. Böyle olmazsa zaten diğerini yapamaz. O yüzden başta Bakurê Kürdistan’daki herkes, yani halkımız, kadınlar, gençler, bir gelecek ideali olan, gelecekte onurlu ve güzel yaşamak isteyen, refah içerisinde yaşamak isteyen herkesin bu savaşa karşı yaklaşımını ortaya koyması gerekli.
KADIN ORDULAŞMASI MODERN GERİLLACILIĞIN ÇEKİRDEĞİ
YJA-Star bu savaşın, özgürlük cephesinden doğru en önemli gücü olarak öne çıkıyor. Diğer taraftan da erkek egemen devletin özellikle kadını hedef alan provokasyon ve saldırıları var. En son HDP Genel Merkezi’ne dönük, mizansen biçiminde gerçekleştirilen provokasyonda polisin HDP’li milletvekili Ayşe Acar Başaran’a yönelik saldırısı da bu savaş atmosferinden bağımsız değil şüphesiz. Kadın mücadelesinin savaş gerçekliği içerisindeki yerini ve toplumsal özgürlük açısından taşıdığı önemi nasıl değerlendirmek gerekir?
Sizin de vurguladığınız gibi YJA Star gerillaları, kadın arkadaşlarımız öncülük ediyorlar. Son dönemde de artan düzeyde bir eylemsellikleri var. onları da bu vesileyle selamlıyorum. Bu yeni bir durum değil bizim açımızdan. Kadın ordulaşması, Kürdistan’daki modern gerillacılığın çekirdeği haline dönüştü. Hem yaşam hem de radikalizm boyutuyla öyle oldu. Yani özgür yaşamı dayatarak, gerilla içerisinde özgür yaşam ölçülerini belirleyerek fedai çizgisini yükseltti YJA Star. O anlamıyla Bêrîtanlar, Zîlanlar her gün güncelleniyor, günümüzde hayat buluyor YJA Star gerillacılığı şahsında. Bunun toplumdaki yansımasını hep değerlendirmek gerekli. Toplumda eğer kadın özgürlük çizgisi, kadın özgürlüğü arayışı bu kadar köklü ve derin bir hale gelmişse, bunun kökü de YJA Star’ın dayandığı kadın ordulaşmasıdır. Kadınlar, Kürt kadınları özelde, özgüvenlerini böyle bir örgütlenmeden alıyorlar. O anlamıyla gerilla nefes alıp verdikçe, gerilla eylemlerini sürdürdükçe, Kürt kadını dağlarda bir tanrıça edasıyla varlığını sürdürdükçe şehirlerde, ovalarda kadınlar asla yenilmeyecektir.
TÜRKİYE’DE ŞU ANDA VAHŞİ BİR CİNSİYETÇİLİK VARDIR
Savaş gerçekliği içerisinde kadının durumu açısından iki boyut söz konusu. Biri, giderek savaşın içerisinde güçlenen, irade kazanan bir gerçeklik. Fakat toplumsal boyut açısından da, savaşın üzerinde ağırlığını en fazla hissettirdiği gerçeklik de kadın oluyor. Savaş kadının üzerinde tüm ağırlığını hissettiriyor. Tüm acılarını, yıkımını, baskısını yaşıyor kadınlar. Gerçekten de kadın hareketleri ve kadın özgürlüğü en fazla barış ortamlarında gelişebilir. Kadınlar barış ortamlarında çiçek açarlar. Toplumsal açıdan ifade ediyorum bunu. Çünkü savaşlar erkek egemen aklın icadı olarak öncelikle kadını baskılarlar. Kadını köleleştirmek isterler. Kadını kontrol altına almadan, ona karşı yürüttüğü savaşı bir noktaya taşımadan aslında bu tür savaşlar olmaz. Yani kadın doğası itibarıyla söylüyorum bunu. O yüzden her savaş kadın doğasına karşı bir savaştır. Yıkımdır çünkü.
Biz yıllardır Türk devletinin militarist yanını çözümlüyoruz. Militarizm ve cinsiyetçilik çok rahat birbirini besleyen olgulardır. Bir yerde militarizm varsa orada cinsiyetçilik de vardır. Bu sadece kadınlara dönük bir cinsiyetçilik de değildir. Hemcinsleri üzerine de uygulanan bir cinsiyetçiliktir. Birbirinin iradesini kırmadan, teslim almadan, karılaştırmadan ne toplumu yönetebilir ne de kadını yönetebilir. O anlamıyla Türkiye’de şu anda vahşi bir cinsiyetçilik vardır. Dikkat edin; hemen hemen her gün kadın cinayetleri vardır. Kimi balkondan atılmıştır, kimi bilmem ne şekilde öldürülmüştür, işte eşi-sevgilisi tarafından öldürülmüştür, sokaktan geçen tanımadığı saplantılı bir birey tarafından öldürülmüştür… Kadınlar hep öldürülüyor. Bunun kaynağı faşizmdir. Bunun kaynağında yatan şey, savaşı sorunların çözümünde bir yöntem olarak gören, kabul eden ve bunu uygulayan iktidar gerçekliğidir.
Son yıllarda özgür kadın hareketimizle birlikte Türkiye’de de bir uyanış, bir canlanma, bir mücadele durumu oldu. Aslında Kürt kadın hareketiyle, Türkiye’deki kadın hareketinin ortak mücadelesiyle açığa çıkan çok kazanımlar vardı. Kürt halkına yönelik soykırım savaşı bahane edilerek, Kürt kadınının bütün kazanımlarına el konuldu. İşte biliyorsunuz, İstanbul Sözleşmesi rafa kaldırıldı. Kürdistan’da neredeyse kadın kurumu kalmadı. Devletin içişleri bakanlığının denetimi dışında kadınların bir araya geleceği bir kurum bırakmadılar. Belediyeler bünyesinde kadın evleri vardı, birçok proje vardı. Hepsine kayyum atandı, el konuldu. Şimdi de gözlerini eşbaşkanlığa, eşit temsiliyet sistemine dikmişler. Eşit temsiliyet kurumu Kürt kadınının Türkiye siyasetine mücadeleyle dayattığı bir gerçekliktir. Savaş gerçekliği içerisinde Türkiye ve Kürdistan’da kadın çok ağır saldırılarla karşı karşıyadır. O anlamıyla faşizm özgür kadından nefret eden bir gerçeklik olarak açığa çıkmaktadır.
KADINLAR GEREKEN CEVABI BUNDAN SONRA DA VERECEKTİR
HDP’li vekil Ayşe Acar Başaran’a dönük saldırıyı da bu bağlamda ele almak gerekir. Ayşe Acar Başaran bir birey değil tabii ki; bir toplumsal gerçekliği temsil ediyor. Bir Kürt kadınıdır. Bu bakımdan ona dönük saldırı, Kürt kadınına dönük saldırıdır. Ona dönük tehdit, Kürt kadınına yapılan tehdittir. Bu savaş gerçekliği içerisinde gittikçe zorlanan bir sistem gerçekliği var; daha fazla demokratik-siyasal alandaki güçlere yönelen, savaşı da bahane bilerek onların iradesini kırmaya çalışan bir saldırı hali var. Fakat Kürt kadını ve temsilcileri bunlara pabuç bırakmaz. Bu tür şeylerle geri adım atmazlar. Bu tür saldırılar defalarca yapıldı. Yani sadece tehditler değil, çok ciddi fiziki saldırılar, katliamlar, zindana atmalar ve benzeri şeyler defalarca oldu. Kürt kadını bunlara gereken cevabı her zaman verdi. Bundan sonra da verecektir. Hatta şöyle söyleyebilirim, Kürdistan’da kadının özel bir yeri vardır. Son yıllarda her ne kadar özel savaş sistemi, kapitalizmin ahlakı parçalayan yönleri ile birlikte bazı değerlerde aşınma olsa da, halen kadınlar Kürt toplumunun değeridir. Moral merkezidir, gücüdür. O yüzden kadına dönük bu saldırılar karşısında Kürt toplumu daha fazla duyarlılık gösterecektir. Kürt gençleri kadınlara sahip çıkacaktır mesela. Bu, aynı zamanda yarınına sahip çıkmaktır. Kadını özgür olan, kadını güvencede olan bir toplumun kendisi güvencededir. O anlamıyla Kürt gençliği bu konuda daha duyarlı olacaktır. Gençlik ve kadın öncülüğünde faşizmin toplumsal alana dayatmak istediği bu irade kırma, teslim alma politikaları boşa çıkarılacaktır.
Bakurê Kurdistan ve Türkiye’de siyasi kırım operasyonları gelişiyor. HDP’ye yönelik saldırıların yanı sıra gözaltılar gelişti. Operasyonlara Newroz katılımı gerekçe gösteriliyor şimdilik. Tüm bu yönelimlerin Bakurê Kurdistan ve Türkiye’deki mücadele ve örgütlülüğe dair gösterdikleri ve bu saldırıları kırmak adına yapılması gerekenler nelerdir?
Türkiye’de demokratik siyaset alanı başta olmak üzere Kürt toplumunun örgütlü bulunduğu hemen hemen her alana dönük saldırılar sürüyor. Bunlar da sistematik bir hal almış durumda. Fakat içinde bulunduğumuz 2022 yılı, işte Zap’a dönük saldırılar bu kapsamda ortaya konan konsept dahilinde aslında tümden tasfiye etmeyi hedefleyen bir eğilimi ifade ediyor. Bir süredir sistematik olarak devam ediyor. 7-8 yıldır devam eden saldırılardır. Onlar tutuklamaktan bıkmadılar. Kürt toplumu da büyük bir inatla, iradeyle örgütlenmesini açığa çıkararak kendi varlığını hissettirmekten geri durmadı. Böyle bir kıyasıya mücadele devam ediyor. Bu anlamıyla demokratik siyaset alanı önemli bir direnişi gerçekleştirdi. Toplumsal alan kapsamında da bunu söylüyorum. Bunun en görkemli tezahürünü Newroz’da gördük biz. Newroz AKP-MHP faşizminin kursağında kaldı. Gerçekten beklemiyorlardı böyle bir düzeyi. 2023’e gelindiğinde Kürdistan’daki özgürlük güçleri zayıflatılmış olacaktı. Halk önemli oranda törpülenmiş olacaktı. Yasaklarla, tehditle geri adım attırılmış olacaktı. Bunların hiçbiri tutmadı. Çok görkemli bir Newroz gerçekleşti. Fakat şöyle bir şey var; 2022-2023 hassas bir süreç. Seçim atmosferi de var aslında. Evet, seçimler zamanında; 2023’te yapılacak deniyor. Ama her şey seçimlere göre dizayn ediliyor.
TÜRKİYE’DE ÜÇ DEĞİL İKİ BLOK VAR
AKP-MHP faşizmi Kürt toplumunu, demokrasi güçleri örgütlü bulunduğu zeminlerde ortadan kaldırarak seçime gitmek istiyor aslında. Kürt halkının varlığını temsil eden siyasi yapıların olması ve özgürlük güçlerinin faşizme, tekçiliğe, anti-demokratik yapılanmaya ve otoriter devlet yapılanmasına karşı mücadeleleri var oldukça AKP-MHP faşizmi huzura eremez. O yüzden iki temel cephe oluşmuş durumdadır. İki blok oluşmuştur aslında Türkiye’de. Bunu şu anda bulandırmak istiyorlar, muğlaklık yaratmak istiyorlar. Yani sanki bir üçüncü cephe, üçüncü blok varmış gibi. Böyle bir üçüncü blok yoktur. Demokrasi ve özgürlük isteyen güçler vardır, bir de milliyetçi-dinci, faşizmi ve buna dayalı olarak da Kürdistan’da soykırımı geliştirmek isteyen güçler vardır. Arada çeşitli güçler varlıklarını göstermeye çalışıyorlar ama bunlar kafa karıştırıcılardır. Bunun da anlaşılması gerekir. Bu yönüyle demokrasi mücadelesi veren güçlerin kafasının çok net olması lazım. Şöyle söyleyebilirim, çok fazla beklentiye girme hali vardır. Sanki AKP-MHP rotasını değiştirebilirmiş gibi bazı tartışmaları alttan alta sıcak tutma durumu yaşanıyor. Şöyle de yansıyor; sanki Önderlikle görüşmeler varmış gibi. Öyle bir şey yoktur. Yani avukatlar her gün açıklama yapıyor. Bir de bunun anlaşılması için Kürt halkının kendi durumuna bakması lazım. Kendi durumunda düzelme varsa, Önderliğin durumunda da düzelme vardır. Kendisine yönelik saldırıların düzeyine bakarak Önderliğimizin durumu hakkında sonuca varabilirler.
DEMOKRATİK SİYASET ALANI KENDİNİ HALKINA ADAMA ALANIDIR
Bir de iktidar açısından kendisine rol biçen fakat herhangi bir programı olmayan kesimler var. Bunlar da aslında demokrasi ve özgürlük mücadelesi yürütmek isteyen ya da bunun arayışında olan, bunun ihtiyacını hisseden kesimler açısından birer kandırma alanına dönüşmüş durumdalar. Yani beklenti yaratıp aslında hiçbir şey yapmayan, aslında hiçbir farklılığı bulunmayan, aslında mevcut iktidar dışında çok yenilik üretemeyen bir gerçeklikleri var. O anlamıyla bu soru bağlamında ben şunu söylemek istiyorum; esas olan demokrasi ittifakının açığa çıkarılmasıdır, demokrasi güçlerinin bir araya gelmesidir ve mücadele yürütmesidir. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Yani hiçbir kazanım -ki tarihte de güncelde de bu böyledir- kendiliğinden gelişmez. O anlamıyla Türkiye’de eğer demokrasi güçleri kendileri açısından rol oynayacaklarsa, bir hedefleri varsa, bir demokrasi programları varsa bunun için mücadele etmeliler. Sadece söylem düzeyinden de çıkmalıdırlar. Evet, siyasetin yüzde ellisi söylemdir, hitaptır, bazı hakikatleri değerlendirme biçimleridir. Bu tamam. Fakat sadece bu değildir siyaset. Siyaset aynı zamanda bir karar mekanizmasıdır. Bu kadar Türkiye halklarının kaderini ilgilendiren sorun varken, muhalefetin ya da işte demokrasi mücadelesi yürüten kesimlerin sadece tartışmayla sınırlı kalması, örgütlenmeye yönelmemesi, herhangi bir eylem çizgilerinin-hatlarının olmaması sorundur, yanlıştır. Bu, ağırlıklarını kaybettiriyor. Toplum nezdinde söylemlerinin bir karşılığı olmuyor. Çok güzel konuşuyorlar ama hiçbir şey yapmayan, değiştiremeyen konumdan çıkamıyorlar. O açıdan belli bir program çerçevesinde, bir hedefler silsilesi biçiminde çalışma yürütmeleri lazım. Bu konuda ciddi eksikler var. Yani şunu söyleyebilirim; Erdoğan-Bahçeli ittifakı bir gündem yaratıyor, ortaya koyuyor, diğerleri neredeyse onun etrafında dolanıyor. Türkçede diyorlar ya, bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı kuyunun başına toplanmış. Durum biraz öyledir. Gerçekten şizofrenik bir iktidar var Türkiye’nin başında, onlar gündem yaratıyor, diğerleri de onun etrafında dönüp dolaşıyorlar. Kendi gündemlerini oluşturma, gündem etrafında çalışma yürütme çok zayıftır.
Türkiye’nin gündemi nedir şimdi? Ekonomik kriz midir, savaş mıdır? Bunun çok net ifade edilmesi ve bunun için bir araya gelinmesi gerekiyor. Bir programlarının olması gerekiyor. Bedel vermeyi göze almaları gerekiyor örneğin. Yani hem hiçbir şeyimizi kaybetmeyelim hem de gelişme yaratalım, olmaz ki. Demokratik siyaset alanı biraz da kendini halkına adama alanıdır. Kendini hedeflerine adama alanıdır. Bir geleceği kendi şahsında yaratma alanıdır. Böyle bir kararlılığı göstermek lazım. Bu kararlılık gösterildiğinde başta Kürt toplumu olmak üzere, gençler, kadınlar çok daha güçlü çıkışlar yapabileceklerdir. Bunun zemini de vardır, birikimi de vardır, tecrübesi de vardır.
Bitirmeden önce; Aysel Doğan, tüm hayatı boyunca ortaya koyduğu kararlı mücadele duruşuyla adeta terteleye karşı isyanın vücut bulmuş gerçekliğini ifade etti. 11 Mayıs’ta şehit düştüğü haberini aldık. Aysel Doğan’ı nasıl anlamak gerekir, nasıl anmak gerekir?
Sevgili Aysel Doğan’ı saygıyla anıyorum. Çok değerli bir arkadaşımız şehit düştü. Heval Aysel her şeyden önce Önderlik arkadaşıydı. Önder Apo’nun arkadaşı olmadaki ısrarı, kararı, çabası benzersizdir Heval Aysel’in. Yani tüm yaşamına bunu yedirmiştir. Barış Grubu’yla giderken de, zindanda yatarken de, zindandan çıktıktan sonra da bu böyle olmuştur. Örnek yoldaşlık duruşunu sergileyen arkadaşlardan biridir.
Heval Aysel’in duyguları çok keskindi, netti. Sevgileri çok netti mesela. Neyi seveceğini biliyordu. O anlamıyla tutkuyla bağlanıyordu. Öfkeleri de çok netti. Yani neden nefret edeceğini, sevmeyeceğini, karşı duracağını da biliyordu. Heval Aysel’de ölçüler çok somutlaşmıştı. Onun yanında soykırımcı sömürgeciliğin etkilerini kendinizde barındırmanız, onun yansımalarını ifade etmeniz, temsil etmeniz mümkün değildi, kıyametleri koparırdı. Böyle bir tepki kişiliğiydi. Yanında bu tür yetersizliklere kesinlikle izin vermezdi. Benzer bir şey özgürlük ölçüleri açısından da öyleydi. Sadece soykırımcı sömürgeciliğin kimlik inkarı vb konularda değil, özgürlük arayışı ve ölçüleri konusunda da çok yüksek değerlere sahipti. Öğreticilik yanı da çok fazlaydı. Öğretmenliği de şöyle bir öğretmenlik değildi; birinin karşısına geçip aktarım yapma değil. Yaşam duruşu, tepkileri, diyalogları, duyguları, her yönüyle çevresini eğiten arkadaşlarımızdan bir tanesiydi. Tabii mücadelemize bağlılığı da eşsiz düzeydeydi.
AYSEL DOĞAN’I MÜCADELEMİZİN HER ALANINDA YAŞATACAĞIZ
Ben 2019’da gördüm en son Heval Aysel’i. Zindandan çıkmıştı. Dağa gelmek istiyordu. Bir yol geçiş hattında görüştük kendisiyle. Arkadaşlar sağlık sorunlarından dolayı gelmesini istemiyorlardı. Tedavi olabileceği daha uygun bir yer düşünülüyordu, işte en son Avrupa’ya gitmişti. Fakat kendisi ısrarla ülkede kalmak istiyordu. Yani ben yoldaşlarımın yanında kalmalıyım, duygusu vardı. Şehit düşeceğini biliyordu, kabullenmişti. Fakat ‘’ben dağda olmalıyım, arkadaşlarımın yanında olmalıyım, bir de görevimin başında olmalıyım, bir şeyler yapabilirim’’ diyordu. Gerçekten zor bela ikna ettik Heval Aysel’i. Aslında ikna da olmadı, biraz zoraki oldu Avrupa’ya gidişi. Kabul ettirildi yani. Birçok arkadaşın, bilinen arkadaşların müdahalesiyle kabul etti. Ülke sevgisi, yoldaşlık sevgisi çok yüksekti. Son nefesine kadar da mücadeleyi en yüksek tempoda yürütmek için çok şey de yaptı. Çok mütevazıydı. Her şartta, hiçbir imkan olmadan mücadeleyi yürütmeyi bilen arkadaşlardan bir tanesiydi. O anlamıyla bize bıraktığı miras çok fazladır. Kendisini mücadelemizin her alanında yaşatacağımızı belirtebilirim. Yani bir kadın arkadaş olarak, Dersimli bir kadın yoldaş olarak, Dersim Soykırımı’na karşı duyduğu büyük öfkeyle yarattığı kişiliği bizim açımızdan örnek olacak. Önümüzdeki süreçte yürüttüğümüz mücadelede onun amaçlarına ulaşacağımızı belirtebilirim.
SAVAŞ TOPLUMSALLAŞMALI
Son olarak kamuoyuna dönük bir mesajınız var mı?
İçinde bulunduğumuz dönemde kadın ve gençlik öncülüğü çok önemli. Bunu ne kadar vurgularsak yerindedir. Savaşın şu andaki gidişatı açısından ifade ettim; düşman savaşı bazı alanlara sıkıştırarak sonuç almak istiyor. Fakat savaş her yerdedir. O anlamıyla kadın ve gençlik öncülüğüne düşen görev, toplumsal alanda bulunulan her yerde mücadeleyi yükseltmektir. Vurabiliyorlarsa, düşmana vurmak, yapabiliyorlarsa, toplumsal hareketlilik içerisinde olmak yani var olan bütün imkanları devreye koyarak mücadelenin toplumsallaşmasını sağlamak, savaşın toplumsallaşmasını sağlamak lazım. Bu konuda bir çağrı yapabilirim. Mayıs ayının ruhuna uygun olarak tüm gençliği, tüm kadınları mücadeleyi yükseltmeye, her alanda birleşik mücadeleyi geliştirmeye düşmanla her düzeyde çarpışmayı göze almaya çağırıyorum.
KAYNAK: ANF/ BEHDİNAN
YORUM GÖNDER