BİR SAVAŞIN ANATOMİSİ (86.BÖLÜM)
MEŞRU SAVUNMA STRATEJİSİ
Savunma Hakkının Doğal Ve Meşru Temelleri;
Meşru savunma konusunu tanımlamak için öncelikle doğa ve toplumda savunma olgusunu ele almak gerekmektedir. Her canlının yaşam güdüleri arasında kendini savunmak başta gelmektedir. Yaşamak, varlığını sürdürmek içgüdüsel ve refleksi düzeyde tüm canlıların doğuşundan itibaren vardır. Kendini savunmak yaşamaktır. Savunma olgusunun canlının varoluşsal gerçekliğiyle bu denli özdeş olması onu kutsal kılmıştır. Yaşam hakkının kutsallığı savunma hakkını da kutsal kılmaktadır. Tüm canlıların beslenme, güvenlik ve üreme gibi üç temel ortak güdüsü vardır. Üçü de birbirine bağlıdır ve doğuştan itibaren vardır. İlkel haliyle yaşamda kalmanın, varlığını sürdürmenin içsel yönelimleri olarak vücut bulurken, sonraki yaşam şekillenişini de bu üçlü belirler. Fakat güvenlik ya da savunma ihtiyacı çoğu zaman öne çıkar. Çünkü beslenme veya üreme ortamı savunmasız, korunaksız bir ortamda mümkün değildir. Bu nedenle tüm canlılarda savunma refleksi, hareket tarzına ve şekillenmesine yön vermiştir. Doğanın bin yıllarca gelişip şekillenen canlı türlerinin savunmaya göre biçim aldıklarını kesin bir biçimde söylemek mümkündür. Çünkü buna göre biçim alamayanlar yaşayamamışlardır. Bu savunma refleksinin bir sonucu olarak insanlarda ve daha değişik bazı hayvan türlerinde toplumsallaşma gelişirken, bir kısım hayvanlar ise doğa ve diğer canlılardan kendilerini savunacak şekiller almışlardır.
Örneğin, birçok böcek türü yaşadıkları bitki veya toprak ortamının rengini almıştır. Aksi halde böcek yiyen başka hayvanlara kolayca yem olurlar. Kaplumbağaların kendilerini koruyacak sert bir kabukları vardır. Uzun ömürlü olmalarını bu kabuklarına borçludurlar. Aslan kendini gücü ile korur. Kaplan kendini hem gücü hem de çevikliği ile korur. Tavşan hızlı koşuşuyla, tilki hem hızlı koşması hem de kurnazlığı ile kendisini korur. Yani her birinin kendini savunacak ayrı özellikleri vardır. Kimi çiçek türleri de kendi içlerine kapanarak korunurlar. Kuşlar yumurtalarını başka canlının kolayca ulaşamayacağı yerlere bırakırlar. Savunma sadece yaşamın sürdürülmesi için diğer canlı türlerinden gelen saldırılara karşı korunmakla sınırlı değildir. Doğaya karşı da savunma vardır. Örneğin her hayvanın soğuğa karşı mutlaka bir çeşit savunması vardır. Bazılarının kürkü kalındır, onları soğuktan korur. Bazı bitkiler ağaç veya kaya gölgelerinde yeşerir. Aksi halde güneşin sıcağında yaşaması mümkün olmaz. İnsan topluluğu da yaşam alanlarını besin kaynakları ve barınma olanakları kadar soğuk-sıcak, sel, çığ gibi doğa olaylarını gözeterek belirler. Doğanın reaksiyonlarına karşı canlıların kendilerini savunmaları kendi yaşamları için temel bir konudur. Dolayısıyla şöyle denilebilir: Savunma, hem diğer canlılardan gelebilecek tehlikeye karşı hem de doğa reaksiyonlarına karşı bir canlının yaşamını idame ettirebilmesi için zorunludur. Savunma olmadan yaşam olmaz. Bir klan var olabilmek için kendisini savunmak zorundadır. Neden ve neye karşı? Diğer klanlarla karşılaştığında saldırı olursa kendini koruyabilmelidir. Vahşi hayvanların saldırılarına karşı kendisini savunabilmelidir. Yine doğal afetlere karşı ancak kendini savunarak yaşamını sürdürebilir. İnsanlar, yaşamlarını sürdürebilmek ve dolayısıyla kendilerini savunabilmek için bir araya gelmiş, toplumu oluşturmuşlardır. Toplum haline gelmek, toplumsallık düşünce gücüne dayalı olarak en büyük savunma gücü olmuştur. Toplumsal yaşamın temeli de burada başlıyor. Yani klan yaşamı toplumsal bir yaşamdır. Hem varlığını sürdürebilmesi için, hem de tüm bu saldırılara karşı kendisini savunabilmesi için bu birliğe ihtiyacı vardır.
İlk toplumsal form olan klanın oluşum tarzı savunma olgusuyla doğrudan bağlantılıdır. Klanın toplumsallığını korumak için çok katı ahlaki kurallara sahip olmasının anlamı da burada ortaya çıkmaktadır. Klan ya toplumsallığını koruyacak ya da yok olacaktır. Bu tespitlerden hareketle insan türü için ilk, temel ve vazgeçilmez savunma gücünün toplumsallaşmanın kendisi olduğunu belirtebiliriz. Doğal toplumdaki insanlarda fazla sorunsallık yoktur. İnsanların sorunları daha çok doğayla bağlantılıdır. Bazen kabileler arası beslenme alanları üzerine kavgalar olabilmektedir. Sonraki aşamalarda çobancı toplumlarla tarımcı toplumlar arasında kavgalar çıkmıştır. Fakat bir kabile diğerini köleleştirmiyor veya bitirmiyor. Bir kabilenin diğer bir kabileyi bitirmesinde herhangi bir çıkarı yoktur ki bitirsin. Doğaya ve kendilerine saldıran hayvanlara karşı yürütülen bir savunma durumu söz konusudur. Yaşanan bu anaerkil sistemde insanlar kendi içlerinde birbirlerine karşı kendilerini koruma durumunu ahlaki ilkeler temelinde toplumsallığını koruyarak gerçekleştirmişlerdir. İnsan toplumunun %98’lik bölümünü oluşturan doğal toplumda insanlar arasında eşitlik vardır. Komünal bir yaşam söz konusudur. Dayanışma ve paylaşım esastır. Bilindiği gibi giderek klan yaşamında bir iş bölümü şekilleniyor. Erkek ve kadın arasındaki bu iş bölümünde erkek daha çok avcılık kadın ise toplayıcılık ve sonra tarım işlerini geliştiriyor. Binlerce yıl süren bu doğal yaşamın bir aşamasında tarımda fiziki güç gerektiren sabanın kullanılması erkeğin giderek ön plana çıkmasını da beraberinde getirir. Tarım alanlarının genişlemesi ve erzak depolama giderek bir birikim oluşturur. Avcılıkla kurnazlaşmış erkek giderek bu birikim üzerinden aile ve toplum üzerinde egemenlik kurmaya başlar. Bu dönem kadın ve erkek arasında çelişki ve çatışmaların başladığı bir dönemdir. Avcılık yaptığı dönemde erkekte kurnazlık gelişmiştir. Avını nasıl düşüreceğine yönelik tasarı kabiliyeti erkekte kurnazlığı ve analitik zekayı geliştiriyor. Hile yapmazsan avcılık da yapamazsın.
Çünkü tuzak kurmadan av da olmaz. Avcılık erkekte hem şiddet duygusunu geliştiriyor, hem de vicdani yönünü zayıflatıyor. Çünkü her gün bazı canlıların yaşamına son veriyor. Her ne kadar toplumun yaşamını idame ettirebilmesi için yapılmış bir iş olsa da zamanla duygu ve düşünce şekillenmesini de etkiliyor. Tarım toplumunun ilerlediği dönemde saban ve daha sonraki aşamalarda kanallar yoluyla sulama tarımına geçilmesi erkekteki güç olma olgusunu daha da pekiştiren bir zemin sunuyor. Böylece erkek kendini daha çok merkeze oturtuyor. Erkek tarafından kadının şiddet, hile ve kurnazlıkla egemenlik altına alınması mitoloji üretiminin de temel konusu haline gelerek tüm toplumda egemenliğin tesis edilmesi süreci başlatılıyor. Erkeğin güç ve şiddet uygulaması anaerkil dönemin bitmesinin nedeni oluyor. İnsanlar arasında farklılaşmaların doğmasına yol açıyor. Erkek iktidar, kadın ise ezilen cins haline geliyor. Erkek bunu vicdansızca ve hileyle yapıyor. Daha sonra kendi hem cinsini de yani erkeği de köleleştiriyor. Kölelik de böyle başlıyor. Böylece şiddet erkeğin bir yaşam tarzı haline geliyor ve kendisini yürütmek için de bunu sistemlileştiriyor. Sümer rahip toplumunda bunun mitolojik izahı yapılıyor. Gökyüzünde tanrı, yeryüzünde kral ve onun sistemi olan devlet oluşturuluyor. Sınıflaşmaya dayalı olarak geliştirilen bu sistem şiddet sistemidir. Mitolojik üretimle de şiddetin ve egemenliğin meşruiyeti sağlanmak isteniyor. Sümer rahip devletinin ideolojik hakimiyetle sağladığı üstünlük, yönetim sanatı, şiddet ve zor aygıtlarıyla pekiştirilerek insanlık tarihinde devletli-iktidarcı uygarlık sistemini başlatmış ve günümüze kadar da biçim ve boyutları değişse de özünü koruyarak gelmiştir. Hem kadının köleleştirilmesi hem de şiddetin ve egemenliğin sistemlileştirilmesi devlet şahsında kanun ve yasalara bağlanarak sürdürülmüştür. Doğal toplumu gerileten, parçalayan, tahrip eden bu sisteme karşı savunma hakkı da eş zamanlı olarak ortaya çıkıyor. Yani saldırı durumu beraberinde direniş ve savunma olgusunu da getiriyor.
Tarihte büyük köleci devletlerin çıktığına, kendilerini bu sistem üzerinden inşa ettiklerine kitabımızın ilk bölümünde değinmiştik. Bu sistemin saldırısına maruz kalan toplumlar da özgür iradelerini korumak, özgür yaşamak için direnişe geçiyorlar. Gutilerin, Hurilerin, Medlerin, Zerdüşt’ün, Spartaküs’ün, peygamberlerin, mezheplerin, kabilelerin, etnisitelerin direnişleri devletçi uygarlık saldırısına karşı direniş ve savunma tarihini anlatır. Tarihi, egemenlerin bakışıyla ele alanlar direnişleri ya görmezden gelmiş ya da bastırılması gereken ilkel, barbar, gerici hareketler olarak değerlendirmişlerdir. Oysa insanlar arasında egemenlik erki oluştuğundan bu yana tarih, egemenlerle ezilenlerin mücadelesi ve çatışmasıyla şekillenmiştir. Tarihe ezilenlerin, direnenlerin penceresinden baktığımızda tüm çağlar boyunca savunma hakkı yaşam hakkıyla özdeşleşmiş ve kutsal görülmüştür. Nitekim 18. yüzyıla geldiğimizde “savunma hakkı” felsefi ve hukuki temelde özel bir konu olarak insanlığın gündemine gelmiştir. 19. yüzyılda “herkesin kendini savunma hakkı vardır” ifadesiyle hukukta yerini bulmuştur. 20. yüzyılda ise savunma hakkının kutsallığı teslim edilip uluslararası hukuk ve sözleşmelerde yerini almıştır. 1948’de Helsinki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, yaşam ve savunma hakkını tüm hakların temeli haline getirmiştir. Yazılı hukukta olsun veya olmasın, savunma hakkı doğal toplumdan itibaren ahlaki bir ilke olarak her zaman var olmuştur. Altın Hilal’de gelişen uygarlık içerisindeki ilişki tarzına bakıldığında savunma, söz verme, onur gibi ahlaki değer ve kavramlaştırmaların hakim olduğu bir toplum gerçekliğiyle karşılaşılır. Kabile, aşiret ve etnisiteler devletli uygarlığa karşı direnirlerken ahlaki ilke, kendi özgürlüklerini savunmaktır. Başka toplumu egemenlik altına alma söz konusu değildir. İbrahimi dinler geleneğinde yine ahlaki ilkelerin başat olduğunu görüyoruz. Sebepsiz öldürme veya saldırma mahkum edilmiştir. Zerdüştlükte bu ahlaki ilkeler toplum yaşamına tamamen egemen kılınmak istenmiştir. Hiçbir ahlak kuralı tanımayan savaş olgusu devletçi egemenliğin karakteri olarak şekillenmiştir.
Doğal toplum özelliklerini taşıyan hiçbir toplumda egemenlikçi sistemin vahşi, ahlaksız, kuralsız savaş ve şiddet anlayışına rastlanmaz. Örneğin Truva Savaşı’nda çarpıcı bir sahne vardır. Aşil Hektor’un bulunduğu kalenin önüne gelerek, savaş meydanına tek başına çıkar. Buna karşı Hektor da tek başına çıkar. Kesin bağlayıcı ahlaki ilke olmasa kurnazlık yapıp, tek gelmesinden yararlanarak, askerleriyle topluca saldırabilir, tasfiye edelim, diyebilirdi. Ama dikkat edelim, Hektor bunu yapmıyor, her ikisi yalnız savaşıyorlar. Herkesin gözünün önünde Aşil Hektor’u öldürdükten sonra cenazesini de arabaya bağlayıp, götürüyor. Bütün askerleri gözyaşı dökmesine rağmen kimse müdahale etmiyor. Çünkü bir ahlaki ilke ve uyulması gereken yasa vardır. Bu yasalara uymak insanlıkla eş değerdir. Bunun için kimse buna karşı sesini de çıkarmıyor. Demek ki bu bir ahlaki ilkedir. O insanlardaki ahlaka göre, hiç kimse Hektor en büyük komutanımızdır, yalnız bırakmayalım, biz de saldıralım diyemez. Üstelik herkesin çok sevdiği ve bağlı olduğu bir komutandır. Herkesin gözünün önünde öldürülüyor ama ahlak yasası müdahale etmeye müsaade etmiyor. Birisinin çıkıp, Aşil’e ok atmasına veya farklı bir biçimde saldırmasına kesinlikle yaşamsal bir ilke olan ahlak ilkeleri müsade etmiyor. Birbirlerinin düşmanlarıdırlar, birbirlerini öldürüyorlar ama yine de bir ahlak yasası vardır. Hektor’un babası gizlice gidip Aşil’i görüyor. Ondan cenazeyi vermesi için ricada bulunuyor, cenazesini alıyor. Düşmanıdır ama cenazesini veriyor. Cenazenin yası bitene kadar da herhangi bir hücum veya saldırı durumu olmuyor. Yas bittikten sonra savaş devam ediyor. Demek ki o zaman savaşta kurallar vardır. Bunlar yazılı değil, ahlaki kurallardır. Bu ahlaki kurallar o kadar oturmuş ki insanlıkla özdeşleşmiştir. Köleci devletlerden günümüze kadar tüm devlet sistemlerinde savunma hakkı sürekli olarak çiğnenmiştir. En fazla da bu hakkın kapitalist sistem devletleri tarafından çiğnendiğini görüyoruz.
Bilindiği gibi kapitalizmin doğuş sürecinde Hollanda, İspanya gibi devletlerin dünya kıtalarına açılımı, yine “güneş batmayan imparatorluk” diye bilinen Britanya gibi imparatorlukların oluşması savunma hakkının çiğnenmesi temelinde gerçekleşmiştir. Kapitalist dönemde sınırsız kar, sınırsız saldırı ve sınırsız egemenlik anlayışı doğmuştur. Bu nedenle insan doğası ve savunma hakkı en fazla kapitalist modernite anlayışı tarafından ezilmiştir. Buna karşı savunma da her zaman ezilen toplumların yaşamak için zorunlu bir görevi olmuştur. Kapitalist modernitede saldırılar bir sisteme kavuşturulmuş; toplu katliam ve öldürme silahları geliştirilmiştir. Tüm teknoloji ve saldırı silahları savaşların geliştirilmesi için hizmete konulmuştur. Eskiden ok ve kılıçlar vardı. Daha sonra barut bulundu. Teknolojinin gelişmesiyle işin ucu kitle imha silahlarının ve atom bombasının icadına kadar vardı. Dolayısıyla bundan sonraki savaşlarda yüzlerce değil, binlerce, yüz binlerce insan ve canlı katledilir hale geldi. Paralelinde doğanın sınırsız tahribatını da getirdi. Şunu rahatlıkla belirtebiliriz ki, savunma hakkına karşı en büyük kıyımlar kapitalist sistemde geliştirilmiştir. Uluslararası sözleşmelerde savunma temel bir hak olarak tarif edilmiş ve tanınmış olmasına rağmen uygulamada bu hak sadece egemen devletlere ait bir hakmış gibi yaklaşılmaktadır. Bu gerçek binlerce defa pratikte görülmüştür. Örneğin günümüzde bir kapitalist devlet dünyanın bir ucundan kalkıp öbür ucuna saldırıya girişiyor, insanların ve tüm canlıların yaşam haklarını çiğneyebiliyor ve bunu da kendisine hak görüyor. Üstelik saldırısının adını da “kendini savunma” veya “meşru müdafaa” biçiminde adlandıracak kadar bir saptırma içerisine girebiliyor. Burada gerçekler ve hakikatler çiğnenmiştir. Kutsal savunma hakkını kendisi için bir kalkan olarak kullanabiliyor. Savunma hakkı bu biçimde tahrip edilse, çarpıtılsa bile onun kutsal yerini ortadan kaldıramazlar.
Çünkü savunma, toplum gerçekliğinin, yaşamın en temel ve vazgeçilmez kutsal hakkıdır. Toplumların kültürlerini, dillerini, değerlerini savunmaları en doğal ve zorunlu haktır. Hatta bir hak olduğu kadar bir görevdir. Çünkü kendini savunamayan toplum değerleriyle birlikte onurunu ve özgürlüğünü yitirir. Günümüzde BM’de devletler birbirlerine bu hakkı tanıyorlar. Yani bir devlet diğerine saldırdığında diğerinin kendini korumaya hakkı vardır, deniliyor. Ama bu kural sadece devletlerle sınırlı olamaz. Savunma hakkı doğal bir haktır ve devletlerden önce de vardı, bugün de olacaktır. Bu hak, toplumlarda ahlaki ve insani değerler üzerine gelişmiştir. Dolayısıyla devletlerarası bir hak biçiminde tanımlamak ve bununla sınırlandırmak tamamen egemenlikçi sistemin sürdürülmesine dönüktür.
MURAT KARAYILAN (HEVAL CEMAL)
YORUM GÖNDER