BİR SAVAŞIN ANATOMİSİ (18.BÖLÜM)
PKK DİRENİŞİ
Kürdistan’da Asimilasyon Politikası;
Kürdistan’da 19. yüzyılda gelişen direnişlerin yenilgisi ve ardından geliştirilen Hamidiye alaylarının yarattığı dağınıklık enkazı üzerinden gerçekleşen 20. yüzyıl isyanlarının da katliamlarla bastırılmasından sonra 1970’ler döne_mine gelindiğinde Kürt toplumsal gerçekliği içler acısı durumdadır. 20. yüz_yılın ilk çeyreğinde Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi sürecinde yapılan anlaşmalarla Kürdistan yok sayılmıştır. Aslında 19. yüzyıldaki isyanların yenilgileri 20. yüzyıldaki inkarın bir siyaset haline gelmesine neden olmuştur. Eğer 19. yüzyıldaki direnişler yenilgi, dağılma, çözülme ve parçalanmayla sonuçlanmasaydı, Kürt halkı bu kadar derin tahribatlara uğramaz, kendi gerçekliğinden bu kadar uzaklaşmazdı. Özellikle Hamidiye alayları ile derinleşen iç ihanet ve iç çatışma durumu gelişmeseydi, herhalde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Lozan antlaşması denilen inkar sistemi ile karşılaşılmazdı. Lozan anlaşmasıyla beraber Kürdistan üzerinde resmen uygulanan inkar siyaseti sadece bölge devletlerinin geliştirdiği bir siyasetle sınırlı değildir. Bu inkar ve yok sayma siyaseti uluslararası sistemin dayandığı bir reddediştir. Bu anlaşmayla Kürtler uluslararası arenada resmen silinmiş, bir halk ve insani haklara sahip bir toplum olarak kabul görülmedikleri ilan edilmiştir. Bu açıdan Kürdistan üzerindeki inkar siyasetinin dayandığı sistem, uluslararası bir inkar sistemidir.
Lozan Anlaşması ile karar altına alınan “Kürdistan sömürgeciliği” uluslararası düzenin geliştirdiği bir sömürgeciliktir. Kürdistan’da uygulanmakta olan sömürgeciliğin bu karekteri bugün bile Kürt sorununun çözümünü engelleyen en önemli faktörlerden birisi durumundadır. Bu temelde Kürdistan’da akıl almaz bir inkar ve baskı sistemi geliştirilmiştir. Kürdistan üzerindeki inkar siyasetinin ulus_lararası güçler ile planlanmış olduğunun kanıtı uluslararası bir anlaşma olan Lozan anlaşmasıyla resmileştirilmiş olmasıdır. Kürdistan özgürlük hareketinin tarihsel direniş geleneğinin kullandığı yöntem, tarz, yaklaşım, taktik ve ideolojik gerçekleşme düzeyinden çıkardığı derslerden hareketle Lozan’la resmileştirilen uluslararası inkar politikasını kırmasının yankıları bugün tüm dünyada etkisini göstermektedir. PKK’nin direnişi her ne kadar Kürdistan’la sınırlı olarak algılanmış olsa da, özünde uluslararası inkar sistemini yıkmayı da hedefleyen bir anlama sahiptir. Kişilik ve zihniyet düzeyinde Kürt halkının ezilmişliği ve bastırılmışlığı içselleştiren gerçekliğini yıkarak, yerine yeni bir toplumsallık ve düşünselliği yerleştirmesinin payı bunda büyüktür. Bu açıdan PKK hareketi uluslararası inkar sistemini yine uluslararası bir mücadeleyle kırmasını bilmiştir. PKK’nin mücadele stratejisinden kaynaklı olarak bu dönemde birçok çevre Kürt sorununun uluslararası bir sorun haline geldiğini belirtiyor. Kürt sorunu kendisine yönelik gerçekleştirilen adaletsizlikten kaynaklı olarak zaten uluslararası bir sorundur. Kürt sorununu devletlerarası sorun haline getirenler uluslararası güçlerdir. Katı inkar politikası ve şiddet yöntemlerinin getirdiği bastırılmışlıktan dolayı uzun yıllar gündemden çıkarılmıştı. Ama yürütülen mücadele ile son yıllarda yeniden uluslararası gündeme taşınmıştır.
Bu açıdan Lozan’da temeli atılan katı inkar zihniyetini kıran da PKK’nin bağımsız, ideolojik, bilimsel temellere dayalı bakış açısı ve yüksek bir iradeyle donatılmış direniş gerçekliğidir. Bunun dışında hiçbir çıkışın, uluslararası inkar siyasetini aşmaya yetmeyeceği açıktır. Kürtlerin en doğal insani ve toplumsal haklarını savunmamaları için her türlü baskı mekanizmaları uzun yıllar boyunca ısrarla sürdürülmüştür. Bu nedenle Kürdistan’ı işgal altında bulunduran devletler Lozan’daki inkar politikasını da arkalarına alarak bu inkar siyasetini nihai amacına ulaştırmak için şiddeti temel yöntem olarak görmüşlerdir. Bir olgunun inkar edilmesi, o olgunun hiçbir zaman olmayacağı anlamına gelmez. O halde inkar edilen olgu yok edilmelidir ki, sonuç alınabilsin. Bunlar yapılamazsa o zaman varlığını ortaya koyamayacak düzeyde bertaraf edilmesi gerekir. Böyle bir aşamaya ulaşmak için Kürdistan üzerinde egemen olan devletler uluslararası anlaşmalarla inkar edilen halkı ve ülkesini sonsuza dek iradesizleştirmek için gerekli olan yöntemleri sürekli bir biçimde kullanmışlardır. Ortadoğu coğrafyasının en eski halkı olan Kürtler bu temelde tarih ve insanlık sahnesinden çok acımasızca silinmeye çalışılmıştır. Hem de adı, dili, kültürü, tarihi, gelenek ve görenekleriyle birlikte! Çünkü Lozan anlaşmasıyla Kür_distan dört parçaya bölünmüş ve her parçada uygulanan siyaset hemen he_men aynı çerçevede olmuştur. Kuşkusuz ülkesini bölme anlaşmalarına karşı Kürt halkının sessiz durması beklenemezdi. Yoğun, sürekli ve fırsatını bulduğu her zaman diliminde kendini savunmak için direnişe geçmesi kadar daha doğal bir durum ola_mazdı. Bundan kaynaklı olarak isyan ve bastırma biçiminde süren bir süreç başladı.
Kürdistan üzerinde katliam, sürgün ve tenkil hareketleri geliştirildi. Fiziki katliamların yanında bir de Kürdistan’da kültürel soykırım politikası devreye konuldu. Beyaz soykırım olarak da literatürde yer alan kültürel katliamla Kürt toplumu geçmişsiz ve hafızasız kılınmak istendi. Kürt toplumu her açıdan zayıf kılınmaya ve dinamikleri kırılmaya çalışıldı. Yaşamın akla gelebilecek her ayrıntısında asimilasyona tabi tutularak egemen halka benzerleştirilmesi planlandı. Bu biçimde Kürt halkını yok saymanın siyasetini uygulamak için zemin yaratıldı. Dört parçada uygulanan politikalarda bazı yöntemsel farklılıklar göze çarpsa da esas itibariyle aynı anlayış çerçevesinde bir yaklaşım geliştirildi. Tüm parçalarda aynı dozajda eş güdümlü bir siyaset belki uygulanmamıştı. Ama özünde her parçadaki uygulama hedef bakımından ve öz itibariyle aynıdır. Dört parçada da aynı amaca hizmet eden politikalar yürürlüğe konuldu. Dönem dönem o devlete egemen olan iktidarların dengeyi korumak için uyguladıkları politikaların da sürece etkisi olmuştur. Genel olarak her dört parçada da uygulanan siyaset, Kürtlerin yok sayılması ve inkar edilmesine hizmet etmiştir. Bu bakımdan egemen devletler aynı hedefte birleşmişlerdir. Kürdistan’ın en büyük parçasını denetiminde tutan Türkiye’nin daha önce Ermenilere karşı uyguladığı katliam ve tehcir ile Rumlara karşı uyguladığı kaçırtma vb yöntemlerin aynısını Kürtlere de uygulama koşulunu bulmaması Kürtler açısından bir avantaj olmuştur. Ama fırsatını bulduğu her zaman zarfında kimi yerlerde Kürtlere de sürgün, bastırma, kaçırtma gibi yöntemleri uyguladığı biliniyor.
Esas itibariyle Kürtlerin hem geniş coğrafyaya yerleşmiş olmaları, hem de nüfus olarak daha yoğun olmaları ve gayrı Müslim uluslara göre asimilasyona daha fazla açık bulunmaları aynı akibete uğramasını engellemiştir. Ermeni ve Rumlara uygulanan politikalardan farklı olarak Türk devleti, Kürt halkını kendi uluslaşmasının malzemesi yapma politikasını daha doğru bulmuştur. Anlaşılacağı üzere Kürt halkının başkalaşıma uğratılarak asimile ile Türkleştirilmesini siyaseten çıkarına daha uygun görmüş ve bunu temel bir amaç yapmıştır. Türk devletinin uyguladığı bu politika 1940’lara kadar gelişen işgal süreci tamamlandıktan ve Kürtlerin bütün direniş dinamikleri ezilip bertaraf edildikten sonra gündemleşmiştir. 1950’li yıllardan sonra kapitalist gelişmenin Kürdistan’a yansımasıyla asimilasyon politikası daha da hız kazanmıştır. Kürdistan’ın en ücra köşe_lerine kadar karakollar ve okullar taşınmıştır. Karakol ve okul kurma dışında Kürt halkına insani boyutlarda hizmet götürme anlayışı kesinlikle gelişme_miştir. Olağan koşullarda bakıldığında okulların inşa edilmesi oldukça masum ve aydınlanmaya dayalı görülebilir. Ancak Türk devletinin yaklaşımı asla hizmet ya da aydınlanma ekseninde değildir. Okulların açılması tümden asimilasyon politikası ile bağlantılıdır. Kurulan okullar birer asimilasyon ocağı görevini görmüş, bununla Kürt toplumu üzerinde adeta kışla kültürü hakim kılınmaya çalışılmıştır. Kürdistan’da kurulan karakol ve okullar ortaklaşa bir biçimde ideolojik ve askeri kışlalar olarak, toplumu baskı altında tutma ve başkalaşıma uğratma rolünü oynamışlardır.
Bir taraftan Kürdistan’ın zenginlik kaynakları boydan boya talan edilirken, diğer taraftan karakol ve okul kurmakla kendi sistemine uygun bir toplumsal gerçeklik biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Bilim akademileri olması gereken üniversiteler bile bir halkın yok sayılma teorilerinin geliştirilme merkezine dönüştürülmüştür. “Kürtler dağ Türkleridir, dağ başında karda yürürken çıkan kart-kurt sesleri zamanla ‘Kürt’ olarak telaffuz edilmiştir” vb yaklaşımlarla yalana ‘bilimsel’ kılıf uydurulmuştur. Bilim adamı olması gereken birçok öğretim görevlisi, doçent ve profesör bu yalana ortak olmuştur. Üniversitelerde profesörlerin de yardımıyla “güneş dil teorisi” vb tezlerle inkar sözde bilimsel temellere oturtulmaya çalışılmıştır. Bu ‘bilimsel’ izahların da çok yalın gösterdiği gibi karakolların amacı Kürtlerin başında sürekli sopa tutma, okulların kuruluş amacı da bu bilim ve akıl dışı teorileri Kürt çocuklarının beynine yerleştirmekti. Temel amaç ise Kürt halkını Türkleş_tirme politikasının bir malzemesi haline getirmekti. Bir ulusu bir başka ulusa eklemlemeye çalışma siyaseti insanlık dışı ve çok ahlaksızca bir davranıştır. Bir halkın dayandığı tarihsel gerçekliğe inkarı dayatmak, kendi geleneğini, göreneğini, tarihini, kültürünü egemen ulusa tabi kılmaya çalışmak insanlık dışı uygulamadan başka bir şey değildir. Beyaz katliamı gerçekleştirmeyi ve bir halkı tümden bitirerek katletmeyi ifade etmektedir.
1940’larda Kuzey Kürdistan’da başlayan bu siyaset ’70’lere gelindiğinde bir hayli mesafe kat etmiştir. Özellikle Kürdistan’ın çeşitli alanlarında ’50’lerden sonra geliştirilen okullar asimilasyon ocaklarına dönüştürülmüş, adeta kışla kültürü tarzında bir eğitimle Kürt halkını başkalaşıma uğratma politikasının merkezi haline getirilmiştir. 1970’li yıllara kadar bu sürecin bir sonucu olarak metropollerde üniversite okumaya giden birçok Kürt genci vardır. Halktan çocukların da bu okullarda okuyarak bir biçimde Ankara, İstanbul ve değişik üniversitelerde okumaya başladığı yıllara tekabül ediyor. ’70’ler öncesinde üniversitelerde okuyan Kürt gençlerinin sayısı oldukça sınırlıdır. Feodal komprador aile çocukları dışında bu zamana kadar üniversitelerde okuyan pek kimse yoktur. Kürdistan’da yaygın olarak geliştirilen yatılı ilkokulları, yatılı öğretmen okulları vb okulları basamak yapan Kürt halk çocukları üniversiteye kadar çıkabilmişlerdir. Burada uygulanan politikalarla geliştirilen ihanetçi kişilik ve karakter yapılanması çok ilginç bir yapılanma ortaya çıkarmıştır. Önce bastırma, katletme, sonra sürgünlerle gözdağı verdikten sonra onu okutma yoluyla ehlileştirme çok çarpık bir kişiliği şekillendirmiştir. Öyle ki kendi katiline tapar hale getirilmiştir. Dedeleri, neneleri ve babaları isyana katıldıkları gerekçesiyle idam edilenlerin çocuklarının daha sonra devlete nasıl uşak oldukları çarpıcı bir biçimde görülmüştür. Yürütülen derin ve çok yönlü asimilasyon ile Kürt’ün işbirlikçi, üst tabakaların ihanetçi karakterine dayandırılan bu politikalar küçümsenmeyecek sonuçlar elde etmiştir.
Kürdistan’da egemen sınıflarda, özellikle de Nakşibendi tarikatı somutunda var olan ihanetçi karaktere dayanan başkaldıranı ezme, diğerini de çok yoğun bir asimilasyon politikası ile Türkleştirme siyaseti çok ilginç tipleri halkın başına bela etmiştir. Kamuran İnan, Hüseyin Çelik, Hikmet Çetin ve Abdulkadir Aksu gibi ucubeleşmiş, devlete göbekten bağlı, kendi nesline düşman kişilikleri ortaya çıkarmıştır. Bu tip kişilikler devşirme kişilikler olup kraldan daha kralcı kesilmişlerdir. Osmanlı döneminde yaygın olan devşirme politikaları zamanla Türk halkının başına en büyük felaketleri getirmiştir. Özellikle Yeniçeri ordusuyla devlet siyasetine bulaşan bu devşirme anlayışı Türkiye’yi hala ciddi sorunlarla karşı karşıya getiren temel olgulardan biridir. Türkiye devletinin dayandığı miras olan Osmanlı’nın temeli devşirmeciliğe dayanmaktadır. Çünkü Osmanlı devleti, Bizans’ın enkazı üzerinde kurulmuş bir imparatorluktur. O koşullarda devşirmeyi gerçekleştirmek zorundaydı. Bizans’ın imparatorluk kalıntıları ya içine alınıp eritilecekti, ya da bu kalıntılar sürekli onun için bir isyan tehdidi olarak kalmaya devam edecekti. Osmanlı’nın yapması gereken akla en uygun yöntem Bizans’ın bu artıklarını bünyesine almak olacaktı. Nitekim öyle de yaptı. Özellikle yeniçeri güçlerinin oluşturulması sürecinde bu politikayı daha yaygın bir biçimde geliştirdi. Bu durum kendisiyle beraber, gerçeğini ifade etme değil de, olması gereken düzeyi temsil ediyormuş gibi bir tiyatro oyununa yol açtı. Kişi kendi hakikatinin farkında olmamış, nasıl olması gerekiyorsa öyle görünmeye inandırılmıştır. Bu durum bir gerçeğin var olduğuna inanılmasına rağmen ısrarla o gerçeğin görülmek istenmemesine benziyor.
Osmanlı ve sonrasında Türk devletinin sürekli uyguladığı bir tarzdır. Devleti yöneten erkanın uluorta yerde halkı kandırdığını herkes görüyor ama yalan söylediklerini bile bile yine de kendilerine inanılıyor. Bu elit kesim söyledikleri yalanları sürekli tekrarlaya tekrarlaya toplumu inandırma noktasına çekmede ustalık kazanmıştır. Herkes söylenenlerin hem yalan olduğunu biliyor hem de bilmesine rağmen inanıyor. Hatta bu durum öyle bir paradoks yaratmıştır ki, yalan söyleyen bile daha sonra kendi yalanına inanmaya başlamıştır. Çünkü devletin resmi ideolojisi öyle bir sistem yaratmıştır ki, buna inanmayanlar ya vatan haini ya da dış mihrakların piyonu olarak mahkum edilmiştir. Bu durum insanları, hakikati değil de olması gereken neyse, resmiyet neyi gerektiriyorsa öyle yapmak zorunda bırakmıştır. Bugün bile Türkiye’de resmi siyaset ile fiiliyatın ayrı ayrı olmasının nedeni buradan kaynaklanmaktadır. Bu siyaset biçimi kendisiyle birlikte birçok gerçeği başkaymış gibi göstermede önemli bir rol oynamıştır. Özellikle bu dönemde Türkiye’yi büyük tehlikelerle karşı karşıya getiren, uçurumun kenarına götüren ırkçı ve şovenist kesimler bu politikanın bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Devşirme ve dönme olan kesimler ise bağlı oldukları devlet sistemi ve politikalarının çıkarları temelinde Türkiye’de şovenist anlayışın hem teorisyenliğini yapmış hem de uygulamasını geliştirmişlerdir.
Özellikle Türkiye’deki Sabetaycılar (gizli Yahudiler) bu konuda önemli bir rol oynamışlardır. Sabetaycılık Yahudi dininden olup kendini korumak için müslümanlığa geçmiş olan gizli Yahudiler için kullanılan bir kavramdır. Yahudiliğin kendini korumak ve geliştirmek için kullandığı “dönmecilik” taktiği olarak da tanımlanabilir. Bu türden olan Yahudiler başta olmak üzere Araplar, Arnavutlar ve işbirlikçi Kürtler Türkiye’de tıpkı Siyonizm’e benzer şekilde ırkçılığa dayalı bir Türk milliyetçiliği anlayışını geliştirmişlerdir. Bunların Türklükle alakaları yoktur, yani köken olarak Türk değillerdir. Çünkü esas itibariyle özde Türk olanların böyle bir çarpıtma içinde yer almalarına gerek yoktur. Kaldı ki özde Türk olanların ne ırkçılık yapmaya, ne de şovenist anlayışa ihtiyaçları vardır. Devşirme yoluyla son_radan Türk olanlar gibi ne bir kaygıları olmuş, ne de kendilerini ispatlama kaprisine kapılmışlardır. Böyle bir zorunluluğu hissetmemişlerdir. Ancak gerçekten Türk olmayanlar, Türklüğünü veya Türklüğe bağlılığını ispatlamak için her şeyi göze alabilen caniler düzeyine gelebilmişlerdir. Bu hastalık çok çarpık bir biçimde bir takım Kürtlere de bulaştırılmıştır. Kamuran İnan, Hüseyin Çelik ve Abdulkadir Aksu gibi unsurlar bu anlayışın günümüzde yaşayan birkaç örneğini teşkil ediyorlar. Kamuran İnancılık deyip geçmemek gerekiyor. Bu tip, sosyolojik çözümlemeye tabi tutulması gereken bir konudur.
Yine Abdülkadir Aksu gibi bir duruş biçimi değerlendirilmesi gereken bir husustur. Soyunu inkar etme ve katiline tapınmayı anlatması bakımından önemli birer örnektirler. Döneklik yargısı bu tipleri anlatmada çok zayıf kalan bir kavramdır. Siyasal sahadaki dönekliğin bazıları için belki bir anlamı olabilir. Kişi bir süreye kadar bir parti ya da düşünceye inanmıştır, sonra o konudaki inancını yitirmiştir, bunun sonucunda dönekleşebilmiştir. Bunun bir izahatı olabilir ama ulusal dönekliğin hiçbir izahatı yoktur. Kendi ulus gerçeğini inkar ederek başka bir ulusa mensubum demenin toplumsal, kültürel ve biyolojik hiçbir izahı yoktur. Belirttiğimiz tipler bu durumu iyi açıklayan birer örnektirler. Bu tür kişiliklerde ne haysiyet, ne onur, ne de insanlık erdemi ve insanlık ahlakı olamaz. İğdiş edilmiş kişiliklerdir. Bu gerçekliklerinden dolayı bu tipler inkar ettikleri ulusuna karşı her türlü kötülüğü yapabilirler. Kendi ulusal gerçekliğini inkar etme üzerinden çıkarları için kendini farklı ulusal bir gerçekliğe mensup gören bir kimsenin yapamayacağı vahşet yoktur. Özellikle Kürt devşirmelerinin, Kürt sorunu tüm canlılığıyla gündemde olmasına rağmen kullanılması buna en çarpıcı örnektir. Bunlar insanın iğdişleştirilip kendi gerçekliğine, kültürüne, tarihine karşı nasıl kullanılabileceğine ilişkin somut ve canlı örnekler olmaktadır. Bu yöntem her şeyden önce insanlıkla oynamak, insanlığın doğal değerlerini ayaklar altına almaktır. Asimilasyon politikası bu anlama gelmektedir.
Çünkü asimilasyon insanlık kültürüne karşı katliam yapmaktır. Tarihte şekillenmiş, yaşam gerçeğine kavuşmuş olan bir kültürel yapıyı, çeşitli biçimlerde başkalaşıma uğratmak, onu katletmektir. Bu nedenle asimilasyon en büyük insanlık dışı suçlardan birisidir. Egemenlik olanaklarını zorbalıkla, değişik biçimlerde kullanarak, iradesine rağmen bunu yapmak insanlığı hayvanlaştırmanın eşiğine getirmek anlamına gelir. Bu politikanın bir sonucu olarak Kürt olup da “ben Türküm” demek kadar daha aşağılık bir durum olamaz. Kişilikleri özüne inkar ettirip paçavraya dönüştüren siyaset de insanlık dışı bir siyasettir. Çünkü insana karşı, insan gerçeğine ve kültürüne karşı eğer varsa saygı, bu biçimde saptırılmamalıdır. Bir kültürü asimileye tabi tutmak, onunla oynamak anlamına gelir, açık ki bu yaklaşımın da katliamdan farkı yoktur. Bu katliam türü silahla, kimyasal gazlarla katletmekten daha tehlikeli bir yok etme türüdür. Kuzey Kürdistan başta olmak üzere, sömürgeciliğin tüm Kürt coğrafyasında uyguladığı politikalar Kürt toplumunda böyle bir tablo ortaya çıkarmıştır. Bu yöntemle Kürt halkı deyim yerindeyse toplum olarak ölümün eşiğine getirilerek, toplum olmanın kültürel fonksiyonları ile birlikte bütün dinamikleriyle can çekişen bir düzeye getirilmiştir.
MURAT KARAYILAN (HEVAL CEMAL)
(18.BÖLÜM)
YORUM GÖNDER