BİR SAVAŞIN ANATOMİSİ (25.BÖLÜM)
PKK DİRENİŞİ
Ülkeye Dönüş;
İkinci Kongre ile birlikte ülkeye dönüş resmi bir karara dönüştürülmüş oldu. Zaten güçlerimizin çoğu sınırdaydı. Mehmet Karasungur ve Agit arkadaşlar İran üzerinden ülkeye geçmişlerdi. Ben de o süreçte Suriye sınırında bulunmaktaydım. Dolayısıyla sınırda bazı ön hazırlıklar yapılmıştı. Ülkeye dönüş kararı kongrede resmiyet kazanınca 1982 yılından itibaren içeriye akışlar daha da sistemli gerçekleştirildi. Bu dönemin önemli diğer bir gelişmesi de 1982 yılı başlarında KDP ile yapılan ittifaktır. Özellikle hareketimizin Güney Kürdistan’a geçmesi ve oradan yararlanma ihtiyacı yoğundu. Yine Botan alanı gerillayı Kürdistan’a yerleştirme planında temel bir halkayı oluşturuyordu. Kuzey Kürdistan’ın Güney’e olan sınır bölgelerinde KDP’nin etkisi bulunmaktaydı, hatta buralar önemli oranda KDP’nin hareket sahasıydı. Bu açıdan bizim böyle bir ittifaka ihtiyacımız vardı. KDP de aynı dönemde bir daralma içindeydi. Sol çevre ve güçlerden tecrit edilmiş bir pozisyon içerisinde yalnızlığı yaşamaktaydı. ’75’ yenilgisi ve diplomaside ABD İsrail ikilisi ile anılması KDP’yi Ortadoğu’da tecrit altına almıştı. O dönemde İsrail ve Amerika gibi güçler çokça teşhir edilmişlerdi. Bu tecritlik ve yalıtılmış gerçeklik karşısında KDP’nin de biraz nefes almaya ihtiyacı vardı. Bu temelde yapılan ittifak ile biraz nefes alma ve açılım yapma imkanı gelişti. İttifakın her iki taraf için önemli sayılabilecek bazı yararları da oldu. Fakat ittifakın diğer bir amacının güçlerimizi daha çok Güney’de denetim altında tutarak, kontrolü sağlamak olduğu da sonradan daha iyi anlaşıldı.
Bir yandan Güney Kürdistan ile ilişkiler düzenlenirken, öte yandan Filistin’deki hazırlıklarımız sürüyordu. Gerillanın ilk şekillenmesini belirleyen en temel faktör Filistin sahasındaki eğitsel faaliyetlerdir. Bu açıdan Filistin’in Kürdistan devrimine yaptığı katkı önemlidir. Belki maddi katkılar yapmadılar ama gücü eğitmede ve zemin sunmada önemli bir rol oynadılar. Aslında Filistinliler güçlerimizi eğitirken, güçlerimizin uzun süre kalıp, onlar için savaşacaklarını düşünüyorlardı. Savaş konusunda güçlerimizin hiçbir sorunu yoktu. Orada bulunduğumuz süre içerisinde İsrail’den gelen saldırılarda en ön cephelerde yer alanlar bizim güçlerimizdi. Bu açıdan Filistinlilerde yeterli ve doğru anlayış olmasa da o zemin Kürdistan devrimi için iyi değerlendirildi. Bu zemini bu kadar güçlü düzeyde değerlendiren Önderliğin derin bakış açısı olmuştur. Bugün bile Kürdistan’da yürütülen mücadelenin ve gelişen gerillanın dayandığı zemin bu sahada elde edilen birikimlerle olmuştur. Esas olarak mücadelenin gelişmesinde güçlerimizin orada aldığı eğitimin payı büyüktür. Belirtilen gelişmeler ekseninde 1983 ortasına gelindiğinde ülkeye dönüş çalışmaları önemli oranda tamamlanmıştı. 1983 yılına kadar Lübnan sahasına çekilip eğitilen güçlerimizin toplam sayısı 285’tir. Bu kadrolardan bazı arkadaşlar Avrupa çalışmaları için görevlendirilmişti. Hasta arkadaşlarla beraber kararsız ve dökülen bazı tipler de vardı. Bazıları da o zaman fiziki olarak hareket içerisindeydi ama ruhen uzaklaşmışlardı.
Bunlar daha sonra 1983 sürecinde kendini dışa vuran Semir provokasyonu ile açığa çıktılar. 1982-1983’lerde gerilla hareketini geliştirmek hem Türkiye, hem de Kürdistan için en acil ihtiyaç duyulan devrimci bir çıkış durumundaydı. Çünkü faşist askeri cunta kendi sistemini, kurdurduğu çeşitli kurumlarla ve siyasal partilerle kalıcı bir biçimde oturtma aşamasına girmişti. Herhangi bir karşı çıkışın ve müdahalenin olmaması halinde, cunta sistemi tümüyle pekişecek, anti demokratik faşist bir sistemin kalıcılaşmasının, boyalı bir demokrasi perdesiyle halklara yutturulması süreci tam oturtulacaktı. Aynı zamanda Kürdistan’da Kürtlüğe ait her şeyin yasaklanması o denli ilerlemişti ki insanların kendi evleri içerisinde bile Kürtçe konuşmaları ajanlar yoluyla dinletiliyor ve soruşturma konusu olabiliyordu. Bu sistemin oturtulması Kürt halkı için yok edilme sürecinin kesinleşmesi anlamına gelecekti. Yoğun bir şiddet, baskı ortamında uygulanan yasak ve asimilasyonla toplumun başkalaşıma uğratılma süreci bütün boyutlarıyla hızlandırılmıştı. Cuntanın kurumlaştırmakta olduğu bu faşizan sisteme karşı mutlak bir çıkışa ihtiyaç vardı. Hem Kürt halkı, hem Türk halkı vahşi baskı yöntemleriyle susturulmuş, Türkiye ve Kürdistan adeta bir sessizler ve dilsizler diyarına dönüştürülmüştü. Verdiğimiz sözlere bağlılığın ve insan olmanın temel ölçütü, faşist cuntanın kurumlaşması sürecine karşı sessiz kalmamak ve mutlaka bir adım atmaktan geçiyordu. Bu sorumluluğu derinden hissetme vardı.
Bu nedenle Önder Apo’nun öncülüğünde partimiz PKK tek başına da olsa, bu sorumluluğa sahip çıkmayı vazgeçilmez bir görev olarak gördü. Bu temelde geri dönüş kararını alarak Kürdistan’da başta silahlı propaganda faaliyetleriyle hazırlık yapma ve gerilla savaşını başlatmayı önüne koydu. Bu eksende yapılan hazırlıklar gözden geçirildi, gerekli olan tüm plan ve projeler üzerinde yoğunca durulduktan sonra, pratikleştirilme süreci başladı. Bu amaçla Mardin, Urfa, Adıyaman, Dersim, Amed vb alanlara öncü gruplar gönderildi. Gönderilen gruplar öncelikle coğrafyayı tanıyacak ve halk ile bağlantıları sağlayacak, bazı ilk örgütlenmeleri geliştirecekti. Coğrafyamız, gerilla mücadelesi için stratejik önem arz etmektedir. Kürdistan coğrafyası heybetli dağları, geçit vermez sarp kayalıkları, derin vadileri, geniş ormanları, akarsuları, pınarları, zengin bitki ve hayvan çeşitleri ile egemenlere karşı tarihin tüm direnişlerinde Kürt halkının yaşamını korumada en büyük dostu olmuştur. Kürt halkı kültürünü, kimliğini, değer yargılarını, toplumsallığını kendi coğrafyasının niteliğiyle yaratmış ve bu temelde korumaya çalışmıştır. Dicle ve Fırat’ın bereketli kolları arasında neolitiğe analık yapmış olan Kürtler tarihte birçok ilke imza atmış olmasına rağmen devletçi uygarlığın saldırılarıyla birçok yıkımı da yaşamıştır. Eğer tarihten tümden silinip gitmemişse bunda köklü kültürel değerlerinin yeri kadar coğrafyasının da belirleyiciliği olmuştur. Tarihin her döneminde geliştirilen saldırılara karşı Kürdistan dağları direniş kaleleri rolünü oynamıştır. İşte gerilla mücadelesi bu muazzam coğrafyaya dayanılarak yürütülecekti. Halkımız ve ideolojimiz ile birlikte bizim en büyük müttefikimiz dağlarımız olacaktı. Birçok bölgeye aktarım yapılmış olsa da gerillanın oturtulacağı ve esas çıkışı yapacağı saha Botan olacaktı.
Botan, gerillanın üsleneceği ve esas çıkışını oradan gerçekleştirerek ülkeye yayacağı bir sıçrama ve yayılma zemini olarak tespit edilmişti. Önderlik daha o zamanlarda Botan için “Kürdistan’ın kalbi” tespitini yapmıştı. Dört parçayı birbirine bağlayan, gerilla için muazzam coğrafyaya sahip, Türkleştirme ve asimilasyon politikasının fazla etkili olamadığı, belli düzeyde Kürt yurtseverliğinin bulunduğu bir alan durumundaydı. Dolayısıyla Kürdistan özgürlük mücadelesi için en uygun zemin Botan alanıydı. Ancak önemli bir sorun bulunmaktaydı. Kürdistan’ın kalbi olarak değerlendirilen bu bölgeyi tanıyan kadro yoktu. Çünkü hareketin ilk çıkış yıllarında özel olarak bu bölgede faaliyet yürütülmesinin önüne geçilmiş, KUK’u bizimle çatıştırarak, hareketimizin Cizre’yi aşıp, Botan’a yayılmasını engellemişlerdi. O zaman hareket içerisinde Botanlı arkadaş da yoktu. Cizreli bir iki arkadaş vardı, fakat onlar da ova dışında bir yeri tanımayan ve çok fazla aktif olmayan arkadaşlardı. Genelde tüm gücümüz şehir ve ovada yetişmiş, öğrenci gençlik hareketinden gelen arkadaşlardan oluşmaktaydı. Dağa alışkın, dağda yaşamaya yatkın, bunun için tecrübesi olan bir yapı söz konusu değildi. Sadece Agit ve Seyfettin Zoğurlu arkadaşlar 1981 yılında Suriye’ye doğru geri çekilirlerken Gabar’ın eteklerinden geçmişlerdi. Agit ve Seyfettin arkadaşlar uzaktan da olsa gördükleri Botan’ı sürekli anlatıyorlardı. Tüm olumsuzluklara rağmen hareketin Botan’da üslenmesi ve gerillayı oradan başlatması başarılı bir direniş savaşı için bir zorunluluk konumundaydı. Bu dönemde partimizin KDP ile geliştirdiği ittifakta bazı sorunlar yaşansa da yararlı bazı yönleri de olmuştu. Belki ittifaktan beklenenler pratikleşmedi ancak ilk gruplarımızın bir kısmı KDP’liler üzerinden, Botan’dan Behdinan’a geçmişlerdi. Yine Behdinan ve Lolan’da yerleşme olanağı ve zemini oluşturulmuştu. KDP ilişkisi üzerinden Şahin Kılavuz arkadaş 8 kişilik bir arkadaş grubuyla Hezil çayında pusuya düşerek şehit düşmüşlerdi. Pusuya düştüler mi, yoksa düşürüldüler mi konusu bugün bile tam netleşmiş değildir. Çünkü gruplarımızın hemen hemen tümü araziye ve geçitlere yabancıydılar. Erdal (Mustafa Yöndem) arkadaşın yazdığı ve basınımızda yayınlanan “Kılavuzsuzlar grubu” adlı makale bu dönemde yaşanan bir grubun ilginç yol hikayesidir. Harita üzerinden pusulayla veya tahminen yol kat eden, araziyi böylece tanımaya çalışan, dolayısıyla çeşitli zorluklarla karşılaşan çok sayıda grubumuz olmuştur.
İlk gerilla grupları bütün bu zorluklara rağmen Botan’a girmiş, Botan Behdinan alanını tanıyarak üslenme merkezlerine dönüştürmüşlerdir. İlk grupların ülkeye girişi 1982’de başlamıştı. 1983 yılı ortalarına doğru öncü birlikler hemen hemen bütün gerekli yerlere girmeyi başarmış ve hazırlıklarına başlamışlardı. Bunun üzerinden yapılan planlamaya göre, 1983 yılında silahlı propaganda faaliyetlerinin başlatılması hedeflenmişti. Güçlü bir düzeyde eğitilmiş güçler aktarılmış olmasına rağmen bir türlü gereken hamle başlatılmamış, hedeflenen atılım çeşitli gerekçelerle gecikmeyi yaşamıştır. 2 Mayıs 1983 tarihinde, Kandil alanında birbiriyle çatışma halinde olan IKP (Irak Komünist Partisi) ile Yekitiya Niştimani Kürdistan (YNK) arasında arabulucu olmak için alana giden bir grup arkadaş IKP güçleriyle birlikte yolda YNK’nin kurduğu bir pusuda şehit düşürülmüşlerdi. Şehit düşen arkadaşlar, Mehmet Karasungur ve İbrahim Bilgin arkadaşlardı. Pusudan iki arkadaş kurtulmuş ve YNK olayın bir yanlışlık sonucu gerçekleştiğini açıklamıştı. Daha sonra aynı ay içerisinde Türk ordusu Güney’e yönelik bir operasyon gerçekleştirmiş, fakat bu operasyonda her hangi bir çatışma durumu yaşanmamıştı. Mehmet Karasungur arkadaş, 1976 yılında Bingöl’de öğretmenlik ve TÖBDER (Türkiye Öğretmenler Birliği Derneği) başkanlığı yaptığı dönemde par_tiye katılmıştır. Hilvan’da geliştirilen direnişin Siverek’e kaydırılmasından sonra burada yürütülen direnişin sorumluluğunu yapan bir arkadaştır. Bucaklara karşı geliştirilen eylemde M. Celal Bucak’ı ısrarla sağ yakalamayı hedefleyip onu konuşturmak istiyordu.
Partinin kuruluş bildirgesinin Türk devletince radyodan okunması karşılığında onun bırakılması üzerine planlama yapmıştır. Kişilik olarak ısrarlı, kararlı, hedefinin üzerine tereddütsüz giden, güven veren bir arkadaştı. Parti içerisindeki ilk askeri birlik komutanıdır. I. Kongrede seçilen 7 kişilik merkez komite içinde yer almaktadır. Mehmet Karasungur arkadaşın şehadeti parti için büyük bir kayıp olmuştur. Bu süreçte Güney’de yapılacak kısa süreli bir hazırlık evresinden sonra güçlerin Kuzey’e yönelmesi gerekiyordu. Ancak yönetimin yaklaşımı bu düzeyde olmamıştır. Güney sahası adeta bir yeniden eğitim ve geri cephe sahası gibi değerlendirilmiştir. Eğitimli güçleri burada yeniden eğitime alarak sürecin ertelenmesine neden olan bir tutum gelişmiştir. Tabii bu yaklaşımın farklı nedenleri bulunmaktadır. Her şeyden önce yönetim, gerilla taktiğine yeterince inanıp güvenmemiştir. Özellikle yönetimin bazı üyeleri için bu çok daha geçerlidir. Hatta bazıları hiç inanmamıştır. Esasen soruna kaynaklık eden, sürece yayan temel neden yönetimin tereddütlü yaklaşımıdır. O süreçte başta iki, daha sonra üç kişilik olan bir yürütme biriminin, çalışmaların yürütülmesi, hazırlıkların tamamlanması ve atılımın başlatılması çalışmalarını örgütlemeleri gerekmekteydi. Abbas arkadaş sorumluydu, ancak yanında yürütme üyesi olanlar süreci geri çekmek için kırk çeşit gerekçe uyduran kişiliklerdi. Fatma (Kesire Yıldırım) yürütme olmamasına rağmen o sürecin önemli aktörlerinden biriydi. Hazırlık süreci daha çok Lolan ve Haftanin’de geliştirilmekteydi. Bu yürütmenin üyelerinden olan Selim Hoca (Selahattin Çelik) denilen tip toplantı için geldiği Şam’dan dönerken “parti bizi feda etti” diyebilen, kadroda tereddüt ve kararsızlığın gelişmesinde ön ayak olan bir kişidir. İlk bakışta bu kişinin anlayışını yansıtan bir söz gibi gözükse de, etki düzeyi göz önüne alınırsa önemli oranda yönetimin sürece ve göreve nasıl yaklaştığını dışa vurmaktadır. Teorik olarak adaletsizliğe karşı savaşmak, özgürlük mücadelesine girişmek, devrimci olmak, onun propagandasını yapmak ayrıdır, pratikte bu hususların militanı olmak apayrı bir yaklaşımdır. O dönemin yönetimi kendini savaşa yatırmada ciddi tereddütler yaşamıştır. Bu nedenle kendini bir savaş karargahı olarak değil de, adeta bir eğitim merkezi gibi örgütlemiştir.
Parti tarafından alınan ülkeye dönüş ve gerilla savaşını başlatma kararına rağmen “savaşmalı mıyız, savaşmamalı mıyız?” konusu üzerinde tartışma yürütülmüştür. Yani örgüt resmiyetinde alınan kararın uygulanması değil de, tartışılması yaşanmıştır. Bu durum, özellikle bazı kişilerin daha fazla süreci geriye çeken pervasızlıklarıyla bütünleşince zamanında pratiğe girme ortamı tartışılır hale getirilmiştir. Bu yaklaşımların gecikmenin temel nedeni olduğu daha sonra gerçekleşecek olan III. kongre sürecinde yazılan raporlar, geliştirilen özeleştiri platformları ve Önderlik çözümlemeleriyle somut bir biçimde ortaya konulmuştur. 1983 yılında Çukurca vb bazı yerlerde birkaç ajanın cezalandırılması dışında herhangi bir askeri faaliyet geliştirilemedi. Hedeflenen yaygın silahlı propaganda çıkışı yapılamadı. Tabii bu ertelemecilik ve zamana yayma yaklaşımı gerilla grupları ortamında bir esneme ve gevşemenin yaşanmasına neden oldu. Bu anlayışın yanında Avrupa’da gelişen Semir provokasyonunun da hareketi adeta tehdit altına alarak, ülkeye dönüşe ve savaşa karşı yoğun bir kampanya başlatması ciddi olumsuzlukların kaynağı olduğu gibi sürecin kritikliğini ortaya koyuyordu. Semir provokasyonu 2004 yılında Ferhat-Botan ikilisinin geliştirdiği ihanetçi tasfiyeci grupla benzer anlayışa sahiptir. Aralarında çok çarpıcı benzerlikler vardır. Hatta son ihanetçi tasfiyeci grubu Semir anlayışının bir devamı olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Bilindiği üzere 2004 yılında Kongra-Gel II. Genel Kurulu tarafından meşru savunma savaşı kararı alınınca, o ihanetçi grup kaçarak karşı faaliyete yöneldiler. “Savaşa karşıyız” diye bir kampanyayla faaliyet yürüttüler. İhanetçi işbirlikçi grubun kampanyası Apocu hareket içerisinde inançsızlaşan ya da kırılan kişiliklerin ruh halini anlatması bakımından bir ilk değildi. Semir’in 1983 yılında yürüttüğü çalışmanın aynısıydı, aralarında pek bir fark yoktu. Hatta o zaman Türk solundan Dev-Yol başta olmak üzere, bazı Kürt grupları vb birçok çevre sırtını Avrupa politikasına dayandırarak, aynı koroya katılıyor ve bu tür çıkışlara destek veriyorlardı. Planlamaya göre yapılacak hızlı bir ön hazırlık temelinde 1983 yılı ile birlikte silahlı propaganda savaşının Botan’da başlatılması öngörülüyordu. Genel planlama çerçevesi bu eksende kararlaştırılmıştı. Öncü birlik faaliyeti olmasına rağmen yönetimin süreci ve Önderliği anlamaması veya en azından bazılarının anlamak istememesi, çalışmaların ağır yürütülmesine neden oldu. Çünkü bu dönemde birçok yere öncü birlikler yerleşmişti. Ancak öncü birliklerin önüne bir yılda bitirilemeyecek görevler konulmuştu. Birlikleri hantallaştıran en önemli çalışma araştırma görevleriydi. Birlikler ulaşabildikleri tüm köyler üzerinde ekonomik sosyal araştırmalar yaparak, sonuçlarını değerlendirmek üzere alan yönetimine ulaştıracaklardı. Köylerdeki geçim kaynakları nelerdir, büyük-küçükbaş hayvanlardan tutalım, kümes hayvanlarının sayısına kadar kapsamlı, hantallaştırıcı ve hiç gerekli olmayan görevlerle yükümlülük altına alınmaları, onları esas görevleri olan askeri ve örgütsel hazırlık çalışmalarından alıkoyuyordu. Yine arazi koşulları, sosyoekonomik yapılanması, nüfus oranı vb konularda raporların yazılması gerekiyordu. Bütün bu çalışmaların bitirilmesi bir yılı aşıyordu. Bu temelde süreci ağırdan alan bir tarz ortaya çıkmıştı. Önderlik bunları duyunca çok kızdı ve bu tarza yönelik eleştiriler geliştirdi.
Parti Önderliği tarafından çok çeşitli vesilelerle eleştirilen ve parti tarihimizde Lolan pratiği diye geçen süreç bu döneme tekabül etmektedir. Sorun orada bağ-bahçe ekip ekmemekten ziyade sürecin geliştirilmesinde yaşanan erteleme ve kendini oyalama durumudur. Savaşı başlatma, geliştirme ve koordine etme yerine, gücün bahçe ile uğraştırılması dönemin temel tutumunu ortaya koyması bakımından eleştiri konusu olmuştur. Yoksa devrimci mücadelenin geliştirilmesi ile birlikte yapılacak üretime dönük bir karşıtlık bulunmamaktadır. Önderlik, geliştirilmeye çalışılan sürecin yönetim tarafından doğru ele alınmadığını görünce merkezi toplantıya çağırarak doğrultu kazandırmak istedi. 1984’ün başlarında Önderlik sahasında merkez toplantısı yapıldı. Önderlik sergilenen pratikleri çok geniş değerlendirmelerle ortaya koydu. Geriye çeken anlayışları çözümleyerek mahkumiyetini sağladı. Bu dönemde ortaya çıkan en önemli anlayış yönetimin savaş taktiğine ilişkin duyduğu güvensizliktir. Yönetimin tarzı ürkektir ve kendisi ile yapıya yeterince güvenmemektedir. Taktiğin başarıya ulaşacağına dair bir inanç zayıflığını yaşamaktadır. Zaten “parti bizi feda etti” sözü bu toplantıdan dönerken sarfedilen bir sözdür. Kürdistan’da gelişecek gerilla savaşının sonuç alıcılığına ilişkin kaygılı bir durumu söz konusudur. Taktiğe inanç zayıflığı olarak da değerlendirilen bu yaklaşım esas alınmaktadır. Sürece damgasını vuran oyalayıcı yaklaşım bu anlayıştan kaynaklanmaktadır. Ya da bazıları bu anlayıştan güç alarak süreci ağırlaştıran bir faktör durumuna gelmişlerdir.
Önderlik bunun üzerine 1984 yılında artık bu sürecin olmazsa olmaz kabilinde geliştirilmesi gerektiğini ortaya koyarak, planlamanın yerine getirilmesi gerektiği konularında ısrarcı olmuştur. Çünkü bu dönemde halk üzerinde müthiş faşizan bir baskı uygulanmaktadır. Cezaevlerinde bulunan devrimcilere her türlü işkence yapılmaktadır. Devrimci hareketlerin birçoğu bastırılmış, kalanlar yurtdışında mültecileştirilme sürecine tabi tutulmuştur. PKK dışında kalan başka bir direniş odağı yoktur. PKK de erkenden bir direnişi geliştirmezse, kitlelerde devrime ait olan tüm umutların sönmesi işten bile değildir. Ayrıca düşman da boş durmamakta, özellikle Semir provokasyonuna dayanarak Önderliğin geliştirmek istediği süreci boşa çıkarmak istemektedir. Bu nedenle Önderlik fazla beklemeden adımın atılmasında ısrarlı olmuştur. Çünkü silahlı savunmayı erkenden başlatmak, sürecin başarısı ve halklar adına gereken cevabın gelişmesi açısından en önemli bir husus durumundaydı. Öte yandan Önderlik Türkiye genelini kapsayan bir mücadele sürecinin gelişmesi için Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin pratik anlam kazanması için yoğun ısrarlarda bulunmuş ve bu amaçla çeşitli tartışma, diyaloglar geliştirmiştir. Nihayetinde beş Türkiyeli sol örgütle birlikte kurulan FKBDC tüm çabalara rağmen pratik bir güce dönüşmemiş ve sonuç alıcı olmamıştır. Giderek kağıt üzerinde kalan ve erimeyi yaşayan bir cephe olmuştur. Yine tüm çabalara rağmen Kürt grupları da ortak cephe oluşumuna yanaşmamışlardır.
Aslında 1984’ün başlarına kadar salt bizim değil, bazı başka güçlerin de silahlı savunma sürecine katılabileceği beklentisiyle sürekli çaba içinde olunmuştur. Ancak bu tarihten sonra söylenenlerin laf olduğu, özünde mevcut Türkiyeli ve Kürdistanlı grupların gözlerinin Avrupa’daki mülteci yaşamında olduğu, riskli, ağır bir mücadele sürecine girmeyecekleri, bunu açık söylemeyip, gerçekliliklerini lafla örtmeye çalıştıkları açıkça anlaşılmıştır. Zaten zamanla hepsi peş peşe soluğu Avrupa’da almışlardır. Durum böyle olunca hareket olarak PKK’nin tek başına kalması gerçeği karşısında yüksek bir kararlılık ve cesaretle mücadelenin yürütülmesi gereği ortaya çıkmıştır. Bu dönemde tüm PKK’li kadrolar için yol ayrımı çok keskin bir biçimde kendini dayatmış bulunmaktaydı. Artık tereddüde yer yoktu. Tercih kesin gerekliydi. Bir taraftan Mazlum, Kemal, Hayri ve Ferhatların öncülüğünde geliştirilen Amed zindan direniş çizgisi, bu çizginin yaptığı insanlık çağrısı, değerlere bağlılık pahasına gözünü kırpmadan mücadeleyi yükselten onurlu militan duruşu kendini dayatıyordu. Öbür taraftan Semir provokasyonu öncülüğünde geliştirilen arkasında Türk solunun önemli bir kesimi ve Kürt reformist grupların saf tuttuğu “ülkeye gitmeyin, ülkeye gidiş ölümdür, gelin Avrupa’ya gelin, ölüme değil, yaşama gelin” çağrısı vardı. Bu bir ihanet çağrısıydı. Tüm insanlık değerlerine, verilen söze, yoldaşlığa, insan olmaya yapılan bir ihanetti. Direniş ve ihanetin bu biçimde keskin olarak kendisini dayattığı bu ortamda bir kesim kadroda tereddüt ve kararsızlık mevcuttu. Bunun için beklemek, adım atmada kararsızlığı yaşamak hareket üzerine bir karabasan gibi dayatılan provokasyon ve tasfiyenin çizgisini güçlendirmekle eş anlama gelecekti. Bu nedenle bir an önce adım atmak, her türlü tereddüdü yerle bir etmek ve Amed zindan direniş çizgisinin yılmaz bir takipçisi olmak, devrimci olmanın vazgeçilmez bir tutumuydu. Önder Apo’nun çok kararlı bir biçimde yürüttüğü çizgi bu çizgiydi. Ezici militan yapısının da Önder Apo’nun bu çizgisinde bir duruşu söz konusuydu ama hala tereddüdü yaşayan kesimler de yok değildi. İçte durum böyle iken dışta ise faşist askeri cunta çizgisinin hayatın bütün alanlarına oturtulma süreci hızla gelişiyordu. 12 Eylül faşizminin ardından oluşan ve özellikle de ilk başta bir paravan konumunda bulunan ANAP hükümeti yoluyla darbenin kalıcılaştırılması süreci geliştirilmekteydi. Buna karşı devrimci bir çıkışın olmaması halinde anayasal bir muhteva ve toplumsal bir taban kazanmakta olan faşist düzenin Türkiye ve Kürdistan’da köklü bir biçimde oturtulacağı açık ortadaydı. Bunun karşısında büyük bir devrimci sorumlulukla yüklenmiş PKK’nin bağlı olduğu değer yargılarına karşı bütün samimiyetini ortaya koyarak kendine büyük bir güvenle bu mücadele sürecini tek başına başlatma görevi bulunmaktaydı. Önderlik ve etrafında kenetlenen kararlı kadro yapısının yürüyüşü bu açıdan tarihsel bir önemi taşımaktaydı. Bu dönemde büyük bir cesaret ve kararlılıkla gerçekleştirilecek devrimci yürüyüş Türkiye ve Kürdistan’da yeni bir süreci başlatmaya adaydı. Ama öncelikle onurlu olmanın, kendine ve değerlerine ters düşmemenin vazgeçilmez bir görevi durumundaydı. Dolayısıyla ne olursa olsun adım atmak doğru ve olması gerekende ısrar etmek, dürüst, samimi devrimciliğin kendisini dayatan tarihsel bir görevi durumundaydı.
MURAT KARAYILAN (HEVAL CEMAL) (25.BÖLÜM)
YORUM GÖNDER