PARADİGMA NEDİR?
Demokratik uygarlık dersindeyiz. Tartışmalar çok sıcak. Bir erkek arkadaş değerlendirmesini yaparken, “devletli uygarlığın yarattığı toplumsal sorunların kaynağı erkek aklı, erkek zihniyeti, erkek mantığıdır” diyor.Bekliyorum. “De haydi, de haydi heval” diye geçiriyorum içimden, “devam et, çözüm için de kadın aklı, kadın vicdanı, kadın dünyası ilaçtır gibi bir şeyler söyle” diyorum. Maalesef boşa düşüyorum, arkadaş bitiriyor değerlendirmesini ama beklediğimi söylemiyor. Onun da böyle düşündüğünden eminim, niyeti de böyle belki ama bir türlü ağzından çıkarmıyor buna benzer bir sözü. Kim değerlendirme yapıyorsa bu zalim uygarlığı yerle bir ediyor, çözümlüyor, bu paradigmanın insanlık dışı vahşi bir paradigma olduğunu teşhir ederek özcesi “tarihin çöp sepetine atmak gerekir” diyor.
Arkadaşların harıl harıl yürüttüğü tartışmalar esnasında paradigma kavramına takılıyorum. Nedense bazen takılıyorum böyle işte.
Yaşamda en çok kullandığımız bir kelime paradigma. Paradigma değişimi gündemimize girdiğinden bu yana paradigmayı anlamak, paradigma değişimi, paradigmaya girmek, paradigmaya göre olmak gibi bir sürü söz söyleyip bir şeylere dikkat çekiyoruz çoğu kez. Ne Kürtçe ne Türkçe bir kelime ama günlük dilimize öyle iyi yerleşmiş ve tartışmalarımızda en çok kullanılma şerefine nail olmuş bir sözcük ki, ne demek istediğimizi iyi anlatabiliyor. Peki gerçekten nedir paradigma? Paradigma derken kastettiğimiz, gerçekten kastettiğimiz o şey mi?
Genel bir tanımlamayla paradigma; izlenecek yol, takip edilecek model, örnek, en fazla bildiğimiz tanımıyla ise bakış açısı demek. Bilimsel açıdan ise; bilimsel sorunlara nasıl yaklaşılacağını belirleyen, bilimsel araştırmaların yolunu, yordamını gösteren, bir bilimin bakış açısını yönlendiren, kalıplaşmış dizinleri ifade ediyor. Ya da bir bilim dalındaki tüm çalışanların bağlı kaldığı evrensel olarak kabul edilmiş bilimsel başarıların sınırlarını en ince ayrıntısına kadar çizen kavramsal çerçeveye paradigma deniyor. Daha da ayrıntılandırırsak, herhangi bir bilimde izlenecek kuramsal ve metodolojik kurallar, başvurulacak araçlar, izlenecek sorunlar ve araştırmaları değerlendirecek standartlar konusunda varılan konsensüs ve bu konsensüsün yarattığı modele paradigma deniyor. Yani paradigma sadece fikri bir şey değil aynı zamanda bir model oluyor. 1965’li yıllarda Thomas Khun ilk kez bu kavramı kullandı ama esas yaygın kullanımı 2000’li yıllara yakınlaşırken oldu. Şimdilerde ise sadece bilim dünyasının değil sosyal yaşamın, gündelik kullanım dilinin en yaygın kelimelerinden biri. Bizim içimizde de çok yaygın.
Tarihselliği açısından baktığımızda her ne kadar paradigmalardan bahsedilse de toplumsallığın gelişiminden günümüze iki temel paradigma karşımıza çıkıyor. Birincisi doğal toplum paradigması, ikincisi ise sınıflı toplum paradigmasıdır. Bahsedilen diğer paradigmalar bu paradigmaların içinde ele alınabilecek paradigmalardır.
Doğal toplum paradigması dediğimiz paradigma, insanlığın, tarihsel kültürel süresi içinde yüzde doksan sekizlik bölümünü buna göre yaşadığı paradigmadır. Aynı zamanda bu toplumun, ilk zihniyet yapılanması ve hafızasıdır. Çevresindeki her şeyi kendi gibi canlı gören animist bir düşünce biçimine göre şekillenen toplumsal bakış açısı ya da paradigması, insanlar arasında ne cins ne de başka bir şeye göre ayrım yapmaz ve toplumu bölmez. Bu toplumun insanları canlı cansız her şeyi bir bütünün parçaları gibi ele alır. Ağırlıkta duygusal zeka öndedir. İnsan, toplum ve doğayla büyük bir uyum içinde yaşar ve ona herhangi bir tahakkümde bulunmaz. Topluma yön veren, toplumsallaşmanın asal gücü olan kadındır ve ana-kadın etrafında şekillenen ahlaki ve politik toplum da diyebileceğimiz bu toplumun toplumsal formu klan-kabile topluluklarıdır. Ezen ve ezilenin cins ve sınıf boyutunda yaşanmadığı bu paradigma, tamamıyla eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratiktir.
İkinci temel paradigma olan sınıflı toplum paradigması ise doğal toplum paradigmasına karşıt olarak çıkan ve giderek bir karşı darbe olarak gelişen ahlaki ve politik toplumun tersi bir biçimde toplumu parçalayan bölen bir paradigmadır. Şaman, yaşlı tecrübeli şef ve güçlü komutan üçlüsünün eliyle oluşturulan ve toplumda insanları cins, sınıf, tanrı-kul, efendi-köle ayrımı ile sınıflaştıran aslında insan ve toplumun özüne ters bir zihniyet yapılanması ile oluşur. Sınıflaşma geliştikçe toplum, doğadan koparak doğa üzerinde tahakküme başlar. Artık özne olanlar yani belirleyenler ve nesneleşenler yani belirlenenler vardır. Pozitif bilimle en gelişmiş halini alan ve modern paradigma denilen bu insanlık dışı paradigma aslında tüm toplumsal sorunların da kaynağıdır. Günümüze cevap vermeyen modernist paradigma ak-kara mantığına ve Newton fiziğine dayanırken büyük bir sarsıntıyı, çöküşü yaşamaktadır.
Sosyolojik bakımından paradigma, insanlara, olaylara, konulara, durumlara, evrene kısacası yaşama dönük bakış açısıdır. İnsan bir olay, bir olgu ya da bir kavramı yorumlarken mutlaka kendisinden bir şeyler katarak, bu olay ya da olguyu kendisince ifadelendirip çıkarlarına ve yaşam tarzına göre açıklar.
Paradigmayı “bireyin iç ve dış dünyasını yani kendisini ve etrafını algılama, yorumlama ve bilme süreçleriyle ilgili tüm etkenlerin yarattığı örgütlü ve dinamik bir düşünsel sistemdir, algılar düzeneğidir” diye tarif edenler de vardır. Bu anlamıyla toplumsal bir varlık olan insan, toplumun yaratmış olduğu zihniyet ve yapısallık düzeyine göre bir paradigma sahibi olur. Ve insanın paradigması nasıl kurgulanmış olursa olsun kendi içinde o kadar istikrarlıdır ki tüm davranışlarımıza yön verir.
Bir yazar “paradigma farkına varmadan taktığımız psikolojik gözlüktür. İç dünyamızı olduğu kadar dış dünyamızı da bu gözlük aracılığıyla görürüz” diyor. Bu yazarın paradigma tanımlaması bana göre en anlaşır ve en fazla zihinde oturabilecek bir tanımlama. Evrene, doğaya, insana yaşama bakarken şayet gözlüklerimiz siyahsa siyah, beyazsa beyaz, pembe ise pembe görürüz. Kısacası bakış açısını belirleyen takmış olduğumuz bu gözlük oluyor.
Yaygın kullanımı üzerinden paradigma yani bakış açısı her insanda bulunan, herhangi bir çaba sarf etmeksizin de olan bir şey. Ama her insan doğuştan bir paradigma sahibidir demek istemiyorum. Hayır, paradigma sonradan, bulunduğumuz toplumsal koşulların bir ürünü olarak zamanla kazanılan ve her insanda mevcut bir şeydir ve değişime uğrayabileceği gibi belli bir irade sonucunda da gelişebilir. Yani sonradan gelişen zihniyet çalışmaları sonucunda oluşur. Evreni, dünyayı, insanı olduğu gibi değil de, olduğumuz yerden gördüğümüzde ve gördüğümüzü anlatırken esasında kendimizi, paradigmamızı anlatmış oluruz. Herhangi bir durum, olay yada bireyi yorumlayış tarzımızı, nasıl davranacağımızı, nasıl hareket edip bir yol izleyeceğimizi belirleyen zihinsel bir haritadır paradigma. O açıdan da farkında olmadan ya da bilinçli bir tercihle kazanılmış paradigmamız yaşamın her anında bizimle birliktedir. Yani yaşamda ne iyidir, ne kötüdür, ne önemli, ne önemsizdir ya da ne başattır, ne talidir gibi konuları bu paradigma ışığında belirleriz. Algılarımız, davranışlarımız, tutumlarımız, ilişkilerimiz hepsi buna göre gelişir.
Çağın modern paradigması ve temel paradigmalardan biri olan sınıflı toplum paradigmasının modernize hali zihinlerimize kazınmış durumda. Her yönüyle bu çağın bireyini, toplumunu buna göre hareket ettiren ve bilim cilası ile kendini çekici gösteren ayrıca son paradigma denen modernist paradigma, yaşanan toplumsal kriz ve kaosa bakıldığında iflas etmiş durumda. Toplumun dev gibi yığılmış sorunlarına çözüm üretme yerine sorunları daha da ağırlaştıran, zihinlere iktidar virüsünü, bireycilik mikrobunu şırıngaladıkça, toplumun ahlaki ve politik dokusunu tahriş ettiğinden toplumu toplum olmaktan çıkaran, yerküremizin ekolojik dengesini tehdit altına almış bu paradigma insanlık için giderek büyük bir tehlike durumunu oluşturuyor. Birçok bilim insanı özellikle sosyal bilimciler bu paradigmanın insanlık için çözüm getirmediğinin farkında. Yanlış kurgulanmış bu paradigmaya eleştirel bakıp alternatif sunanlar da var. Fakat en çözümleyici ve toplumsal hakikate en yakın duran ÖNDER APO’nun geliştirmiş olduğu demokratik uygarlık paradigması oluyor. Peki neden? Bizim Önderimiz olduğu için mi böyle diyoruz? Hayır. Sadece biz değil birçok akademisyen, sosyal bilimci, araştırmacı ve ekol şu noktada hemfikir: Bir düşünce yada bir bilimin paradigma olabilmesi için bazı kriterler vardır ki paradigma olabilsin. Nedir bunlar? Öncelikle daha önce oluşmuş ve çözümsüz kalmış bazı problemlere ikna edici ve yeni çözümler sunması. Var olanlara karşı alternatif bir düşünce ve model sunması. Yeni bir yöntem ve araç sunması ve ilgili alanlarda kabul görmesi gerekir.
İşte bu kriterleri ÖNDER APO’nun yeni paradigma ve aynı zamanda yeni bir sosyal bilim okulu olarak tanımladığı demokratik uygarlık paradigmasının karşıladığını görmek mümkün. Toplumun toplum olmaktan çıkmasını ana problem olarak tespit eden ve çözüm arayışlarında, insanlığın uygarlık öncesi yaşadığı doğal toplum ile birlikte resmi devletli uygarlık süreci boyunca bu sisteme gelmeyen, bu sisteme karşı direnen, devletçi toplum karşıtı olarak günümüze değin gelen ahlaki-politik toplum da diyebileceğimiz tüm ezilen ve demokratik güçler ile bu düzene başkaldıran unsurların özgürlükçü sistemidir bu paradigma. O zaman ÖNDER APO’nun da dediği gibi toplum mühendisliği yaparak topluma şu-bu model diye bir yönlendirme ya da ilahi bir gücün yoktan var etmesi, yaratması gibi bir yaklaşımla toplumu manipüle eden bir paradigma değil bizimkisi. Zaten toplumu toplum yapan onun ahlaki kuralları yani ortak vicdanı, birlikte yaşama duygu ve düşüncesi ile toplumun en iyi nasıl yaşayacağını, ne iş yapacağını arayıp bulan ortak aklı olan politik yanıdır.
Modernist paradigma devlet ve sınıflaşma üzerine kurgulandığı ve amacı daha fazla kar ve gasp olduğu için toplum kaygısı taşımaz. Bir avuç tekelin çıkarları üzerine kurulu hegemonik karakterli bir paradigmadır. Ve tüm ideolojileri, sistemleri, kurumları erkek egemenliği ile mühürlenmiştir, erkek patentlidir. Buradaki erkek egemenliği dediğimiz şey cins olgusunun da ötesinde toplumu nesneleştiren, iğdiş eden, karılaştıran ve karınca toplum haline getiren bir zihniyettir.
Takılı kaldığım paradigma kavramından bir an uzaklaşıyorum, yeniden ders tartışmalarına giriyorum. Aman tanrım o da ne? Okul kamplaşmış. Ne için mi? Demokratik uygarlığın unsurları tartışılırken aile unsurunu değerlendiren kadın arkadaşlar “aile toplum karşıtı bir unsurdur tümden ortadan kalkmalı” diye diretirken erkek arkadaşlar ise, ”aile kalmalı ama değiştirilmeli” diye ısrar ediyor.(Bu konuya ilişkin görüşlerimi daha sonra yazacağım.) Müdahale ediyorum. Ancak paradigma halen aklımda.
Şunda çok ciddi bir netliği yaşıyorum. Önder APO’nun demokratik uygarlık paradigması tarihsel toplum sürecinde devletçi toplumun karşı kutbunda yer alan bir paradigma olduğuna ve kadın lehine geliştiğine göre yeni paradigmamız aslında bir nevi kadın paradigması oluyor. Bu açıdan da doğal toplum paradigması olarak toplumsallaşmadan günümüze dek toplum temelli gelişen bu paradigma kadın aklı ve kadın vicdanı ile var olageldiğinden güncel olarak da modernist paradigma karşısında kendini yine kadın aklı ve vicdanına dayandırmalıdır. Kadın dünyası yeni uygarlıksal değerleri yaratmaya aday bir dünyadır ve toplumun kurtuluşu bu aklın ve vicdanın geliştirilip hakimiyet kazanmasıyla mümkündür. Kadın dünyası, adil, barışçıl, eşitlikçi, demokratik, esnek, hoşgörülü, anlayışlı, toplumsal hakikati ve değerleri esas alan, etik ve estetik değerler ile yaşamı anlamlandıran, özgürlüğe tutkulu ve hürmetli bir dünyadır. Şüphesiz sınıflı toplum paradigması verili kadın zihniyeti ve duruşunda çok yoğun tahribatlar yaratmış kendi gücüne güvensizleştirmiştir. Oysaki ÖNDER APO’nun da dediği gibi, kadın olmak müthiş bir şeydir. Ve şayet kadın, kadınlığın çekici yönlerine güvenirse bu aklın ve vicdanın sesine göre toplumu örgütler ve eğitirse erkek egemenlikli paradigma sürdürülemezlik çanlarını çalacak, tarihin çöp sepetine atılacaktır.
Demokratik uygarlık paradigmasının zihinsel formu kadıncıldır. Yani toplumu kategorize etmeyen iktidar ve itaat kültürünün karşısında alternatif, özgürlükçü ve eşitliğe dayalı bir yaşam seçeneği olarak karşımıza çıkan, ilişkilerde kurduğu empati ile toplumda yararlı bağlar geliştirebilen sevgi ve saygı ile hem kendine hem toplumuna hem de doğaya karşı sorumlu yaklaşabilen bu zihinsel form evrensel bir paradigmadır. Şöyle bir hakikat vardır ki kadındaki evrensellik, gerçeği daha fazla temsil etmektedir. Tıpkı evrendeki bitmeyen yaşam döngüsü gibi kadının da yaşamla bağı, yaşama biçtiği anlam, güzel bir yaşamın inşasında estetik ve etik yöne verdiği önem, doğayla olan uyumu ve tabiat ana karşısında hassasiyeti, yapıcılığı ve toplumsal adaleti vardır. Kuşkusuz modernist paradigmanın kadın üzerinde etkileri yoğundur ve kendini bir arınmaya tabi tutarak eski paradigmanın zincirlerinden boşanmak ciddi bir ideolojik mücadeleyi içermektedir.
Bunun için de hakikatin peşinden aşklı, tutkulu bir biçimde koşmayı hedeflersek hakikate erer, güzel bir yaşamın inşasına katkı sunma onurunu kazanırız. Tarkovski’nin de dediği gibi ‘’Güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler.’’ “Demokratik uygarlık paradigması en iyi ve en güzel yaşam ideası olduğuna göre ve bu da ancak kadın aklı ve vicdanı ile sağlanacağına göre, güzeli yakalamak için gerçeğin peşinden en hızlı koşanlar bizler olalım” diye içimden geçirirken bir de bakıyorum ki arkadaşlar işaret veriyor, “artık bir eğitim arası verelim” diye. Ara veriyoruz.
AZE MALAZGİRT
YORUM GÖNDER