100 YILDA DEĞİŞEN NE?
100 yıl önce Polonya'dan Çin'e kadar Avrasya sahasındaki durumun günümüzle yüzeysel benzerlikleri vardı. Ancak iki temel fark söz konusuydu ideoloji (enternasyonalizme karşı milliyetçilik) ve liderliğin niteliği. Tarih tekerrür eder ama tam olarak değil.
Moskova destekli Harkov hükümeti direniyor. Rada destekli Kiev hükümeti, Ukrayna'nın tamamını temsil ettiğini iddia ediyor. Alman silahları sınırı geçiyor. İngiliz-Amerikan seferi kuvvetleri Murmansk ve Arkhangelsk'e çıkarma yapıyor. Fransızlar Kırım'da. Japonlar daha yeni Vladivostok’u aldılar. Kafkas cumhuriyetleri bağımsız. İki general ve bir amiralin kuvvetleri, zaman zaman inanılmaz bir hızla, başkente doğru ilerliyor. Uzak Doğu Cumhuriyeti, İngilizce yazılmış bir anayasa ile bayrağını dalgalandırıyor.
E.H. Carr
Neredeyse tam 100 yıl önce Polonya'dan Çin'e kadar Avrasya sahasındaki durum buydu. İlk paragrafta vurgulandığı şekliyle, günümüzle yüzeysel benzerlikler var. Ancak iki temel fark söz konusu: ideoloji (enternasyonalizme karşı milliyetçilik) ve liderliğin niteliği (geniş ufukluluğa karşı Leningrad’ın zalim sokaklarının haydutluğu). Tarih tekerrür eder – ama tam olarak değil.
E.H. Carr’ın konusunda bir başyapıt olan Bolşevik Devrimi’nin üçüncü cildi, Alman-Fin askeri tehdidi altında başkentini Petrograd'dan Moskova'ya taşıyan Bolşevik hükümetinin dışişleriyle ilgilidir. Carr'ın kitabı ayrıntı açısından o kadar zengin ve yorumu o kadar mükemmel ki, onunki gibi bir performansın bugün tekrarlanabileceğinden şüpheliyim. Belki de bugün, yüz yıl önceki her bir olay hakkında, kitabın yayınlandığı 1952'de Carr’ın bildiğinden çok daha fazlasını biliyoruz; ama bu olayların anlamını ancak Carr ile kavrayabiliriz – büyük harfli bir Tarih tarzında olduğu gibi değil, hem belirli şeylerin neden yaşandığının hem de bunların sonuçlarının ne olduğunun açıklamasında.
Carr'ın kitabı, Bolşeviklerin Şubat 1918'de Wilhelm Almanyası ile imzaladığı küçük düşürücü Brest-Litovsk barış antlaşmasından (ancak Lenin’in ısrarı sayesinde imzalanabilmiştir; Troçki imza törenine gitmeyi reddetmiş, Çiçerin imzalamıştır) 1922’deki Rapallo Antlaşması'na uzanıyor. O zamana kadar söz konusu olan, mağlup ama militarist ve rövanşist Almanya ile örtük bir ittifaktı. Bu iki tarihi dönüm noktası, Sovyetler Birliği'nin dış politikasında bir ikiliğin başlangıcını özetliyor. Bir yandan Bolşevik hükümet kendisini, dünya devriminin ağırlık merkezini birkaç yıl içinde Berlin'e ya da Paris'e aktarmaya hazır, yalnızca rastlantısal bir başarı örneği olarak görüyordu: Troçki, “1919'da Zinovyev'e göre, Üçüncü Enternasyonal'in ikamet yerini mümkün olduğunca çabuk başka bir başkente, örneğin Paris'e devretmeyi başarabilirsek bu sevinçli bir son olacaktı,” diyor ve "Eğer Üçüncü Enternasyonal'in merkezi bugün Moskova ise yarın merkez Batı'ya, Berlin'e, Paris'e, Londra'ya taşınacaktır,” diye ekliyordu (s. 132).
Bolşevikler başarılarından gurur duyuyorlardı, ancak Rusya'nın geri kalmışlığının ve bunun bir anormallik olduğunun farkındaydılar: Çarlığın zayıflığıydı devrimi mümkün kılan. Ama Marx ve Engels'in öngördüğü gibi, tarihin akışı tekrar doğru yolunu bulacak ve Berlin ve Paris'teki devrimler Avrupa'yı devrimin ön saflarına, tam da olmaları gereken yere getirecekti. Aynı zamanda, emperyalistler ve yerli gericiler tarafından her taraftan kuşatılmış olan Moskova hükümetinin hayatta kalabileceği tek koşulun da bu olduğunu düşünüyorlardı.
Ancak Batı'daki devrimler bir türlü gelmiyordu. Almanya'daki birkaç girişim başarısız oldu. İkinci Komintern Kongresi'nin gerçekleştiği Ağustos 1920, geriye dönüp bakıldığında, Bolşevik iyimserliğinin doruk noktasıydı. Troçki'nin işçi ve köylülerden oluşan ordusu Varşova'ya doğru ilerliyordu. Almanya'nın dört bir yanında sovyetler kuruluyor ve Avrupa devrimine sadece haftalar kalmış gibi görünüyordu.
Sonra işler değişti. Kızıl Ordu Varşova önünde yenilgiye uğradı, Almanya'da sovyetler bastırıldı, Alman sosyal-demokrat partisi zaten ikiye bölünmüştü, daha sonra dörde bölündü ve Batı'daki ayaklanma süresiz ertelendi.
Almanya'da dostça bir proleter hükümetin ortaya çıkmasına sadece birkaç ay kaldığı inancıyla aşağılayıcı Brest-Litovsk antlaşmasını o dönem için iktidara tutunabilmek adına imzalayan Moskova'daki yöneticiler, başa geri sarmak zorunda kaldılar.
Avrupa'da devrim eli kulağında değilse, Rusya'da Sovyet Cumhuriyeti'nin korunması hayati önemdeydi. Çünkü komünistlerin ricat edip akınlarını planlayabilecekleri özgür bir bölge olarak ancak onun mevcudiyeti sayesinde başka yerlerde de devrimler meydana gelebilirdi. Yenilmesi durumunda, geriye hiçbir şey kalmazdı.
Sovyetlerin ikili politikası böyle doğmuş oldu. Sovyet Rusya hükümeti (henüz SSCB yoktu) kapitalist güçlerle birlikte dünyayı yönetme işine katılmak zorundaydı. Aynı zamanda, Moskova'daki hükümetin devrimci kısmı, ticaret anlaşmaları müzakere ettiği aynı kapitalist güçlerin altını, onların komünist düşmanlarını destekleyerek oymak zorundaydı. Zor bir denklemdi bu. Başlangıçta, Moskova'ya çok fazla esneklik sağlıyor gibi görünüyordu, ancak gerçekte kimseyi mutlu etmiyordu. Komünist partiler, Moskova'nın talepleri üzerine çok sayıda bölünme yaşadıktan ve bu süreçte üyelerinin epey kısmını tasfiye ettikten sonra, kendilerini yine aynı Moskova ile samimi ilişkiler sürdüren kendi hükümetleri tarafından daha da tasfiye edilmiş buldular. İran, Türkiye, İtalya, hatta Almanya bu noktada örneklerdir. Ancak ideoloji yaman bir güçtü. Bolşeviklerin etkisini Japonya ve Kore'den Çin, Hindistan, İran, Türkiye ve ABD'ye kadar geniş bir alana yaydı. Üçüncü Enternasyonal'in başı Zinovyev, kendisini (devrimci) dünyanın başkanı olarak görebilirdi. Belki de tarihte hiç kimse kendisini bu rolde görmeye onun kadar yaklaşmamıştı. 1921'de hastalıktan bitap düşen Lenin, yaşamı boyunca Komintern'in tüm kongrelerine katılmaya büyük çaba sarf etmiş olsa da, hiçbirini yönetmemişti. Bunu yapan Zinovyev’di ve onun bu pozisyonu, muhtemelen Rus Bolşevik partisi içinde yürütülen eşzamanlı savaşlarda, çok parlak ama sağı solu belli olmayan Troçki'ye karşı Stalin'le ittifak yapmasında kibirli tabiatının yanında etkili bir unsur oldu.
Carr, Lenin'i neredeyse övdüğü için eleştirilir. Lenin'in açık gözlü gerçekçiliğine hayran olduğuna şüphe yok. 1914'ten önce gerçek dünya siyasetinden bihaber, büsbütün işe yaramaz bir dogmatik olarak düşünülen Lenin, ne zaman zor kararlar alınması gerekse alıyordu. Carr, Lenin-Troçki ikilisinin gücünü de gösteriyor. Troçki'nin tartışılmaz nitelikleri (zeka, örgütsel beceriler, hatta belirli bir zamanda hangi konumda olursa olsun hep aşırı uçlarda olması bile), Lenin'in gözetimi ve rehberliği sayesinde öne çıktı. Troçki'nin Lenin’i son sözün sahibi olarak (başka hiç kimseye vermediği bir rol) kabul etme isteği de bu ilişkinin bir unsuru. Fakat Lenin vefat ettikten sonra, Troçki'nin eşit derecede kuşku götürmez kusurları –kibir, dostlarını ve iş arkadaşlarını küçümseme, soyut düşünme– yeniden ortaya çıktı ve onun düşüşüne yol açtı. Ancak bu, Cilt IV’ün, "Interregnum"un konusudur.
BRANKO MİLANOVİÇ
Çeviri: MESTAN DİLBİLMEZ, SERAP GÜNEŞ
https://braveneweurope.com/branko-milanovic-a-century-ago
YORUM GÖNDER