BİR SAVAŞIN ANATOMİSİ (11.BÖLÜM)
KÜRT TOPLUMSAL ŞEKİLLENMESİ VE SAVAŞ GERÇEKLİĞİ Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda Kürtlerin Rolü; Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlının mirası, galip çıkan devletler arasında paylaşılmak ve bu paylaşımda Kürtler ve Ermenilere de manda devlet kurma düşüncesi beslendiyse de, sonrasında değişen çıkarlar bu planlamayı boşa çıkarmıştır. Esasında 1920’lerde imzalanan ve Kürtler ile Ermenilere, bağımlı da olsa devlet olma yolunu açan Sevr anlaşması uygulamaya konulmamıştır. Erzurum ve Sivas kongrelerinde Kürt ve Türk birlikteliğinin işlenerek halkın milli, kültürel ve inanç dokusuna hitap edilmesi, Mustafa Kemal ve bağımsızlıkçı hareket etrafında birleşmeye götürmüştür. Kürtlerde Sevr anlaşmasına soğuk yaklaşım Türk-Kürt ittifakının ağırlık kazanması bu biçimde gelişmiş, dine ve din kardeşliğine önem veren Kürt toplumunda Türk halkıyla ortak hareket etme tutumu somutluk kazanmıştır. Mustafa Kemal hareketinden önce zaten Anadolu ve Kürdistan’daki işgallere karşı yerel düzeyde kendiliğinden gelişen direnme hareketleri vardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri belli bir mücadele içinde bulunmuşlardır. Bu kongrelerle yapılan, buralarda verilen direnişleri birleştirmekten ibarettir. Birleştirilen cephelerde ortak savunma heyetleri oluşturulmuştur. İşgalci kuvvetlere karşı, halk özgürlük eğiliminin içine girdiği mücadelenin başarılı olması, savaştan galip çıkan devletleri yeni bir yaklaşım göstermeye yöneltmiştir. Böyle bir mücadele ortamında İstanbul meclisinin dağılmasıyla kaçan parlamenterler ve Anadolu’daki direnişçi grupların temsilcileri Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni oluştururlar. Bu meclis Osmanlı birliklerinin terhislerini durdurarak kendilerine bağlarken, Kürtlerin desteğiyle de belli bir toparlanmayı yaşarlar. Maraş, Antep ve Urfa’da halkın kendi örgütlülüğüyle işgal karşısında başarı elde edilir. Batıda da Yunanlılara karşı yeni bir cephe açılır. Fakat zorlanan direniş, yerel direnişçi Kürtlerin desteğiyle batıda da başarı sağlar. Böylece Sevr antlaşması pratik olarak da işlevsiz bırakılır. Daha sonra 24 Temmuz 1923’de Lozan anlaşması imzalanır. Buna göre Güney ve Kuzey Kürdistan sınırları dışında, Türkiye’nin bugünkü sınırlarının çerçevesi somutlaştırılır. Güney Kürdistan üzerinde İngiliz ve Türk devletinin anlaşmazlığı sonucu daha sonraya bırakılmak üzere Lozan anlaşması sonuçlandırılır. Burada İsmet İnönü’nün kendisini hem Kürtlerin hem de Türklerin temsilcisi olarak kabul ettirmesi, salt bir aldatmacayla sınırlı değildir. Esasında o dönem kurulan meclis, Kürtlerin ve Türklerin meclisi olarak kabul edilmektedir. Tehlikelerle dolu ve bir o kadar hassas bir süreçte Kürtlerin Türklerle kardeşçe yeni bir gelecek yaratmak için girdikleri birliktelik taktik olarak görülmemektedir. 1919’da Koçgiri isyanında izlenen uzlaşma yolunun nedeni de budur. Yani sorunları birlikte, ortak çözme eğilimi ağır basmaktadır. Yine çeşitli süreçlerde yapılan açıklamalar ağırlıklı olarak Kürtleri tanımaya dönüktür. Amasya Tamimi, Cizre komutanlığına gönderilen talimatlar, İzmit basın açıklamaları Kürtlerle Türklerin birlikte nasıl daha güçlü yaşayacağını dile getirir. Türkün Kürtsüz, Kürdün de Türksüz zayıf kalacağı ve başkalarına alet olacağı tespiti sadece Ziya Gökalp’in değil, o dönemin kabul gören temel siyaset anlayışıydı. Karşılıklı muhtaç olma ya da birbirine ihtiyaç duymanın kenetlenmeyi getirdiği ve ortaklığı geliştirdiği görülmektedir. Bu dönem Kürt-Türk ittifakının üçüncü büyük dönemi olarak kayda geçmiş bulunmaktadır. Kürtlerin 1071 yılında Malazgirt savaşında verdiği destekle Türklere Anadolu kapısını açtığını belirtmiştik. Bu, ilk Kürt-Türk ittifak dönemidir. Bu süreçten itibaren Kürtlerin Türklerle birlik hukukunu oluşturup kendi kültürel yapılanmasını sürdürdüğüne de vurgu yapmıştık. İkinci ittifak dönemi, Yavuz Sultan Selim dönemidir. Ancak 19. yüzyılda Osmanlı devletinin geliştirdiği yeni politikalar, Yavuz Sultan Selim döneminde oluşturulan hukukun çiğnenmesini beraberinde getirmiştir. Buna karşı yaşanan isyanlar, çok kanlı seferler ve yönelimlerle bastırılmış, Kürt toplumu işbirlikçilik dayatmaları altında parçalanmıştır. Kürtlerin, Lozan sürecine kadar uğradığı katliam ve parçalanmışlık gerçeği onların etkili siyasi, askeri ve toplumsal bir güç olmasını engellemiştir. Tüm bu olumsuz yaklaşımlara karşı Kürtlerin büyük çoğunluğunun Osmanlı enkazı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte hareket etmesi ağırlık kazanmıştır. Bilindiği üzere Lozan’da Türkiye devletinin yeni bir haritası şekillenmiştir. Aslında bu harita Misak-ı Milli sınırlarını içeriyordu. Misak-ı Milli sınırları esas olarak İran Kürtlerinin yaşadığı topraklar dışındaki tüm Kürdistan topraklarını içine alıyordu. Ama sonradan anlaşmalarla kesinleştirilen harita Osmanlı denetimindeki Kürdistan topraklarını üçe bölmüştür. Daha önce Osmanlı ve İranlılar arasında 1639’da imzalanan Kasr-i Şirin anlaşmasıyla zaten Kürdistan’ın bir bölümü İranlılara bırakılmıştı. Lozan’da ortaya çıkan paylaşımla artık Kürdistan dört parçadır. Bir kısmı, Fransız denetimindeki Suriye’ye demiryolunun sınır yapılmasıyla dahil edilir. Kerkük, Musul hala yoğun tartışmalara sahne olmaktadır. O zaman da çok yoğun çelişki ve çatışmalara neden olmakla birlikte sonuçta İngilizlerin denetimindeki Irak’a bırakılır. Her ne kadar Kerkük ve Musul’un statüsü Lozan’dan sonra belirlenmiş olsa da ana çerçevesi Lozan’da çizilen anlaşmanın somutlaştırılmasıyla mevcut paylaşım kesinleşmiştir. Lozan anlaşması Kürdistan’ı yok saymış, inkar etmiştir. O dönemde Lozan antlaşmasının mimarlarından olan İngilizlerin dışişleri bakanı Lord Curzon, Lozan’ın son aşamalarına kadar bağımsız bir Kürdistan’ı savunur. Bunun nedeni Kerkük petrolü ve kendisine bağlı bir Kürdistan amacıdır. Muhtemelen o zaman Diyarbakır’a kadar, Kuzey’i de biraz içine alan, Kerkük ve Musul da dahil olmak üzere kendine bağımlı bir Kürdistan’ı savunma düşüncesi vardır. Daha sonra oluşan çeşitli dengeleri göz önünde bulundurarak, İngiltere’ye bağlı bir Kürdistan’ın tehlikeli olabileceğini düşünmüş olmalılar ki bu politikadan tamamen çark edip Kürdistan’ı yok sayma siyasetini çıkarları için daha uygun görmüşlerdir. Bir ülkeyi ve bir halkı çıkarları için kurban eden bu siyasi anlayışa göre, Kerkük ve Musul’u Irak vasıtasıyla denetime almak daha uygun olacaktır. Bunun için de artık İngiltere, Lozan tartışma platformunda bu plana yönelir. Bir uçtan diğer uca kaymasının asıl nedeni budur. Lozan anlaşmasının birçok oturumunda ısrarlı bir Kürdistan savunucusu olan İngiliz anlayışı, birdenbire Kürdistan’ı yok sayan bir anlayışa dönüşmüştür. Halkların iradeleri, kültürel gerçeklikleri, çıkarları burada hiç düşünülmemiş, çıkarlar ve paylaşım esas alınmıştır. ‘Mademki istenildiği gibi bir konum oluşmuyor, o zaman yok sayalım’ politikası uygulanmıştır. Kürdistan yok sayılınca da Kerkük ve Musul’u kendisine alma olanağı doğmuştur. Bundan sonraki süreç bilindiği üzere dört parçada ayrı ayrı gelişen isyan ve çatışma süreçleridir. Kürtlere yaklaşımda tamamen çıkara dayalı bir tutum esas alınır. Kürdistan’ın zengin petrol ve hammadde kaynaklarına göz dikmişlerdir. Bütün oyunlar bunun etrafında dönmektedir. Kürtler yok sayılınca da uluslararası anlaşmayı arkasına alan egemen devletler için iş daha kolay olur. Böylece Kürdistan’da daha rahat katliam yapma, tümden yok sayma, istedikleri gibi yönetme süreci gelişmiştir. 19. yüzyılda isyanlar vardır, fakat bu isyanlar zalim, katliamcı yöntemlerle bastırılmamışlardır. Ama 20. yüzyıldaki isyanlar her tarafta çok vahşice katliamlarla bastırılmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi başta Lozan anlaşması olmak üzere uluslararası anlaşmaların Kürt toplumunu yok saymış olmasıdır. Bu anlaşma temelinde adeta bu toplumun her biçimde yok edilebileceği ve katliama tabi tutulacağı onayı alınmış gibidir. Bu nedenle daha sonra Kürdistan’da yaşanan büyük trajedilerin ve katliamların esas sorumlusu Lozan’daki inkarcı anlayıştır. MURAT KARAYILAN (HEVAL CEMAL) (11.BÖLÜM) |
YORUM GÖNDER