‘NUSAYBİN’E YAKIŞAN BİR TARİH YAZMALIYIZ’ (1.BÖLÜM)
Xebatkar, Kawa ve Binevşlerin öncülüğünde Türk devletinin sendrom yaşamasına neden olan Nusaybin direnişinin direnişçiler tarafından kaleme alınan günlüklerden bir derleme olan bu yazı dizisi, mücadelenin nasıl, hangi imkanlarla yürütüldüğünü gösteriyor. Direnişin binde biri bile olmayan bu yazı dizisi mücadelenin gerçekliğini gözler önüne seriyor. Nusaybin’in Koçera Mahallesi’nin ağırlıkta anlatıldığı bu direniş anlatımı tarihte görülmemiş bir irade savaşı olduğunu ortaya koyuyor. Yüksek irade savaşının sonucunda işgalci güçler sendrom yaşamaktan kurtulamamıştır. Özgüçleri ile bütün imkansızlıkların içerisinde her konuya çözüm bulmaya çalışan direnişçilerin aynı zamanda yaşam mücadelesini anlatıyor. Hem savaşıp hem de bu şartlar altında yaşamaya çalışan direnişçiler ‘Nusaybin’e yakışan bir tarih yazmalıyız’ diyerek her koşulda ve şartta direnişten tek adım dahi geri atmadan sonuna kadar devam ediyorlar. Şehit olan her yoldaşlarının anısına daha da mücadeleyi yükselterek cevap olma çabasındalar. Bilge komutan Atakan Mahir’in dediği gibi ‘Ne Spartaküs bizim gibi yaşadı, ne de Che bizim gibi savaştı!’. Yerinde söylemek gerekirse ‘ne Spartaküs Nusaybin direnişçileri gibi yaşadı, Ne de Che Nusaybin direnişçileri gibi savaştı’.
Mesih çağının değil,
Uzay çağının gerillasıyız.
Ne Spartaküs bizim gibi yaşadı,
Ne de Che bizim gibi savaştı.
Bedenlerimiz bedel olacak elbet
Bulutsuz
Masmavi göğün müjdesi için.
Olsun be yoldaşım!
Güneşin Zaptı yakın değil,
Güneşi zapt ettik artık
Şafak bizim artık!
(Atakan Mahir)
Bu şehrin sokaklarında yürürken misket, top oynayan, ip atlayan çocuklarına rastlanır. İnsanlardan en temiz ve saf olan çocuklar güzellikleriyle, gülüşleriyle renk veriyor bu şehrin sokaklarına. Sokaklarda tandır başında olan anneler hiç eksilmezler. Sokakta yürürken hemen sıcak ekmek uzatırlar. Yine Nusaybin’in delisi denen Zeki kendine has yürüyüşü ile çerxa şoreşê’yi haykırıyor. Adeta kendi başına kitlesel bir yürüyüş. Devrim havasını yaşayan bu kişi gerçekten deli miydi? Deli denilen insanlar bir başka güzellik veriyordu bu şehre. Şehrin insanları içerisine hapsedildikleri beton evlere karşı direniyorlardı. Zamanlarının çoğu sokakta geçiyordu. Akşamları evlerinin önlerine sandalyeler çıkarıp çocuklarıyla, komşusuyla geç saatlere kadar sohbet ederlerdi. Sabahları horozlar erken öterdi. Birkaç kuruş kazanmak için sabah erken saatlerde tatlı satan, ayakkabı boyayan, üç tekerlekli arabayla nakliye yapan çocuklar da Nusaybin’in bir başka rengiydi. Nusaybin bir şehir değil kocaman bir köydü. Kemençe eşliğinde uzunca tutulmuş halaylar Nusaybin’e aitti. Bunu izlemek için de bütün mahalleli etrafa toplanmıştı. Bir bütünen Kapitalizm’in bütün kültürel ve toplumsal çarpıklığına karşı topyekûn bir direniş içerisinde olan bir Nusaybin gerçekliğiydi. Bu şehrin insanları kendi gerçeklerini her açıdan savunuyorlardı.
Direnişin ilk adımları
Rênçber (Şeref Altundal), Bakur, Uğur, Mazlum, Amed ve Ramazan arkadaşlarla ilk bölgeyi tutmayı planladık. Bu direnişin ilk adımıydı. Oldukça mutlu ve heyecanlıydık. Direnişin ilk adımını atma şerefine sahip olmak bunu gerektiriyordu. Gençler YDG-H öncülüğünde hendek ve barikat yapımına başlamışlardı. Bu çalışmalar esnasında Nusaybin’in ilk şehidi olan Gelhat Arkadaş şehit oldu. İlk barikatın yapıldığı yer olan Abdulkadir Paşa Mahallesi’ne Şehid Gelhat’ın adı verildi. İlk alan tutma pratiği YDG-H’li gençlerin öncülüğünde gelişiyordu.
O zamanki sorumlu arkadaş Rênçber Arkadaş’tı. Güldüğünde veya sinirlendiğinde ellerini kullanıyordu. Bu yüzden hal ve hareketlerinden Rênçber Arkadaş’ın ne düşündüğü, nasıl hissettiğini çabuk anlardık. Dudağının üstünde yara izi vardı. Nereden bulduğunu bilmediğimiz bir çantayı sürekli taşıyordu. Bundan dolayı “çantalı” olarak tanınırdı. Hem bu şekilde gizemli bir görünüme sahip olduğu için bir sokaktan geçerken bütün gözler üzerine çevrilirdi. Herkes o çantanın sırrını merak ediyordu.
Yapılacak çok iş olduğu için hemen görev paylaşımına gittik. Bakur ve Mazlum arkadaşlar gençleri örgütlemeye başlayacaklardı. Bu konuda ciddi bir hazırlık gerekiyordu. Bu işte sorumlu arkadaşlardı. Bakur ve bênfireh kelimesi birbirleriyle bütünleşmişti. Çünkü Bakur arkadaşın tahammül sınırları oldukça genişti. Aynı zamanda çok temiz ve saf biriydi. Biraz inatçıydı. Fakat inadına hiçkimseler kızamazdı saf ve temiz yürekli biri olduğu için. Mazlum arkadaş ise büyük sevinç ve yaşamları küçük bedeninde barındıran biriydi. Oldukça sakindi. Herkes güvendiği için çok sevilen bir arkadaştı. Uğur arkadaş öncülüğünde YDG-H’li arkadaşlar Şehid Gelhat mahallesini tutacaklardı. Amed arkadaş ise bir kepçe bulmakla uğraşacaktı.
Henüz çalışmamız ilk günündeyken işgalciler saldırıya geçtiler. Çatışma olmadı. Halkın ayaklanması sayesinde işgalcilerin saldırısı önlenmiş, boşa çıkarılmıştı. Mahalleye yoğun biber gazı ile saldırınca halk da ayaklanıp işgalcilere geri adım attırmıştı. Ne olur ne olmaz diye de hazır bir şekilde silahlı bekleyişimiz devam ediyordu. Bekleyiş sürerken Rençber ve Amed arkadaşlar bir bahçedeydiler. Amed arkadaşın gözü üzüm bağlarına takılmıştı, Rençber arkadaşa üzüm yer misin diye sordu. Rênçber Arkadaş “evet” diyerek onayladı. Tam o esnada düşman etrafa rastgele mermiler sıkmaya başladı. Amed arkadaş hiçbir şey olmamış gibi üzümü uzatınca Rençber Arkadaş “bu kıyamette üzüm de neyin nesi oluyor” diye kızdı. Amed o an Rênçber arkadaşın şaşkınlığının kurbanı olmuştu. Bu sırada Ramazan arkadaş da düşmana izini kaybettirmişti. Çok hızlı ve seri bir şekilde başarmıştı. Neyseki bu olayı da kayıp vermeden atlatmıştık.
Nusaybin halkı, direnişçileri tarihten gelen direniş kodlarıyla karşılıyordu. Halkın gözlerindeki ışıltı ve sevinç muazzam bir coşku yaratıyordu bizlerde. Bir direniş tarihine sahip olan bu halk tüm umudu ve görkemliliği ile direnişi karşılıyordu. Gittiğimiz her yerde hemen destek verip direnişi bir parçası oluyorlardı. Hiçbir konuda yardım esirgemeden tüm kaygıları bir kenara bırakıp direnişe bel olmaya çalışıyorlardı. Şehit Gelhat mahallesi belli bir düzeyde tutulmuştu. Halk elbette izleyici değildi. Zaten Nusaybin halkı içerisinde oluşan direniş kültüründen dolayı izlemek aykırı ve ayıptı. Ne yapıyorsak, neye el atıyorsak hemen yanıbaşımızda bitiveriyorlardı.
Şehit Gelhat mahallesini Karargah haline getirdik. Burada belli bir noktayı toplanma alanı olarak belirlemiştik. Mahallede gece nöbetlerine başlamıştık ama düzeni henüz oturtamamıştık. İlk mayınlar yerleştirilmişti. Bu mahallenin tutulmasıyla bir nefes alabilmiştik. Diğer mahalleleri tutmayı tartışırken işgalciler mahalleye baskın düzenlediler. Gece saat üçte Bedran (Bedran Beyret) arkadaş haber getirmişti. Henüz ne olduğunu tam anlamadan mayın sesi ile irkildik. Zırhlı kepçede mayın patlatılmıştı. Uyduğumuz çatıdan aşağıya eve indik. Kötü yakalanmıştık. Kobraya karşı savaşacak silahlar yanımızda değildi. Evde de yaşlı bir çift, on beş ile dört yaşlarında iki çocuk vardı. Endişelendikleri belli oluyordu. Mahalle dört yandan zırhlı araçlar ile tutulmuştu. Yaklaşık iki saat sonra kapıların kırılma sesini işitmeye başladık. Silahların emniyetini açarak işgalcilerin gelmesini bekledik. Çıkamadığımız takdirde ölümüne savaşacaktık. Neyseki evin arka kapısı vardı. Düşman evin kapısını vurmaya başladı. Hemen arka kapıdan çıkıp duvarı atlayarak yan eve geçtik. Dört çocuk sahibi anne bizi oldukça soğukkanlı bir şekilde karşıladı ve içeriye götürdü. Dört küçük çocuğunun olmasına rağmen gösterdiği bu soğukkanlılık karşısında hayran kalmamak elde değildi. O an kurtulmak için tek yolumuz kalmıştı. O da halkın biran evvel topyekûn ayaklanması ile olacaktı. Kısa bir süre sonra gürültüler, bağırışmalar gelmeye başladı. Bizim için tek umut olan o halk da ayaklanıp işgalcilerin üzerine yürüdü. Kitlenin sesi giderek bizlere yaklaşıyordu. Halkın yaklaştığını gören işgalciler de hemen alanı terk etmeye başladı. Zor anların yaşandığı o gecede yine bizlere yardımcı olan tek dayanağımız halkımızdı. Nusaybin halkı işgalcileri mahalleden def etmişti.
İşte böylesi bir halkla omuz omuza direnişe geçtik.
Eylül’ün ilk haftası işgalciler anons geçerek ilk yasağı ilan etmişti. Nusaybin halkı ise büyük bir sevinçle tepki verdi. Evet yüreklerde kaygı ve korku olabilirdi. Fakat yıllardır aşılamayan güvensizlik duygusu bir anda özgüvene dönüşmüştü. Nusaybin’in tüm mahallelerinde coşku ve sevinç yayılıyordu. Bu yasak ile birlikte silahlanan genç sayısı neredeyse iki katına çıkmıştı. Direnişçiler silahlı bir şekilde sıraya dizilmişlerdi. Halk ise bu meleklerin etrafına toplanmış gururla kucaklıyordu. Bunu gören direnişçiler silahlara daha sıkı sarılıyordu. Yaşadığımız cephane sorunundan kaynaklı birçoğunun elinde pompalı tüfek vardı. Fakat direnişçilerin özgüveni bu sorunu aşıyordu. Gözlerim direnişçilerin içerisinden Botan’a (Mehmet Şirin Ağırman) takıldı. Kıpır kıpırdı. Ruhunda yaşadığı büyük heyecan dışarıya yansıyordu. Bu büyük enerjisi dikkatleri üzerine çekmesine neden oluyordu. O zamana kadar tek bir B7 ve BKC silahımız vardı. Diğer direnişçiler klêş dışında bir silah görünce çok dikkatlerini çekiyordu. Bundan dolayı BKC’yi taşıyan arkadaşın bir sürü yardımcısı vardı. Çünkü gençlerin ilgisini çekiyor ve genç direnişçiler de bu ilgilerinden dolayı kendilerini yardımcı olarak öneriyorlardı. Günler geçtikçe örgütlenmemiz yayılıyor, direniş gelişiyor ve halktan daha fazla karşılık buluyordu.
Koçera mahallesinde Destan arkadaş işgalciyi fark edince eylem yapılma kararı alındı. Yüksek evlerin olduğu yerlere doğru hareket geçildi. Uygun bir yer bulup eylem yapılacaktı. Çatılarda suikast yapılamayacağı için bir evden yapılması gerekiyordu. Uygun bulduğumuz evin kapısı kilitli boş bir evdi. Ne yazık ki komşularda da anahtar yoktu. Kapıyı kırıp kırmamakta oldukça tereddüt yaşadık. Kimisi kıralım, kimisi kırmayalım diyordu. Tartışmalar ve bekleyiş sürerken bir annenin emir verircesine “kırın” demesi son noktayı koymuştu. Hepimiz çözümsüzlüğü yaşarken annenin bu tavrı takdir toplamıştı. Kapı kırıldıktan sonra eylem başarılı bir şekilde gerçekleştirildi. Destan arkadaş ilk eylemini gerçekleştirmişti. Annelerin gözleri üzerinde pür dikkat süzüyorlardı. Bir yandan elindeki silaha bir yandan Destan arkadaşa bakıp duruyorlardı. Kadının savaşabilidiğine bizzat tanıklık edince oldukça dikkatlerini çekmişti.
Eylemden sonra gittiğimiz büyük bir bahçe vardı. Bu bahçeye altı müstakil evin kapısı çıkıyordu. Evlerin tümü de Koçerlere aitti. Grupta bulunan tek kadın arkadaş Destan arkadaştı. Bizi bahçede gören annelerin zılgıtlarını duyunca hemen onlara doğru döndük. Fakat daha önce de bizi görmüşlerdi. Neden zılgıt attıklarını anlamadık. Bu tepkinin nedenini içimizdeki kadın arkadaşı gördüklerinden kaynaklandığını daha sonra anlayacaktık.
Bir süre daha burada oturduk arkadaşlar eylemi ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Yemek yenmiş, çaylar içilmişti. Sabit bir yerimizin olması gerektiği kanısına varmıştık. Bu bahçe birçok yaşanmışlığa şahitlik edecekti. Yeri geldiğinde kanlara bulanacak, yeri geldiğinde halaylar çekilecekti. Koçera mahallesindeki halkın seslerini bu bahçeden duyacaktık artık. Hiçbir zaman şaşmazdı, akşam saat yedi oldu mu tencere-tava sesleri geliyordu. Halkın her gece düzenli gerçekleştirdiği eylemdi. Kadınların zılgıtları, tencere-tava ve mermi sesleri birbirine karışıyordu.
Bahçenin bir köşesine serdiğimiz halı üzerinde uyurduk. Sabahın erken saatlerinde Baxtiyar (Rohat Karakoç) ve Suikastçi kadın arkadaş eylem gerçekleştirmek için bizden ayrıldılar. Bizleri heyecanlı bir gün bekliyordu. İşgalciler Koçera mahallesine girmekte ısrar ediyordu. Küçük bir mahalleydi fakat tam anlamıyla mükemmel insanlarla doluydu. İşgalci ordu keskin nişancılarını yüksek yerlere çıkarıp zırhlı araçlarla içeri girmeye çalışıyordu. Kobra zırhlı aracına karşı şeklinden kaynaklı B7 roketleri etki etmiyordu. Tabi uzun süren bir tecrübe sonrasında bunu deneyimleyebildik. Uğur arkadaş kobrayı vuracağı bir yeri ararken Zana arkadaş kendi evlerinin damının uygun olduğunu söyler söylemez hemen oraya gitmişti. Tam isabetle kobrayı vurmuş darbe alan kobra geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bundan sonra B7 roketlerinin kobra zırhlı aracına yönelik nasıl kullanacağımız netleşmişti.
YAZAR: R.G.
KAYNAK: RAPERİNA GEL
YORUM GÖNDER