BİR SAVAŞIN ANATOMİSİ (81.BÖLÜM)
YALAN VE ÇARPITMAYA KARŞI TARİHİ HAKİKATLER
Tarihi Doğru Yazmak Ahlaklı Olmanın İlkesidir;
Tarih, geçmişte ve günümüzde insan ve toplum yaşamına yön veren olay ve olguların, tüm yaşam birikiminin ortaya çıkardığı anlam temelinde, bir biriyle bağının kurularak yorumlanmasıdır. Evren ve dünya oluşumunun tarihi -deney ve gözlem sonucunda ulaşılmasından kaynaklı- kurgusal olurken, insan toplumunun tarih anlayışı somut veriler, yaşanmış ve tanık olunmuş olaylara dayandırılır. Fakat bu yaklaşım yetersiz kalır, geçmişin günümüzle bağlantısı kurularak yorumlandığında doğru bir tarih anlayışına ulaşılabilir. Çünkü egemenler toplumun geçmişini, ortak hafızasını, gelişim seyrini, kültürel dokusunu ve mücadele potansiyelini açığa çıkaracak olguları ya yok saymış ya gizlemiş ya da çarpıtmıştır. Bununla toplum üzerinde oluşturdukları hakimiyeti bir kadermiş gibi içselleştirmeyi amaçlamışlardır. Yalanlar ve çarpıtmalar ekseninde geliştirilmek istenen bu zihniyet örgüsü ile insan toplumunun daha kolay yönetilebileceğini varsaymışlardır. Özünde tarih, birey ve toplumun kendi geçmişini bilmesi ve edindiği bu bilinç temelinde geleceğine yön vermesinin temel verisi durumundadır. Geçmişsiz kalan, geçmişini bilmeyen insan bilinçsiz ve önünü görmeyen bir insan olmaya mahkumdur. Zira insan binlerce hatta yüz binlerce yıllık emek ve bilincin bir toplamı olarak anlam kazanmıştır. Tarih tanımını doğruya en yakın yapanlar “kişinin kendisini bilmesi” olarak değerlendirmişlerdir. Bu tanım temelinde konuya yaklaşmamız, tarih üzerinde gerçekleştirilen bilinç karmaşasını ve muğlaklığını gidermeye yardımcı olabilir. Hiç şüphesiz ki, bir insan sadece yaşadığı çağın karakteri ve kriterleriyle kadim insanlık geçmişinin anlamına ulaşamaz, sırrına eremez.
Çünkü insan kendi başına yaşadığımız çağın bir ürünü değildir. İnsanı sadece yaşadığımız çağın ve güncelin bir ürünü olarak değerlendirmek ve insanı geçmiş toplumsal karakterinden koparmak, içine girilebilecek en büyük yanılgılardan biridir. Bu anlamda insan fiziki olarak günümüzde yaşasa da, kültür, düşünce ve bilinç olarak evrensel oluşumun bir özeti olarak anlam kazanmıştır. Geçmişini bilmeyenin nasıl ve ne için yaşadığını da bilmeyeceği açıktır. Yine geçmişini bilmeyenin değer yargıları ekseninde geleceğine yön vermesi düşünülemez. Bu açıdan tarih sadece geçmişin kronolojik bilgilerinin bir toplamı değildir. Aksine toplumun ortak hafızasıdır. Yaşam ve anlam düzeyinde topluma yön veren kılavuzdur. Günümüze yön veren geçmişin yaşanmış örneklerini öğrenmeyen biri devletçi iktidarcı yapılanmanın oluşturduğu zihniyet kalıplarını kıramaz. Bu yönüyle kendisini aşamaz. Ünlü filozof Nietzche bunun için tarihi, “kişinin kendisinin ötesine geçmesi” olarak değerlendirmiştir. Peki, kişi nasıl kendisinin ötesine geçebilir? Kendisi için biçilen kılıfı nasıl yırtabilir? Bu sorulara doğru yanıtlar bulmadan insanlık adına doğru bir mücadele tarzının ortaya çıkmayacağı açıktır. Tür olarak insan, kendisini oluşturan ve anlamlandıran tüm olguları öğrendikçe mevcut duruşunu aşabilir. Oluşturma ve anlamlandırmadan kastımız doğru tarih bilincine erişmektir. Doğru tarih bilinci, geçmişi doğru tarzda öğrenme üzerinden geleceğe köprü kurma anlamına gelir. Egemenlerin beyin, düşünce, duygu ve zihniyetimizde oluşturduğu yanlış tarih anlayışını kırmadan bunu gerçekleştirmemiz mümkün değildir. Bu açıdan tarihin egemenlerle ezilenlerin yürütmüş oldukları mücadelenin bir sonucu olarak anlam kazanmış gerçeklik olduğunu belirtmek önemli bir başlangıç noktası olabilir. Aksi durumda yanılgılardan kurtuluş olmayacağını bilmemiz gerekiyor.
Hemen her konuda olduğu gibi Avrupa uygarlığının tarih üzerinde de ciddi oynamalar yaptığı ve kendi anlayışına göre biçim verdirmeye çalıştığı bilinmektedir. Avrupa uygarlığının Rönesans’tan bu yana yaşadığı gelişmelere dayanarak kendinden önceki tüm uygarlıkları göz ardı etmesi ve hatta yer yer inkara varan tutumlara girmesi, insanlığı ve günümüz toplumunu büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakmıştır. İnsan uygarlığının ana kaynağı Mezopotamya uygarlığı olmasına rağmen adeta birbirinden kopararak Greko-Romen uygarlığını başlangıç olarak esas almasının yarattığı zihniyeti çözmek, insanlık adına doğru mücadele yürütmenin öncelikli koşulu durumundadır. Tarihi, bilimsel bir disipline kavuşturan bilimcilerin yetiştiği yer Avrupa’dır. Tarihin bilimsel ve akademik bir disiplin olarak kurumlaştırılması elbette insanlık için anlamlı bir durumdur. Ama bunu yaparken, tarihi esas işlevi ve misyonundan koparmak başlı başına bir sapma olmaktadır. Belki bazı Avrupalı bilim adamları tarihi kendi eleştirel yöntemine ve yaklaşımına sahip bağımsız bir akademik disiplin kimliğine kavuşturmaya çalışırken dürüst düşüncelerle hareket etmiş olabilirler. Burada niyetlerini sorgulamıyoruz ama bir bilim dalı olarak tarihi geliştirirken, pozitivizme düşmeleri, ana kaynağı görmemeleri ve ezen ezilen kesimlerin mücadele diyalektiğini yok saymaları en büyük saptırmaları olmuştur. Bilim adına tarih ters yüz edilmiştir. Tarihin doğru bir anlayışla ele alınmaması aynı zamanda doğa ve toplum gerçekliğinin de sübjektif temellerde çarpıtılmasına yol açmıştır. İnsanlık adına sergilenen birçok direniş yanlış tarih ve toplum yorumu nedeniyle tam sonuca gitmemiş, hatta karşıtına hizmet etmekten kurtulamamıştır.
Dolayısıyla özgürleşmek, tarihini doğru bilmekten geçmektedir, tespitini yapmak yanlış olmayacaktır. Tarihi en çok çarpıtan ve yalanları gerçekmiş gibi topluma kabul ettirme becerisini gösteren devletlerin başında Türk devleti gelmektedir. Türk egemenlerinin tarih anlayışı oldukça pragmatist özellikler göstermektedir. Tarihi günümüz ve gerçeklerden koparma yönteminde Avrupa benmerkezciliğini bile geride bırakmıştır. Oldukça kaba yöntemlerle tarihe inkarcı yaklaştığı gibi en basit olayları bile kronolojik bilgiler içerisinde boğuntuya getirmeyi büyük marifet saymıştır. Aslında bu durum Türk devlet geleneği ve egemen sınıfın karakterinden ileri gelmektedir. Özellikle Osmanlı enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devlet yapılanmasının ortaya çıkardığı resmi ideoloji ve bu eksende toplumu tek tipleştirme yaklaşımının bir sonucu olarak bu topraklar üzerinde yaşayan halklar hafızasız kılınmak istenmiştir. Geçmişle bağları koparılan insanların kolay yönetilebileceğinden hareket edilerek toplumun hafızası sıfırlanmaya çalışılmıştır. Türk devlet geleneğinde pragmatist yaklaşım çok önemli bir yer tutarken, özellikle cumhuriyetin kuruluş aşamasından bu yana katı pozitivist anlayış daha da ağırlık kazanmıştır. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda bugünkü tarih, bilinç, kültür ve düşünce alanlarındaki şematik ve uydurma yapılanmayı anlamak mümkündür. Bu anlayışın bir sonucu olarak Türk resmi tarih anlayışı içerisinde Kürtlere asla yer verilmemiştir. Yazılı ve resmi belge niteliği taşıyan hiçbir yapıtta Kürt halkının varlığı geçmemiş, kabul edilmemiştir. Bu yapılanma inkar mantığında o denli çılgınlaşmıştır ki, gerçekliği ortaya çıkmasın diye Osmanlı arşivini kilitler altında bulundurmaya devam etmektedir ve belki birçoğunu imha da etmiştir.
Bu durum sadece Kürtler için değil, Ermeniler, Asuriler ve Rum toplulukları için de geçerlidir. Yani tarihi gerçekliğin doğru ifadeye kavuşturulması söz konusu olmamıştır. Resmi bir görüş oluşturulmuş, herkesin buna inanması gerektiği dayatılmıştır. Durum böyle olunca resmi tarih gerçek tarih olmaktan çıkarak, resmi görüşün istediği bir tarihe dönüştürülmüştür. Özellikle Kürtlere ilişkin bu ketum tarih anlayışı, dayatılan inkar ve asimilasyon politikasını sürdürmek istese de, özünde Türkiye’de yaşayan tüm toplumu gerçeklerden alıkoyarak, sürü mantığı içerisinde yürütmeyi amaçlamaktadır. Bugün objektif yaklaşımı esas alan hemen herkes, 1071 Malazgirt Savaşı’yla Türklere Anadolu kapısını açanın Kürtler olduğunu kabul ediyor. Osmanlı geleneğinde pek rastlanmayan inkar sisteminin Türk devlet oluşumunda temel strateji haline getirilmesinin yaratmış olduğu trajediler bugün bile tüm ağırlığıyla yaşanmaya devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda asli kurucu öğe olan Kürtlerin 1924’ten sonra inkar politikasına tabi tutulmasıyla gelişen isyanlar süreci ve ardından yapılan katliamlar Kürdistan’da yaşamı adeta felce uğratmıştır. Kürtler, Türk devlet geleneği ve egemenlerinin tarih ve toplumsal gerçekliğini inkar etmesi karşısında en doğal haklarını kullanarak kimlik ve iradelerine sahip çıkmışlardır. Ancak esas inkar politikasının tarih anlayışı ve bu eksende bilinçler üzerinde uygulanması Türkiye’de politika, ekonomi, sosyalite, kültür, edebiyat ve savunma mantığı başta olmak üzere tüm toplumsal yapılanma kurumlarının esas misyonlarından uzaklaşmasına neden olmuştur.
Böylece Türk devletinin yaratmış olduğu sistem, egemenliği altına aldığı tüm halklara kan kusturmuştur. Bu mantığın bir sonucu olarak Kürtler bir halk olarak değerlendirilmekten öte sürekli olarak ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutulmuştur. Devletin bütün kurumlarında yapılan propagandanın bir sonucu olarak Kürtler ya “potansiyel tehlike” ya da “yabani”, kültürden nasibini almamış insanlar olarak görülmüştür. Bu propaganda ve eğitim sisteminin toplum hafızasında yarattığı egemen ulus psikolojisi, bugün en demokrat, hümanist ve devrimci geçineni bile şu veya bu biçimde pençesine almış bulunuyor. Kürdistan’da yıllardır büyük özveri ve fedakarlıkla sürdürülen özgürlük mücadelesine karşı Türk toplumu arasında henüz doğru bir bakış açısının ortaya çıkmamasının nedeni yaratılan bu toplum psikolojisidir. Beyin, bilinç ve zihniyetlere empoze edilen bu psikoloji maalesef Türkiye’de tutarlı bir demokrasi hareketinin ortaya çıkması önünde hala büyük engel olmaya devam ediyor. PKK’nin ortaya çıkışı ise yalanın ve çarpıtmanın hakim olduğu tarihe bir müdahaledir. Dikkatli bir gözlemci PKK’nin daha ortaya çıkış koşullarında çarpıtılmış tarih anlayışının farkında olduğunu ve buna karşı bir mücadeleye giriştiğini hemen görecektir. Önderlikte somutlaşan bu durum ters yüz edilen tarihi PKK şahsında yeniden doğrultma özelliğini taşıyor. Kürdistan özgürlük hareketi ve Önderlik gerçeğine dikkatle bakıldığında olay ve olguları güncel içerisinde boğuntuya getiren bir tarzının olmadığı, aksine hemen her gelişmeyi tarihsel bağlantılarla ele aldığını görmek zor değildir. Eğer bu yetenek gösterilmemiş olsaydı, PKK’nin Türk ordusu ve uluslararası egemen güçler karşısında bu denli yenilmeyen bir direniş göstermesi mümkün olmazdı.
Önderlik ve PKK oluşumu reel sosyalizmin etkileri altında açığa çıkmış olsa da, reel sosyalizmin etkisi altında olan diğer hareketler gibi şabloncu bir mücadele diyalektiğini ve bakış açısını esas almamıştır. Dönemin imkanları ve koşullarından kaynaklı reel sosyalizm etkileriyle bir şekillenme olsa da, reel sosyalizm anlayışına herhangi bir teslimiyetten söz etmek mümkün değildir. Önderliğin kişiliği ve tarzında varolan “bilimsel kuşkuculuk” sürekli bir arayış ve yenilenmeyi gündemleştirmiştir. PKK, doğru tarih anlayışına verdiği önemden dolayı kapitalist modernist sistemin kir ve pası içinde boğulmamıştır. Çünkü mevcut sistemin toplumun zihniyetinde yarattığı dogmatizm ve bundan kaynaklanan çarpıklıklar, alternatif tüm hareketlerin sistemin yedeğine düşmesine yol açmıştır. Önderlik, sistemin bu kurnazlığını gördüğü için “ben hiçbir çağda yaşamıyorum, ama her çağda yaşıyorum. İlk çağda yaşıyorum, orta çağda yaşıyorum, bu çağda yaşıyorum, gelecek çağda yaşıyorum ama hiçbir çağda yaşamıyorum” tespitini yapmıştır. Aslında Önderliğin yaptığı bu belirleme kapitalist modernist sistemin oyun ve kurnazlığını deşifre ettiği kadar, doğru tarih anlayışının sahip olduğu muhteşem gücü de gösteriyor.
Çünkü insan sadece bu çağda yaşarsa, geçmiş tüm çağların anlam dünyası, kültürel yapılanması, düşünsel ve zihniyet oluşumunu anlamaz. Böylece yaşam felsefesini de açığa çıkaramaz. En benim diyen devrimci bile bu anlayıştan kurtulmazsa sistemin yedeği olmaktan kurtulamaz. Aslında insanlık daha binlerce yıl önce, geçmiş dönemlerin tarih anlayışına sahip olması gerektiğinin farkında olmuştur. Ünlü Apollon tapınağının kapısında “Kendini bil!” diye yazılması bunu gösteriyor. Yazan üstat büyük ihtimalle tarih anlayışından kopan ve kendi farkına varmayan insanın toplumun başına ne tür belalar açacağının farkında olmuştur. Önderlik, hemen hemen her zaman diliminde kadroları doğru tarih anlayışıyla bütünleştirmeyi esas almıştır. Yaptığı çözümlemeler, verdiği eğitimler ve yazdığı kitaplarda, insanın geçmişin tüm badirelerinden geçmesi gerektiğini belirtmiştir. “Tarih günümüzde gizli, biz tarihin başlangıcında gizliyiz” belirlemesi bunu somut olarak gösterme özelliğine sahiptir.
MURAT KARAYILAN (HEVAL CEMAL)
YORUM GÖNDER