İNSANIN ÖZÜNÜN/ DOĞASINI ANLAMA METODU OLARAK BİR DUYGU ANALİTİĞİ (6.BÖLÜM)
Duyguların Manipülasyonu
Her kültür kendi duygu repertuarını oluşturur. Her sistem kendini kültür alanında inşa eder ilkin. Duygularımız bize bağlı olduğumuz kültür ve dünya içindeki yerimize dair bilgi verir. Duygular sıklıkla alışkanlıktırlar; bir dereceye dek öğrenirler, ama aynı zamanda pratiğin ve tekrarın da ürünüdürler. Duygu ve kültür arasındaki rezonans toplumsal norm, kalıp, ölçüler ve değerlerdir. Bu anlamıyla duygular belli kültür ve toplumlara hasasiyet gösteriyor ve bunlar tarafından teşfik ediliyorlar. Ama ister insanın doğal toplum değerleri, ister sınıflı toplum ürünü olsunlar, her duygunun besin değeri vardır. Tüm duygular üretken bir dehlize dökülen kanallar misali bir yerden bir yere taşır bizi.
Tüm çağlar içerisinde duyguları en çok manipüle eden, toplumların duygularını sömürüp küresel bir duygu pazarı oluşturan kapitalizmdir. Çünkü bütün metalar duyguların sönümlendirilmesi ve manipülasyonu üzerinden pazarlanıyor. Arzu ve talep ilişkisi üzerinden şekillendiği yegane rezonans duygulardır. Sistemin bütün pedogojik mühimatı buna yöneliktir. Kaba anlamda sistemin duyguları manipüle etmesi ve toplumları bu şekilde konsolide etmesi zaten malum. Fakat motivasyon amaçlı, yine terapötik söylem ve NLP gibi duygu eksenli çalışmalar bile insan özünü tersinden kapitalize eden çalışmalardır. Son yılarda dünya genelinde bir furya gibi tüketim alanı olarak beliren TED konuşmaları, kişisel gelişim kitapları, motivasyon, özgüven, beynini kontrol et, hayatını kontrol et sloganları veya “1 have a dream” (bir hayalim var) konuşmaları, NLP (noro lingustik programlar) kapitalizmin refah, zenginlik, mutluluk ve başarı vaatlerini, sistemin çaresizleştirdiği insanlara şifa kültürü olarak sunuyorlar. Hepsinin hedef kitlesi “kaybeden” insanlar.
Hepsinin önerisi bireycilik, bencillik, başa geçme hırsı ve kişisel gelişim. Örneğin “istediğinizi almak için ne gerekiyorsa yapmaya razı olun.” “Kararlı olduğunuzda hedefinize ulaşmak için ne gerkiyorsa yapmaya istekli olduğunuzda başaracaksınız.”[18] Bunlar bir kişisel gelişim kitabının terapötik söylemleri mi, Makyavelli’nin vaazları mı, anlamakta zorlanıyor insan. Tüm kişisel gelişim kitaplarının sloganik sözleri, vaatleri Makyavelleşmekten başlayıp, her türlü bencilik ve egoizmi amentü edinme üzerine kuruludur.
Aynı yaklaşımı kapitalizmin tüm alanlarında görmek mümkün. Sözgelimi kapitalist sistemin ekonomi ayağını tanımlayan, bunun kurumsal temelini oluşturan Adam Smith 18. yüzyılda şunları söyler; “Toplum, çıkarı peşinde koşan bireylerden oluşur. Bireyin motivasyonu çıkarıdır. Toplum çıkarını bireyin düşünmesine gerek yoktur. Birey bencil olmalı ve çıkar peşinde koşmalı, çünkü birey yararına olan toplum yararına olacaktır. Ayrıca toplum yararı için ahlaki değerler oluşturma ihtiyacı yoktur.”
Aynı yüzyılın sonlarında Thomas Malthus’un nüfus ve tüketim mallarında çoğalmaya ilişkin getirdiği kuram kıtlık felsefesini geliştirdi. Malthus, Lamark’tan esinlenerek onun biyoloji alanındaki çalışmasını topluma uyarlamaya çalışır. Malthus’a göre nüfus geometrik dizi halinde (yani 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256 vb.) çoğalırken insanların yaşaması için gerekli olan tüketim maddeleri (yani rezervler, kaynaklar) aritmetik dizi halinde (yani 2, 4, 6, 8, 10, 12, 14 vb.) çoğalır. Bu da “en güçlü olan saf kalır” tezini meşrulaştırarak kıtlık felsefesini ve buna dayalı sınırsız rekabeti teşvik eder.
Bireyin bencil olmasını, kendi çıkarı peşinde koşmasını ve toplum çıkarını düşünmesine gerek olmadığını savlayan Smithçi teori, rekabeti ve korkunç bir bireyciliği şahlandırdı. Birey ile toplumun çıkarı arasında çatışma olduğunda, birey bir kuruşu için toplumun bin lirasını kolayca harcar duruma geldi. Üstelik hiçbir ahlaki sorumluluk ve utanma duygusu hissetmeksizin…
Bu kuramlardan sonra ortaya çıkan bireycilik akımı ve utilitarizm (yararcılık) insanın bencil olduğunu, kendi egosunu tatmin etmenin aslı bir ihtiyaç olduğunu, yararlı olan şeyin (utilitarizm) doğru olduğunu, bireyin yararına olanın toplumun yararına da olacağı ve bu yüzden bireyin toplum yararını kendine dert etmeksizin kendi yararını düşünmesi gerektiğini öne sürer.
Peki gerçekten insanın doğası böyle midir? Evrimci psikoloji insanı hep kendi çıkarı peşinde koşan bir varlık olarak tanımlıyor. Darwin’den kaynaklanan bu teze göre güçlünün zayıfı yok ettiği ve doğal seçilimin olduğu varsayımı üzerine insanın, var oluş ya da yaşam mücadelesi için kendi çıkarı peşinde koşan, kendi çıkarını kollayan bir varlık olduğunu savunur. Darwinci bu görüş insanın hiçbir karşılık beklemeden başkasına yardım etmemesini, yine kendi çıkarını kollamada zekice uygulanan bir taktik olarak görülür.
İnsandaki özgeci tavrın, fedakarlığın, feragatin neden geliştiği, bazı insanların karşılıksız yardım ederken, bazılarının neden yardım etmediği konusu Zürih Üniversitesi’nden Ernst Fehr tarafından araştırılır. İnsanların büyük çoğunluğu, karşısındakinden bir şey beklemeden, bir şey elde etmeyeceğini kessinlikle bildiği halde başkalarına yardım etmektedirler. Bu durum insanın doğasının bir parçası mıdır? Eğer doğasının bir parçası ise insanın gelişimini nasıl etkiler? Bu sorularla Ferh deneyler yapar.
İnsanın doğasının bencil mi olduğu, yoksa komünalliğe yatkın mı olduğu yani dayanışma, paylaşım ve fedakarlığın mı insan doğasının bir parçası olduğunu anlamak için 10 sene boyunca bu konuda deneyler yapar. Bu deneyler sırasında insanlar arasında “ültimatom” diye bir oyun geliştirir. Ortaya somut bir ödül ve bu ödüle yönelik oyun planlanır. Oyunda deneyi uygulayan kişi, iki oyuncudan birisine sözgelimi 1000 tl gibi bir miktar para verir. Kimliği gizli tutulan bu birinci kişiden, parasının bir bölümünü “alıcı” adı verilen ikinci oyuncuya vermesi istenir. O, gönlünden kopan miktarı alıcıya verir. Öyle ki, eğer isterse hiç para vermeyebilir ya da tümünü de elden çıkarabilir. Daha sonra ikinci kişi önerilen parayı geri çevirme ya da kabul etmeme konusunda bir seçim yapmak zorunda kalır. Parayı kabul edip alması durumunda, her iki tarafta hiçbir şey almaz. Oyun yalnızca bir tur oynanır. Görünürdeki durum, ikinci kişinin kişisel çıkarları, ne denli az olursa olsun önerilen parayı kabul etmesini gerektirir. Çünkü ufak da olsa bir şey almak, eli boş dönmekten iyidir. Bu gerçeğin bilincinde olan ve tıpkı ikinci gibi kişisel çıkarlarını kollayan bir kişinin de çıkarı gereği aslında alabildiğince düşük bir miktar para önermesi gerekir. Ne var ki son 10 yıldır gönüllü öğrenciler üzerinde yapılan araştırmalar, bu tür deneylerde birinci kişiler genellikle ellerindeki paranın %25 ile %50 arasında değişen bir bölümünü verirken, ikinci kişilerin %25’in altındaki miktarları geri çevirdiklerini gösterir.[19]
Emory Üniversitesi insan bilimcilerden Josepy Henrich, insanların kendilerine önerilen düşük miktarları bir haksızlık olarak algıladıkları için geri çevirdiklerine, böyle davranarak uğradıkları haksızlığı eli boş dönme pahasına da olsa cezalandırmak istediklerine dikkat çekmektedir.
Bu tarz oyunda kendi çıkarına uymadığı halde, yardıma karşılık verme tarzında bir davranış ortaya çıkmaktadır. Yüksek bir yardım varsa, karşı taraf da ona yüksek bir şekilde karşılık vermektedir. Oyun böyle devam eder. İnsanların çoğunda böyle bir davranışın sergilendiği gözleniyor. İnsanda yardım edene yardım etme duygusunun hakim olduğunu ifade etmek lazım. Yapılan deneyler insandaki bu duyguyu test etmekte ve insandaki yardımlaşma, dayanışma, paylaşım duygularında genetik bir eğilim olduğunu göstermektedir. Çünkü yapılan deneylerden çıkan sonuç, insan çıkarına uymasa da yardım etme eğiliminin baskın çıktığıdır.
Burada Skiner’ın “pekiştirme olumsallıkları”nda da olumlunun da, olumsuzun da davranış pekiştirici bir etkisinin olduğunu ifade etmek lazım. Skiner’ın ilkin hayvanlar üzerinde yaptığı ödül veya ceza türü davranış pekiştirme deneyleri, daha sonra da insanlar arasında işlemleyici koşullanma adını verdiği özel bir öğrenme türünü ele alır. Olumlu davranışa karşılık verme, yardım ve dayanışmanın pekiştirci davranış olarak karşılık bulması insanın baskın bir davranış eğilimi olarak gözlenmektedir.
İnsanın doğal davranışlarını, reflekslerini gözlemlemeye dönük yapılan pek çok araştırma ve deney, insanın doğasının kendi çıkarını önceleyen değil, komünal değerler olan eşitlik, paylaşım, dayanışma ve empati duygularının başat olduğu yönündedir. Toplumsal empati bireyi kolektif davranışa, toplumsal sorumluluğa yönlendirir; vicdani ve ahlaki düstur ile hareket etmesini sağlar. Örneğin toplumsal sömürü, baskı ve eziyetin olduğu bir yerde bireyin salt kendini düşünmesi toplumsal değerlerden düşme olarak algılanır ve ahlaki bir yozlaşma durumu olarak ayıpsanır.
İnsandaki eğilimi duygusal boyutuyla ele aldığımızda, duyguları insan benliğini oluşturan diğer etmenlerle birlikte ele alma ihtiyacı doğar. Duygular sadece nörolojik refleksler olarak tanımlanamazlar. Duygu politikasında hisler de, düşünce de yol alır. Örneğin bir kişinin düşünme biçimi ve davranışları, nelere dikkat ettiği, neleri hatırladığı, neleri hayal ettiği ve hatta gördüğü rüyalar, kullandığı metaforlar bile duygu biçimini ve aynı zamanda benliğini ele verir. Başkasını düşünmeyen, benliği kendi içinde kıvrılmış, kişisel hayallerine kadar öznelci tutum ve davranışlarla hemhal olmuş birinin kolektif değerler skalasında derinden bir şeyler hissetmesi mümkün mü? Tersi durumda da, yani insan özünün eşitlik, adalet ve hakkaniyetten yana olması nedeniyle, hala insani değerlerini yitirmemiş birinin bariz bir haksızlık karşısında sesiz kalması veya öfkelenmemesi mümkün mü?
RAMAZAN ÇEPER
YORUM GÖNDER