HALEPÇE DENİLİNCE…
Halepçe denilince ilk ne gelir aklınıza? Tabiki katliam.
Peki, Halepçe katliamı denilince ne gelir akla?
16 Mart 1988 yılında Saddam Hüseyin’in emriyle, “Kimyevi Ali” lakaplı bir general tarafından gerçekleştirilen katliam. Bu katliamda beş bin Kürt ölmüştür. ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrası bu katliamın sorumluları olarak bilinen Saddam Hüseyin ve Kimyevi Ali idam edilmiştir. Bu şekilde meselenin hal olduğu ve çözüldüğünü iddia edenler vardır. Peki, öyle midir? Böyle mi yaklaşmak gerekir? Nasıl yaklaşmak gerekir diye sorduk ve çıktık yola…
Halepçe katliamı denilince ilk akla gelen şey Ramazan Öztürk adlı bir gazetecinin objektifinden dünyaya yansıyan fotoğraflardır. En çok da kendisini çaresizce çocuğunun üzerine atmış baba ve kucağındaki başı geriye düşmüş, ağzı açık bebek. Bütün dünyanın "Sessiz Tanık" adıyla anacağı bu kare şimdi Halepçe'nin girişinde bir heykel. Kareler bununla da sınırlı değil, keşke olsa. Birbirine sarılmış ve öylece donup kalmış analarla çocuklar. Belki de kendisini koruyabileceği düşüncesiyle kuytulara saklanmış ve oracıkta yığılıp kalmış insanlar. Pikaplara binip can havliyle kaçarken, üst üste yığılıp kalmış cesetler. Adeta o baharın bulutları rahmet değil de, gazap yağdırmış, baharda ot yerine insan biçilmiş koca Halepçe ovasında. Canlı ne varsa kavrulmuş. Tam bir ölüm sessizliğinin hakim olduğu ovaya saçılmış hayvan ölüleri. Canlılık emaresi taşıyan hiçbir şeye rastlamak mümkün değil. Sadece taşlar, evler, kapılar olduğu gibi duruyor. Kan yok. Yüzleri yanmış ve morarmış insan cesetleri var. O kadar farklı kesitlere tanıklık edilir ki Halepçe'de. Peki, bu Mezopotamya tarihinde, Kürtlerin tarihinde ilk midir? Hayır.
Ermeniler, Yahudiler ve onlarca halk bu tarz soykırımlara, katliamlara maruz kalmışlardır. Ama belki de tekil olarak ele alınan, sebeplerinin en az sorgulandığı, geçmişiyle, kendisiyle ve sonrasında yaşananlarıyla o kadar birbirinden koparılmıştır ki, Halepçe Katliamı denildi mi 16 Mart 1988’de Halepçe’de beş bin kişinin kimyasal silahlarla katledildiği, bu emri vereninde idam edildiği belirtilir ve perde kapanır... Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Kürtler sadece 16 Mart 1988 de Halepçe’de katledilmediler. Sadece Güney Kürdistan’da değil, Kuzey, Batı ve Doğu Kürdistan’da da binlerce Kürt katledildi. Bunları ana hatlarıyla bir kez daha anmalıyız, hatırlamalı ve asla unutmamalıyız…
Osmanlı’nın Kürt katliamları; 1914-1918
Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı'nda, "Ermeniler geliyor" söylemiyle Kürtleri iskân değişikliğine zorlamış ve bu politikanın sonucunda 700 bin Kürt yollarda; açlıktan, soğuktan ve salgın hastalıklardan dolayı hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında Kafkas (Sarıkamış) Cephesi’ne -ölüme - gönderilen ve çoğunluğu Kürtlerden oluşan ordu, açlığa ve soğuğa teslim olmuş, bu cephede 90 bin insan kirli bir politikanın ürünü olarak canından olmuştur. "İçerde bir Kürt tehdidi, dışardan gelebilecek bir Rus tehdidinden daha tehlikelidir" diyen Enver Paşa, bununla Kürtlerden kurtulmayı amaçlamıştır. Bunun yanında Yemen'e gönderilen Kürtlerden ise hiç bir haber alınamamıştır. Kürtler I. Dünya Savaşı’nda 1,5 milyon kayıp vermişlerdir.
Türkiye’nin Kürt Katliamları 1920-1938
Anadolu'yu ve Kürdistan'ı Türkleştirme ve bu nedenle Türk olmayan halkları yok etme düşüncesinin zeminini ilk kez İttihat ve Terakki hazırlamıştır. İttihat ve Terakki'den beslenen kadrolar ise, Cumhuriyeti bu ideolojik temel üzerine kurmuşlardır. Ermeni tehcirinden sonra sıranın Kürtlere geldiği bellidir. 1920 Koçgiri Ayaklanmasında Kürtlere reva görülenler, bunu doğrulamıştır. Koçgiri Ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilen Merkez Ordu Komutanı Sakallı Nurettin Paşa'nın "Türkiye'de Zo (Ermeniler) diyenleri temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin köklerini de ben temizleyeceğim" sözleri, yeni cumhuriyetin Kürtlere yönelik politikasını özetlemektedir. Nurettin Paşa komutasındaki Türk ordu birlikleri ve Topal Osman çetesi, tüm güçleriyle Koçgiri'de soykırıma girişmişlerdir. 1925'ten itibaren Kürdistan'ın her tarafında katliamlar, zulümler, soykırımlar, bitmeyen tehcir yasaları ve sıkıyönetim vardır. 1925-38 yılları arasında Kürdistan'da yaklaşık 800 bin ile 1 milyon arası insan katledilmiş ve bir milyon civarında Kürt ise isyanlar bahanesiyle ülkesinden, Türkiye’nin batı illerine sürgün edilmişlerdir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürtler, imha politikalarının yanında büyük çaplı bir asimilasyona tabi tutularak “Türkleştirilmeye” çalışılmıştır. Kürtler ise bu politikalara direnişle cevap vermişlerdir. 1925 Şeyh Said direnişi, 1927-1929 ve 1930 Ağrı Ayaklanması ve 1937 Dersim Direnişi ile bu kanlı politikalara karşı gerçekleşmiştir. Cumhuriyet döneminde kanla bastırılan en önemli Kürt ayaklanması olan 1925 Şeyh Said direnişi, bu kirli politikalara gösterilen ilk tepki olmuştur. Bu isyan bastırılınca Şeyh Said ve 46 Kürt isyan önderi idam edilmiş, bununla birlikte halka yönelik zulmün boyutları köylerde, dağ başlarında, yol boylarında, dere kenarlarında katledilen on binlerce insana ulaşmıştır. Binlerce kişi ele geçirildikleri yerde "anında ve yerinde infazlarla" katledilmiştir. Canlı tanıkların anlattıklarına göre, Bingöl’de Türk ordu birliklerine teslim olan bütün köylüler, Bingöl’e doğru götürülürken yolda süngülenerek öldürülmüşlerdir. Şeyh Said'in torunu Muhammed Kasım Fırat, Şeyh Said isyanında 80 bin insanın katledildiğini bildirmiştir. Ayrıca Kasım Fırat, eski ismi Darahini olan Genç ilçesinde Zıkti Aşireti'nin toplu mezarlarının da halen açılmadığını belirtmiştir. 1928-1930 yıllarında gerçekleşen ve İran'ın desteğiyle kanlı bir biçimde bastırılan Ağrı Ayaklanması bir diğer örnektir. Ağrı Ayaklanması'nın kanla bastırıldığı günlerde, eş zamanlı olarak Van'ın Erciş İlçesi'nin Zilan Deresi'nde de büyük bir imha harekâtı yürütülmüştür. Ağrı Dağı başkaldırısından sonra Zilan Vadisi'ne sığınan Kürtlere, Kolordu Kumandanı Salih Paşa tarafından yürütülen askeri harekâtla tam bir soykırım uygulanmıştır. Türk uçakları tarafından Zilan Bölgesi bombalanmış, dağlar ve dereler ateş altına alınmıştır. Bölgenin giriş ve çıkışları tutulmuş, on binlerce asker tarafından kuşatılmış ve katliam başlamıştır. Katliam boyunca yer-gök insan feryatlarıyla dolmuştur. Devletin yarı resmi gazetesi durumunda olan Cumhuriyet Gazetesi, 16 Temmuz 1930 tarihindeki sayısında Zilan Vadisi'ndeki toplu katliamı şöyle yansıtmıştır: "Ağrı eteklerinde eşkıyaya katılan köyler yakılarak, ahalisi Erciş'e sevk ve orda iskân olunmuştur. Zilan harekâtında imha edilen eşkıya miktarı, 15 binden fazladır. Yalnız, bir müfreze önünde düşüp ölenler 1000 kişi tahmin ediliyor. Zilan Deresi'ne sıvışan 5 şaki teslim olmuştur. Buradaki harp, pek müthiş bir tarzda cereyan etmiştir. Zilan Deresi, lebalep (tamamen) cesetlerle dolmuştur." (Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları -Tedip ve Tenkil-)
Ağrı ve Zilan katliamlarından sonra onları izleyen Dersim Katliamında da dereler oluk oluk kan akmıştır. Sadece Munzur Çay'ında 50 bin insanın öldürüldüğü kayda geçmiştir. Bunun yanında Dersim Katliamında resmi kaynaklara göre 70 binden fazla insan öldürülmüştür. Öyle ki bu rakamın 300 bin olduğu da söyleniyor. Zaten Celal Bayar'ın 29 Haziran 1938'de Millet Meclisi'nde "Dersim sorunu genel bir temizlik harekâtıyla ortadan kaldırılmıştır" sözleri, yapılan soykırımın boyutunu yeterince açıklar niteliktedir. Tüm bu yaşananların yanında bu son yirmi yıllık kirli savaş sürecinde faili meçhule(!) giden binlerce Kürt insanının, askeri cezaevlerinin işkence tezgâhından geçen yüz binlerce insanın, yakılan ve yıkılan binlerce köy ve kasabanın ve büyük şehirlere göç ettirilen milyonlarca insanın tüm dünyanın gözü önünde yaşadığı zulüm de soykırımdan başka bir kavramla açıklanamaz.
İran’ın Kürt katliamları 1979-1989
1979 İran İslam Devrimi'nden sonra, "Biz devrimi Kürtlerle yaptık" diyebilecek kadar Kürtlerin devrimdeki büyük rolünü dile getiren Ayetullah Humeyni, ne yazık ki devrimden kısa bir süre sonra Kürtlerin haklı istemlerine kulak tıkamıştır. Bundan dolayı İran yönetimi, haklarını talep eden Kürtlere saldırarak 40 bin Kürt insanını katletmiştir.
Irak’ın Kürt katliamları 1980-1990
Güney Kürdistan'da, Kürtlere yönelik soykırım 1961 yılında başlamış 1964'e kadar devam etmiş ve 3 bin Kürt öldürülmüştür. 1971-1975 yılları arasında ise 10 bin Kürt öldürülmüştür. 1980-1982 yılları arasında da Bağdat'ta aralarında profesörler, üniversite öğretim görevlileri, yazar, şair, sanatçı, aydın ve demokratların olduğu 13 bin Feyli Kürt, Saddam rejimi tarafından kaçırılarak hapsedilmiş, kaybedilmiştir. Ardından da Halepçe katliamı gerçekleştirilmiştir. Peki, Halepçe nasıl gelişti? Nasıl gelindi Halepçe’ye ve neden Halepçe hedef seçildi? Halepçe’de kullanılan silahlar kimler tarafından Saddam’a verildi? Bu sorularla birlikte o dönemin siyasal gelişmelerini ele alırsak pek çok şey açığa çıkacaktır.
Halepçe Katliamı sürecinde Ortadoğu
Ortadoğu bu günkü gibi çalkantılı bir süreci yaşamış, dünya politikaları ve savaşı bu alan üzerinden gelişmiştir. Filistin İsrail sorunu en sıcak dönemine girmiştir. Kürt sorunu PKK öncülüğünde yeniden canlanmıştır. NATO’nun Güney kanadını tutan TC içerisinde ciddi devrimci muhalefet vardır. Bütün bunların yanında İran yeni İslam kimliğiyle Anti-ABD’ci bir politikayla yeniden tarih sahnesine çıkmıştır. ABD, Reel sosyalizmle yürüttüğü mücadelede yeni bir cephe ile karşı karşıya kalmıştır. Bu da İran cephesi olmuştur. Bu oluşumun önüne geçmek için dönemin temel politikası, herhangi bir güçle savaş ortamına çekmek ve yıpratmak olmuştur. Böyle bir iş için darbe ile iktidara gelmiş ve Arap milliyetçiliğinin liderliğine oynayan Saddam bulunmaz kaftandır. Böylece Saddam rejimi Humeyni rejiminin üzerine sürülmüştür. Bölgede beklide tarihin en çok can ve mal kaybına sebep olan savaşlarından biri yaşanmıştır. Batı devletleri Saddam rejimini her yönden desteklemişlerdir. Zorlandığında kendisine kimyasal gaz desteği sunmuşlardır. Saddam İran rejimini ne kadar yıpratırsa bu onlar için o kadar faydalı olacaktır. Diğer yandan İslam alemi içerisinde bu savaşla önemli bir çatlak oluşacaktır. Böylece İran devriminin diğer bölge devletlerine yayılmasının da önüne geçilmiş olunacaktır. İsrail karşısında ittifak görünen İslam devletleri arasındaki böylesine önemli bir savaş, İsrail rejimine de politik destek sağlayacaktır. Sonuçta ekonomik olarak yıpranmış bir İran ve Irak ve bunun yarattığı ağır sorunlarla uğraşan halklar gerçekliği, tam da bölgede yürütülmek istenen siyaseti ifade eder. Dikkat edilirse bu savaşın tozu dumanı içerisinde İsrail Lübnan’a müdahale etmiş, Filistin hareketi tarihinin en ağır darbesini yemiştir. Bu savaşla bölgede birçok çelişkiyi iç içe yürüterek dengeyi elinde bulundurmak isteyen güçler, genel bölge dengesinin de bozulmasına yol açmışlardır. Halepçe katliamı bu bölgesel gelişmelerin ve oyunların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bu bölge gerçekliği Kürt realitesiyle birleşince durum daha da karmaşıklaşmıştır. Dört parçaya bölünmüş Kürdistan ve kendi içerisinde bölük pöçük olmuş bir Kürt realitesi… Bu, örgütlenen, politika yapan ve sürece yön veren bir Kürt gerçekliğine değil, diğer güçlerce kullanılan bir Kürt gerçekliğine denk düşmüştür. Kürtler bölge politikasının bir parçasıdır ama kendi politikalarının değil başkalarının yürüttüğü politikanın araçları haline gelmişlerdir. Kendi Kürdünü tanımayan Irak, İran’da yaşayan Kürdü sözüm ona tanıyor ve destekliyor, İran’da aynı şekilde Irak Kürdüyle ittifak yapıyor, destekliyor ve tanıyor. Bu durum savaş cephelerinde savaşan devletlerle birlikte Kürtlerin de bir birleriyle savaşmalarına ve düşmanlıklarına yol açmıştır. Bütün savaş boyunca İran ve Irak Kürt örgütlerinin de bir birleriyle savaşmaları ve düşmanca davranışları bu anlamda anlaşılırdır. Kendisi için politika yapamayan, bağımsız bir özgürlük çizgisi oluşturamayan ve kapsayıcı bir politik doğrultu kazanamayan örgütler başkaları tarafından kullanılmaya mahkum olmuştur. Bu durum Kürt realitesinde çok çarpıcıdır. Tarih boyunca benzer acı gerçeklerle defalarca karşılaşmalarına rağmen bundan ders çıkarmamaları da bir o kadar trajiktir. Bölgede hakimiyet mücadelesi yürüten iki devlet arasındaki savaşta, hiçbir güvence olmaksızın taraf durumuna gelmeleri ve bir birleriyle çatışmaları acı bir gerçekliktir. İran KDP’siyle Irak KDP’sinin çatışmaları ve her birinin bir diğer sömürgeci devletle ittifak yapması tamamen bu politik körlükten kaynağını almaktadır. Diğer parçalardaki Kürtler gibi Güney Kürdistan’daki Kürtlerde soykırımlar yaşamışlardır. Güney Kürdistan Kürtleri sadece Halepçe’yi mi yaşamıştır? Öncesi vardır. Öncesindeki sürece Enfal denir. Birkaç gün önce Enfal’i İngiliz parlamentosu soykırım olarak kabul ettiğini deklere etti. Şaşırtıcı değil, çünkü hem katlettirip hem kınama politikasını en güzel İngilizler yapar. Çok yorum yapmadan Halepçe öncesi ve akabinde yaşanan süreci ana hatlarıyla dile getirirsek; Saddam tarafından yasak bölge olarak ilan edilen Irak Kürdistan’ında her türlü tarım da yasaklanmıştır. Hükümet uçakları düzenli uçuşlarla izinsiz tarımı denetlemiştir. Herhangi bir yerde tarım yasağı ihlal edilmişse bundan bölge güvenlik komiteleri sorumlu tutulmuştur. Kürt bölgelerinde tahıl satışı ve vilayetler arası tarımsal ticarete çok sert kısıtlamalar getirilmiştir. Bu yapılanlar bir ekonomik soykırımdır. 16 Nisan 1987 yılında sivillere karşı ilk kimyasal saldırıların başlatıldığı Balîsan Vadisinde 76 Kürt hayatını kaybetmiştir. Balîsan Vadisi’ndeki kimyasal saldırıdan beş gün sonra, piyade birlikleri ve buldozerler Irak Kürdistan’ındaki yüzlerce köy üzerinde yıkım çalışmalarına başlamıştır. 1987 harekâtları sırasında ordu en az 703 Kürt köyünü ortadan kaldırmıştır. Bunlardan 219’u Erbil bölgesinde; 122’si Kerkük’ün güneydoğusunda Germiyan’da ve 320’si Süleymaniye vilayetinin değişik kısımlarındadır
17 Ekim 1987 Nüfus Sayımı
"Ulusal saflar" ile doğudaki ve kuzeydeki genellikle dağlık olan pêşmerge kontrolündeki bölgeler arasında keskin bir ayırım oluşturulmuştur. Bu bölgeler “yasak bölgelerdir”. Buralarda yaşayanlar, yaşlarına ve cinsiyetlerine bakılmaksızın istisnasız "sabotajcı" ve “İran ajanı” sayılmıştır. ‘Yasak bölgede’ yaşayan Kürt köylülerinin ya şehir, kasaba veya oluşturulan kamplarda yaşamaları yada Irak vatandaşlığından atılmaları için 17 Ekim 1987’de nüfus sayımı yapılmıştır. Bu sayım ile Kürtlerin “Caşh” dedikleri işbirlikçilerin dışında, tüm Kürtler sabotajcı ilan edilerek, vatandaşlıktan atılmışlardır.
Birinci Enfal — Sergelî Ve Bergelî Kuşatması
23 Şubat 1988 sabahı gün ağarırken hükümete bağlı Cumhuriyet Muhafızları Dokan Gölünün doğu yakasındaki Bingird’den başlayıp, Süleymaniye’ye, oradan Mawat ve Çwarte kasabalarına kadar uzanan cephe hattında, tam altmış dört kilometrelik alanda saldırmışlardır. Silahlı Kuvvetlerin hedefinde yalnızca KYB karargâhı yoktur. Vadide sayısı 25–30’u bulan köy hedef alınmıştır. Mart’ın ilk günlerinde KYB’nin savunma hatları düşmeye başlayınca, köylere dalan ordu birlikleri buldozerlerle köyleri yerle bir etmişlerdir. KYB kaynaklarına göre, bu kuşatmada 200 ila 250 arasında peşmerge ve köylü yaşamını yitirmiştir. Ordu birliklerinin köylere girmesiyle halk dağlara sığınmaya başlamıştır. Ordu güçleri ilerledikçe dağlarda saklanan halk ya teslim olmak zorunda kalmış, ya da karla kaplı dağlardan İran’a doğru kaçmaya çalışmıştır. Dağlardan İran’a doğru geçmeye çalışırken, yorgunluk, gıdasızlık ve hastalıktan birçok insan yolda ölmüştür.
Halepçe Katliamı
Sergelî–Bergelî kuşatmasından sonra KYB peşmergeleri, İran askerleriyle birlikte Halepçe kasabasına girer. Halepçe’nin peşmergeler ve İran askerlerince düşürülmesini kendisince “onur meselesi” yapan Irak devleti birkaç sefer şehri geri alma girişiminde bulunur ama başarılı olamaz. Bu başarısızlıktan sonra kimyasal silahlar devreye sokulur. 16 Mart sabahının ilerleyen saatlerinde Irak karşı saldırısı konvansiyonel hava saldırısı ve kuzeydeki Said Sadık kasabasından yapılan topçu bombardımanıyla başlar. Halepçe’deki çoğu aile devam eden İran-Irak savaşında hava saldırıları yaşamın doğal bir parçası haline geldiği için, evlerinin yakınlarında inşa ettikleri sığınaklara girerler. Şehre atılan hardal ve fosfordan oluşan kimyasal gazlar halkın çoğunu sığınaklarda yakalar. 17 Mart’a kadar süren bombardımanda 5 bin insan yaşamını yitirir, 9 bin civarında insan yaralanır. Üstelik bu rakamlar hiçbir zaman yerel kaynaklarca doğrulanmaz. Olayda ölen peşmerge ve İran askerlerinin sayısı bu rakama dahil edilmemiştir. Halepçe katliamı KYB peşmergelerinin Irak ordusu karşısında dirençlerini kırmış, 18 Mart gecesi Irak ordu birlikleri son kalan peşmergelere de ağır darbeler vurarak, Sergelî’yi ele geçirmiştir. Ertesi günde Bergele’yi almıştır.
İkinci Enfal – Karadağ
22 Mart akşamı yemek saatinde Seysenan köyüne atılan top mermileriyle ikinci Enfal başlamıştır, Köylüler ve KYB peşmergeleri Seysenan kimyasal saldırısında ortalama 78 ile 87 arasında insanın yaşamını yitirdiğini belirtmişlerdir. Bir sonraki gün, Dokan’daki KYB üssüne kimyasal saldırı düzenlenmiştir. 24 Mart gecesi de KDP operasyonlarının kontrol edildiği küçük bir karargâha ev sahipliği yapan Cafaran köyü hedef alınmıştır.
Güney Germiyan’a Kaçış
Enfal harekâtı sırasında vuku bulan kitlesel kaybolmaların izlediği seyir bölgeden bölgeye çarpıcı bir şekilde değişmektedir. Birinci Enfal sırasında ordu tarafından ele geçirilen yetişkin erkekler ve erişkin erkek çocuklar kaybedilmiştir –bu değişik bölgelerde tekrarlanan bir kalıptır. Ama çeşitli yerlerde, özellikle güney Germiyan’da, çok sayıda kadın ve çocuk da götürülmüş ve onları bir daha gören olmamıştır. Bu dönemde kaybedilen Kürt kadınlarının izleri Kuveyt’in işgali sırasında, Irak ordusunda askerlik yapan, Kürtler tarafından bulundu. Enfal operasyonları sırasında kaybolan kız kardeşini Kuveytli bir adamın evinde bulan Kürt gencin hikayesi bölge halkı arasında hala anlatılmaktadır.
Üçüncü Enfal — Germiyan
Irak rejimi 7 ve 20 Nisan arasındaki Germiyan harekâtı sırasında zehirli gazları sadece bir yerde devreye koydu. Oluşturulan yeni haritalarda Kürt yerleşimleri işaretlenmediği için, istihbarat saha raporlarının birçoğunda olduğu gibi, Keler kolunun 13 Nisan’daki raporunda da, "Köylerin çoğu harita üzerinde işaretlenmemiş olduğundan konvoyun içinden geçtiği bütün köyler tahrip edilmiş ve yakılmıştır" diye geçmektedir. Middle East Watch’un araştırmasında bazı görgü tanıklarının izlenimleri şöyle aktarılmaktadır: “Kahvaltı zamanı gelen birlikler evleri ateşe verdi, hayvanları öldürdü ve birçok köylüyü alıp götürdü. Tepelere kaçmayı başaranlar ise günlerce buralarda kaldı. Ama anladılar ki üç taraftan çevrilmişlerdi ve güneye, anayola doğru gitmekten başka şansları yoktu ve burada da Adnan Cabari ismindeki müsteşarın komutanlığındaki cahş birimine teslim oldular. Yaşlı bir adamın hatırladığı, günlerden Müslümanların oruç tuttuğu ay olan Ramazan’ın birinci günü olan 17 Nisan’dı. Onları götürmek için kamyonlar bekliyordu ve çoğu bir daha hiç görülmedi.”
Dördüncü Enfal –Göktepe Ve Esker’e Kimyasal Saldırı
3 Mayıs’ta uçakların ilk hedefi, Ekser köyü olmuştur. Bir MİG filosu köye alçaktan saldırmıştır. Hoş bir nane kokusu yayan beyaz dumanların takip ettiği sekiz boğuk patlama olmuş, Güneydoğudan esen rüzgarla duman iki üç kilometre ötedeki Heyder Beg’e kadar yayılmıştır.
Bu saldırıda peşmerge tabur komutanı Şeyh Cevat Askeri’nin(Ali Askeri’nin kardeşi) de içinde bulunduğu 25 peşmerge yaşamını yitirmiştir. Ölenlerin tam sayısı ne olursa olsun, altı hafta önce vuku bulan Halepçe saldırısından sonra doğrulanmış olan kimyasal saldırılar arasında en ağır olanıdır. Köylüler, Göktepe saldırısından sonra doğru nehir sularının birden yükseldiğini söylüyorlar. Bu, daha önceki harekâtlarda da gördükleri, rejimin başvurduğu hilelerden biriymiş; nehirden kaçışı engellemek için Dokan Barajı kapaklarının açılması. Dağlara sığınan halk, kısa süren dağlardaki mağaralarda saklanma çabasından sonra toplu olarak tutuklanmış ve kaybedilmiştir.
Kılıç Artıklarını Toplama Harekâtı
15 Mayıs ile 26 Ağustos arasında gerçekleştirilen operasyonlar beşinci, altıncı ve yedinci Enfal olarak tanımlandı. Bu operasyonlardaki amaç; KYB’nin savaş gücüne son darbeyi indirmek, kendisini desteklemeye devam eden sivilleri cezalandırmaktı. Salt askeri bir bakış açısıyla bakıldığında Enfal harekâtının, üç ay önce Sergelî–Bergelî kuşatmasıyla başlamış olan büyük temizliğin mantığını izlemeye devam ettiği söylenebilir.
Toplama Noktaları (Nazi Toplama Kampları)
Üçüncü Enfal’de Leylan, dördüncü Enfal’de Taqtaq kasabası toplama kampı olarak kullanıldı. İnsanlar burada bir gece bekletildikten sonra birçoğunun geri dönmediği, bilinmeyen bir yere doğru kamyonlarla götürüldüğü söylenmektedir. Üçüncü Enfal esnasında Germijyen’a bağlı Şarbajer alanında tutuklanan köylülerin götürüldüğü kamplarda birçok kadının kaybolduğu belirtilmektedir. Enfal operasyonlarının en büyük toplama kamplarından birisi olan Topzawa kampı, insanların numaralandırılmasıyla, numaralarına göre çağrılmalarıyla Nazi toplama kamplarına benzemektedirler. Kadın ve erkekler ayrı kamplarda tutulmuştur ve erkekler eli silah tutamayacaklar ve silah tutabilecekler olarak iki ayrı kampa konulmuştur. Kadın ve çocukların birçoğu Dibs hapishanesine gönderilmiş, yaşlılar ise daha güneyde, çölde bulunan Nagre Selman adlı cezaevine götürülmüştür. Eli silah tutabilecek olan, 15 ila 70 yaş arasındaki erkeklerden bir daha hiç haber alınamamıştır.
Nagre Selman’daki Cezaevi
Middle East Watch belgelerine göre, Nagre Selman cezaevinde Mayıs ayına gelindiğinde insanlar koşullardan kaynaklı olarak ölmeye başlarlar. Bazı günler üç, bazen altı ya da yedi ve bazen daha fazla sayıda Kürt yaşamını yitirir. Bu insanlar Nagre Selman’ın insanlık dışı şartlarının ve Iraklı yetkililerin ahlaktan yoksun aldırmazlığının kurbanı olmuşlardır.
İnfaz Mangaları
İnfaz mangalarının elinden kurtulmayı başaran ender kişilerden biri olan Muhammed, Middle East Watch’a şunları aktarmıştır; “Topzawa’da iki gün kaldık. Bu süre zarfında, yiyecek hiçbir şey verilmedi. Muhafızlar üçüncü gün, içinde yaklaşık 500 mahkumun olduğu bizim "salona" geldiler. Erkekleri ikişer ikişer birbirlerine kelepçelediler ve kamuflaj renklerine boyanmış bir sıra aracın bulunduğu yere getirdiler. Her araç yirmi sekiz mahkum alıyordu. Öğleden sonra konvoy harekete geçti. Altı saat yol gittik, ama nereye götürüldüğümüze dair hiç bir fikrimiz yoktu.” Muhammed kaçış hikâyesini şöyle anlatıyor; “Konvoy nihayet durduğunda, şoför motoru çalışır halde tutmaya devam etti. Motorun çıkardığı gürültüye rağmen, dışarıdan gelen silah sesleri duyulabiliyordu. Bizi aceleyle dışarı, karanlığa çıkardılar ve önceki aramalarda gözden kaçmış olabilirler diye, kimlik kartları ve paralar için tekrar aradılar. Ellerimizdeki kelepçeleri çıkarıp, bir ip ile bizi birbirimize bağladılar. Beni bağlayan biraz acele ettiği için benim ellerim biraz gevşek kalmıştı. Kesinlikle öldürüleceğimizi biliyordum. Önceden kazılmış büyük bir çukura yüzümüzü dönmemizi istediklerinde ben ellerimi ipten kurtarıp, var gücümle kaçmaya başladım. Arkamdan ateş ettiler, ama karanlıktan yararlanarak kurtulmayı becerdim.”
Son enfal: Behdînan,
Irak hükümetine verilen raporlarda, peşmergelerin Behdînan’daki toplam gücünün 2.600’den fazla olmadığı belirtiliyordu. Bu cılız güce ve Behdînan’ın sivil halkına karşı, Ali Hasan el–Mecid'in Kuzey Bürosu 200.000 kadar asker yollamıştı. Bu son Enfal harekâtına Kimyasal Silahlar Taburu, Irak Hava Kuvvetleri birimleri ve Milli Savunma Taburları (cahşlar) ilaveten sayıları on dört ve on altı arasında değişen ve her biri 12.000 askerden oluşan düzenli ordu tümenleri de görev almıştı. İlk kimyasal bomba, 24 Ağustos akşamı geç saatlerde, Türkiye sınırı yakınlarındaki Zêwa Şêxan’daki KDP karargâhına atılır. Ertesi sabah, 25 Ağustos’ta, Irak savaş uçakları birçok ayrı fakat neredeyse eşzamanlı saldırı gerçekleştirir. Uçaklar, yaklaşık olarak yüz kilometre genişliğinde ve otuz kilometre derinliğinde bir şerit üzerinde odaklanmışlardır. Uçaklardan bazıları tek bir köyü ya da pêşmerge üssünü hedef alırken, diğer uçaklar dizi halindeki köylerin tümünü seri bir şekilde vurmuştur. Yaz sonuna denk gelen bu harekatta kullanılan yanıcı etkisi fazla olan patlayıcılarla da ekin tarlaları yakılmıştır. Bu olaydan sonra Behdinan halkı köylerini bırakarak Türkiye sınırına doğru kaçmaya başlamışlardır. Askeri birlikler halkın kaçışını engellemek için Behdinan alanındaki en büyük kimyasal saldırıyı hızlı akan Büyük Zap nehrinin üzerindeki ana geçiş noktalarından birisi olan Balûke köprüsüne yapmıştır. Behdînan işgali, on binlerce mültecinin Türkiye’ye kaçması ve diğerlerinin ya evlerinde yakalanması ya da kısa süren nafile bir kaçış girişiminden sonra teslim olmasıyla, 28 Ağustos şafağı sona ermiştir. Kalanlar ise 6 Eylül genel affına kadar dağlarda gizlenmişlerdir. İlk saldırı dalgasıyla eşgüdüm halinde Irak Ordusu, küçük sınır şehri Zaxo’dan Büyük Zap nehri ile kavuştuğu Balûke’ya kadar doğuya doğru giden anayolu ele geçirmiştir. Amaç açıkça Türkiye sınırını kapatmak ve mülteci akınlarının önüne set çekmektir. Ama ordu başarısız olmuştur. Her ne kadar çoğu yolda ölmüş, bazıları yakalanmış ve diğerleri takip edilip savaş uçaklarınca taranmış olsa da 65.000 ile 80.000 arasında Kürt sınırı geçmeyi başarmıştır. Mülteci akınını engellemek için sınırlarını kapatan Türk hükümeti, mülteci akınının yoğunluğu karşısında sınırlarını açmak zorunda kalmıştır.
Halepçe’den sonra…
Halepçe gibi ürpertici ve kanlı bir sonuç ortaya çıkmasına rağmen Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak Baas rejimi Kürt enfal politikasını durdurmayarak, 1990 yılındaki I. Körfez savaşına kadar devam ettirmiştir. 1978 yılında Hasan Bekir iktidarında başlatılan Enfal hareketi 1992 yılına kadar devam eder. 1990 yılındaki I. Körfez savaşında Kuveyt’te darbe yiyen Saddam Hüseyin’in Cumhuriyet Muhafızları tankları, toplarıyla gelip Kürdistan’a yönelmişlerdir. Yüz binlerce Kürdü yine dağlardan Kuzey ve Doğu Kürdistan sınırlarına sürmüşlerdir. Yüzlercesi yolda hastalık, açlık ve ilaçsızlıktan ölmüş, Kürt trajedisine yeni bir halka daha eklenmiştir.
Halkalar birbirine eklene eklene bitmedi… 1990’dan sonra hem KDP ve KYB kendi aralarında çatıştırılmış, hem de PKK’ye saldırtılmıştır. Bunun dışında 1990 sonrasında TC tarafından Kuzey Kürdistan’da yakılan, boşaltılan köyler ve katledilen siviller soykırımın ayrı adımları, halkalarıdır. İçinden geçilen Mart ayında yaşanılan katliamlara da değinmeye gerek vardır. 12 Mart Qamışlo katliamında Baas rejimi tarafından onlarca Kürt katledilmiş sonrasında Batı Kürdistan’da gerçekleştirilen bu katliamı protesto gösterileri kanla bastırılmıştır. Yine Türkiye demokrasi hareketinin önemli bileşenlerinden olan Solcular ve Alevilere dönük İstanbul’da Gazi mahallesinde gerçekleştirilen katliamda 12 Mart 1995’te yaşanmıştır.
30 Mart 1970 yılında Mahir Çayan ve arkadaşları esir aldıkları İngilizle birlikte gittikleri Kızıldere’de Türk ordu güçleri tarafından katledilmişlerdir. Mahir Çayan ve arkadaşları farklı örgütten olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını kurtarmak için giriştikleri esir alma olayında katledilmişlerdir. Mahir Çayan ve arkadaşlarının Kürt sorununa yaklaşımları bilinmektedir. En son 28 Aralık 2012 yılında Roboski’de TC savaş uçakları tarafından bombalanarak katledilen 34 Kürt genci bu katliam zincirinin bir devamıdır. Bu olanlara rağmen Kürt örgütlerinin mevcut durumu, politikaları halen nice Halepçelere yol açar niteliktedir. Halen KDP ve KYB Kürtlerin ortak politika belirleyip, ortak paydalarda hareket etmesinin ve birlikteliğinin temeli olabilecek Ulusal Konferans’a gelmemekte, Kuzey’de Batı’da Kürtlere yönelik politikalar karşısında kendi öz güçleri üzerinden değil birilerine dayanarak politika yapmaktadırlar. BDP kongresine gitmeyen M.Barzani Kürt soykırımının yeminli uygulayıcısı AKP kongresine onur konuğu olarak gitmekte ve politikalarını desteklediğini açıklamaktadır. Batı Kürdistan’da onca gücün parmağının olduğu ve Kürtlerin kazanımlarına dönük saldırıların gerçekleştiği bir süreçte KDP Kürtlerin yanın da değildir. Farklı güçlere dayanarak politika yapmayı devam ettirmektedir. Irak içinde yürüttüğü politikalar ise bir Kürt-Arap savaşına davetiye çıkarır niteliktedir. Halepçe denince şimdi ne geliyor aklımıza?
Soykırım…
Geçmişten günümüze devam eden bir soykırım. Halepçe bir halka. Her halkası ayrı acı, ayrı bir trajedi taşıyan bir tarih. Ve başından sonuna kadar pek çok gücün ve kapitalist sistemin politikalarının sonucu bir soykırımlar tarihi... Tüm unutturulmalara karşı, örtülmeye çalışılan gerçeklere inat gerçekleri bilmek geleceği görmemize büyük katkı sunacaktır. Hep ucuz bir politika aracı, ilk gözden çıkarılacak politik piyon olarak Kürtler egemen güçlerin politikaları sonucu bunları yaşadılar. Dolayısıyla bu katliam tarihi bu sisteme karşı mücadeleyle tersine çevrilecektir. Tersini düşünmek, farklı güçlere dayanarak kendini yaşatmaya çalışmak Kürt halkına yeni Halepçeler yaşatacaktır. Bu tarz politikalar ve katliamların sürmesi Kürt soykırımının biricikliğinin farkına varmamakla çok yakından bağlantılıdır. Öyle bir soykırımdır ki sayıları milyonlara varan Kürt’ün katli, milyonlarcasının yerinden yurdundan edilmesi, kalanların çoğunun kendi olmaktan kaçtığı ve herkesin Kürtleri halen bir özne olarak ele almaması ve tüm bunların farkında olmadan “kayıtsız” bir şekilde yaşamak uygulanan soykırımın biricikliğinin en yakıcı örneği değil midir? Buna ek olarak Kürtlere dair tüm bu soykırımların, saldırıların bütünlüğünü, tarihsel kökenine Kürtler kadar diğer tüm çevrelerde ilgisiz ve kayıtsızdırlar. Tüm çevreciler başka yerde yaşanan en küçük bir olay için eylem yaparken Kürdistan’da yapılan doğa katliamlarını görmezden gelmektedirler.
Sözün özü Halepçe denilince tüm bu anlattıklarım gelir aklıma. Halepçe; Baban isyanından, Şex Said isyanına, Ağrı isyanından, Dersim katliamına, Kızıldere katliamından Enfal’e, Enfal’den Berlin katliamına, Berlin Katliamından Gazi katliamına, Madımak katliamına, Roboski katliamından, Paris katliamına bir sistem gelir aklıma.
ERDAL CEYLAN (ARŞİV)
YORUM GÖNDER