ANADOLU-MEZOPOTAMYA İLİŞKİLERİNDE İKTİDAR SORUNU VE DEMOKRATİK YÖNETİM (4.BÖLÜM)
Türk-Kürt İlişkilerinde İktidar ve Devlet Sorunu:
Kürt-Türk ilişkilerini çözümlemek, sosyolojinin belki de en zor konusudur. Kürt Sorununun çözümlenmesindeki güçlük, bu ilişkinin mahiyetinin hiç bilinmemesi ve bilinmek istenmemesi kadar yanlış ve keyfe göre tanımlanmasından, hiçbir bilimsel temeli olmayan beylik laflarla kestirilip atılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Sosyal Bilimin tüm gücünü kullanarak, ilişkiyi doğru belirlemeye ve bu temelde çözüme gitmeye büyük önem vermekteyim. 15 Şubat 1925 soykırım komplosundan sonra, stratejik olduğu kadar aynı ümmetten olmaya dayalı dokuz yüz yıllık Tarihsel-Toplumsal ilişkiler, bir günde yok sayıldı. Tanrının ‘Ol!’ emriyle bile olmayacak şeylerin gerçekleşeceği yani ‘Yok ol!’ deyince Kürtlerin yok olacağı sanıldı.
Aynı gerçeklik, Tarih Bilimi için de geçerlidir. Denilebilir ki çok az tarih ilişkisi, Anadolu ve Mezopotamya’da inşa edilen Uygarlıklar ve devletlerin tarihindeki kadar kendi aralarında çok önemli bir diyalektiksel bütünlüğü ifade edecek güce sahiptir. İnsanlık Tarihinin gelişmesinde Mezopotamya-Anadolu hattı, belkemiği niteliğindedir. Tarihin ilk Uygarlıklarını ve devletlerini kuran Mısır ve Sümer Toplumundan günümüz toplum gerçekliğine kadar bu hat, bu diyalektik bütünlük ve belkemiğini teşkil etme rolünü oynamaya devam etmektedir. Buna rağmen Ulus-Devlet Modernizmi, bu tarih üzerine kırmızı bir inkâr çizgisi çekerek, tarihi sıfırdan, yani kendisinden başlatmayı bilim sayar. Halkların kültürel gerçeğini inkâr etmeyi ulusçuluk sayan bu kültürel soykırım barbarlığını, kesinkes bir tarafa bırakarak tarihi bilmeye çalışmak gerekir.
Hem sınıflı, kentli ve devletli Uygarlık Kültürü hem de bu üçlüye karşı varlığını koruyan Toplum Kültürleri bir bütündür. Bütünlük, hem birbirlerine karşıtlık temelinde hem de kendi içlerinde geçerlidir. Bu gerçeğe, tarih boyunca en çok Anadolu ve Mezopotamya Kültürleri arasında rastlamaktayız. Uygarlığın üst tabakaları için geçerli olan iktidar ve devlet olguları, bu iki coğrafya içinde hep iç içe olup bir bütünlük teşkil etmiştir. Bütünlük, her alanda geçerlidir. Özellikle ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda kendini hep belli eder. Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit, Mitanni, Urartu, Med, Pers, Helen, Roma, Bizans ve Osmanlılardan Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar Ana Nehir halinde bütünsellik arz eden bir Toplumsal Kültür yaşanır. İster egemenler ister boyun eğdirilmişler açısından olsun bütünlük, esastır. Bütünlükle birlikte kavranması gereken diğer husus, yerel farklılıktır. Bütünlüğün olabilmesi için farklılık gerekir. Farklılığa dayanmayana bütünlük denmez; zoraki veya günümüz deyişiyle Faşist Tek Tip Yaşam denir.
Anadolu’daki ilk devlet olan Hitit Devleti, Mezopotamyasız düşünülemez. Kaldı ki tarih, Hitit prensleri ve prensesleri ile krallarının Hurri kökenli yani proto-Kürt olduğunu kanıtlamış bulunmaktadır. Yine komşusu ve akrabası olan Mitanniler, Kuzey Mezopotamya merkezli ilk devlet olarak Hititlerle iç içedir. Birinin sınırının nerede başladığı, diğerininkinin nerede bittiği belli değildir. Asur ve Urartularda da aynı gerçeklik söz konusudur. Med-Persler, zaten iç içe gelişip yaygınlaşmışlardır. Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı’da da Kürt gerçeği bağlamında aynı gerçeğin yaşandığını iyi bilmekteyiz. Sadece İktidar ve Devlet Kültüründe değil tüm Toplumsal Kültür alanlarında benzer ortaklıklar yaşanır. İslâmiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik, aynı kökenli dinlerdir. Kültürel ortaklığın en belirgin örneğini teşkil ederler. Batı Kapitalist Modernitesi, Ortadoğu Kültürlerinde ulus-devlet formunu, bilinçli olarak egemen kıldı. Eskiden hep tek evrensel imparatorluk formuyla temsil edilen iktidar ve devlet olgusu yerine, halkların onlarca parçaya bölünüp, birbirlerine karşıtlaştırılması üzerinde inşa edilen zayıf ulus-devletler temelinde, Ortadoğu’nun kültürel parçalanması ve yeni-sömürge haline getirilmesi sağlanmıştır. Böylelikle bölge, kapitalist sistemin hegemonyası altına alınmıştır. Bir alt hegemonik güç olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti bile, dayandığı temel olan Misak-ı Milli’nin en önemli parçalarından biri olan Musul-Kerkük yani Irak Kürdistan’ı kopartılarak, topal ördek misali daha doğuşunda topal yaşamaya mahkûm edilmiştir. Geleneksel Anadolu ve Mezopotamya bütünlüğü, bilinçli olarak hem de birbirlerini inkâr ve karşıtlık temelinde parçalanmıştır. Bütünlük, Faşist Tek Tip Yaşama kurban edilirken, bütün farklı kültürler de inkâr ve imhaya yatırılarak yokluğa terk edilmişlerdir.
Kürt üst tabakası, yani iktidar ve devlet meselesiyle ilgilenen kesimler, Sultan Alparslan’dan M. Kemal’e kadar Ortak İktidar ve Devlet Kültürüyle hareket etmişler, bu tutumu halka da benimsetmişlerdir. Kendi kültürel farklılıkları için bir güvence ve statü geliştirmiş olamamaları, sınıfsal yapılarıyla bağlantılı olsa da halkın kendisi de hem stratejik hem de Tarihsel-Toplumsal açıdan Ortak bir Devlet Kültürünü çıkarlarına daha uygun bulmuştur. Uygun bulduğu için de suçlanamaz. Suçlanması gerekenler, halkların bu tarihsel beraberliğini hukuki statüye bağlamak ve demokratik yönetime kavuşturmak yerine, inkâra ve imhaya yeltenenlerdir.
Sonradan yanlışlığını kabul edip özeleştirisel temelde aşsa da PKK’nin doğuşunda, bu İmha ve İnkâr Kültürüne karşı reel sosyalist bir ulus-devletçi zihniyetle çıkış yapması, anlaşılır bir husustur. Sosyalist bakışla da olsa, ayırıcı ve bölücü ulus-devletçiliğe karşı ayrı bir ulus-devletçilikle karşılık vermek, kapitalizmin oyununa düşmek olur. Dünya halkları, bu temelde ‘böl-yönet’ politikasının tuzağına düşürülmüşlerdir. Sosyalistler, hiçbir koşul altında ulus-devletçiliği savunamazlar. Kapitalizme karşı olmanın en başta gelen ilkesi, ister ezen ister ezilen uluslar veya halklar adına olsun, ulus-devlet formunu kabul etmemektir. Genelde olduğu gibi Kürt-Türk ilişkilerinde de tarih boyunca ortak kültürel temellerde yaşanan bütünselliği, her koşul altında savunmak, sosyalist olmanın diğer bir ilkesidir. Kaldı ki, en son Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yolda, Misak-ı Milli ilanında, Amasya Tamimi’nde ve TBMM’de ortak bir strateji etrafında hareket etme dışındaki her tavrın, iki halkın da mahvına yol açacağı, başta Önder M. Kemal olmak üzere sürecin tüm önemli simaları tarafından dile getirilmiş ve belgelenmiştir. Ortak bir statü, hem de çağdaşlık adına, birlikte ve gönüllü olarak kabul edilmiştir. Sonraki komplocu ve darbeci yaklaşımlar, Cumhuriyet’in asli unsurları olarak Türkler ve Kürtlerin gönüllü ortak statü gerçeğini ortadan kaldıramaz. Cumhuriyet Tarihi boyunca aynı komplocu ve inkârcı zihniyet tarafından dayatılan asimilasyonist, kültürel soykırımcı yöntemler de gönüllü olduğu kadar belirleyici tarihî değeri olan ve ilk Anayasada (1921) da belirlenen statüyü geçersiz kılamaz. Bu gerçeklik, Kürdistan’ın diğer bölgelerindeki Kürt Toplumsal Yaşamı için de geçerlidir. Kürtler, hiçbir devlet tarafından fethedilmemişlerdir. Kendilerine yönelik hiçbir fetih, işgal ve ilhak statüsü yoktur. Siyasal ve hukuki açıdan statüleri, içinde yaşadıkları devletlerle gönüllü ortaklık temelinde oluşmuştur. Modernitenin ulus-devletçiliği tarafından kendilerine pahalıya mal edilse de hem tarihsel zihniyetleri hem de toplumsal kültürleri açısından, bu yönlü bir geleneği yaşamayı, esas almışlardır. Bu gelenek, halen varlığını sürdürmektedir. İlgili ulus-devletlerin, bu gerçeği çok doğru kavrayıp, dayattıkları inkâr ve imha siyasetini terk ederek, tarih ve toplumla barışarak hâkikate değer vermeleri gerekir. Aksi halde çoktan anlaşıldığı gibi sadece topal yürümekle kalmayacaklar, her faşist ulus-devletin başına geldiği, yaşadığı gibi kendi felaketlerini de bu imha ve inkâr siyaseti ve uygulamalarında yaşayacaklardır.
Tarihsel ve toplumsal gerçeklerin bilince çıkarılmasıyla ulus-devletçiliğin kapitalizmin bir tuzağı olduğu anlaşılmaktadır. Halkın kendi demokratik yönetim sistemi ve demokratik ulus olma hakkı tanınmalıdır. Ulus-devletçiliğe karşılık Kürt ulus-devletçiliği savunulmuyor. İlkesel olarak bunu reddeder. İster bir ulus-devlet çatısı altında (eğer demokrasiye bağlılığını kabul ediyorsa) ister kendi başına bağımsız olsun, Kürt halkının kabul edeceği siyasi otorite, kendi demokratik özerk yönetimidir, toplumun demokratik olması anlamına gelir. Sistem olarak bütün halkların ulusal şovenizme, sınır kavgalarına, bürokrasiye, milliyetçiliğe ve ulus-devletçiliğe düşmeden, ortaklaşa ve gönüllü siyasi otoritelerini inşa etmeleri demektir. Ulus-devletlerin çatısı altında yaşamayı ancak demokratik özerk yönetimlerinin tanınması şartıyla kabul ederler. Bu yaşam tarzı, devletlerin federal veya konfederal temelde düzenlenmesi anlamına da gelmemektedir. Devletlerle bu temelde anayasal uzlaşmaya gidilmemektedir. Toplumun demokratik özerk yönetiminin tanınması temelinde ‘demokratik anayasal uzlaşma’ya gidilmektedir. İkisi arasında köklü farklar vardır. Kürtler Türkiye, İran, Irak ve Suriye ulus-devletleri içinde, ayrıca Irak Kürt Federe Devleti karşısında da demokratik özerk bir oluşum olarak en ideal ortak, eşit ve özgür yaşamı savunuyor. Tarihsel-Toplumsal gerçekliğin de kanıtladığı gibi tüm bu devletlerle var olan sorunların ancak demokratik özerklik temelinde, barış içinde ve demokratik siyasal yöntemlerle çözülebileceğine inanmaktadır.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER