KOMİTACI-DARBECİ GELENEK VE GLADİOCU KONTROL (2.BÖLÜM)
İttihatçı Komplo ve Darbecilik:
Kurucularının büyük bölümü Türk olmadığı halde Türk olmayanların Türkçülüğünü geliştiren İttihat ve Terakki Cemiyeti (1889), Osmanlı döneminde etkin olan Yahudi sermaye gücü ile ittifak kurarak, Siyonist Kongre (1897) ile aynı dönemde ilk toplantılarını yaparlar. İttihat Terakki’nin merkezi de Yahudi masonlarının almak istedikleri Selanik ve çevresiydi. Masonlar Sultan Abdülhamit’i yurt edinme projesine ikna etmek isterler ancak Abdülhamit, bunu kabul etmeyip karşı çıkınca hedef haline getirilir. Aynı süreçte İttihat ve Terakki Cemiyeti, daha ilk toplantısında Yahudilerin gizli Mason örgütlenme modelini esas alır. Bu temelde geleneksel Osmanlı devlet yapısı içinde gizlice paralel devlet tarzında örgütlenmeye yönelir. Osmanlı devletinin yönetim kademelerindeki asker kökenlilerden tutalım, önemli birçok bürokrata kadar kilit noktaları elinde tutanları kendi gizli örgütlenmesine katıp, paralel devletini oluşturduktan sonra, 1906 yılında silahlı komitacılığa yönelir. İlk silahlı eylemi, İttihat ve Terakki’yi sert şekilde eleştiren yazılarıyla bilinen gazeteci Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesidir (6 Nisan 1909). Bu olayın yarattığı infialle başlayan 31 Mart Vakıası (13 Nisan 1909) denilen olayları bahane ederek, İttihatçı kadroların başını çektiği Harekât Ordusu harekete geçirilir ve Meşrutiyet adı altında Sultan Abdülhamit tahttan indirilir (27 Nisan 1909). Yerine kendilerinin kuklası V. Mehmet Reşat’ı getirirler. Nihayetinde askeri darbe (Bab-i Ali’ye baskın 23 Ocak 1913) ile iktidarı ve devleti tümüyle ellerine aldıktan sonra ne Meşrutiyet ne özgürlük ne de kanun kalır. Tek parti diktatörlüğü dönemi böyle başlar.
İttihat ve Terakki, iktidarı ele geçirdikten sonra hem devleti hem de toplumu yönetme tarzı baştan sona komplocu ve darbeci niteliktedir. Yine bu süreçte Enver Paşa tarafında kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adlı gizli örgütlenmenin birinci görevi; İttihat ve Terakki’ye muhalif olacakları tehdit, baskı, kaçırma, suikast vd. her türlü yöntemle susturmaktır. İkinci görevi ise çeteci örgütlenmeleri geliştirerek Asuri, Süryani, Ermeni ve Rumları bu coğrafyadan silmek; mallarına konarak sermaye gücü haline gelmektir. Bu gaspın en büyük destekçisi İngiltere’yi arkasına alan Yahudi sermayesidir. İdeolojik gıdasını Yahudi kavmiyetçiliğinin kapitalist çağdaki biçimi olan, milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışından almaktadır. Bunun felsefesini (Hegel Felsefesi) geliştiren ve hegemonyaya soyunan Almanya’nın yanında 1. Dünya Savaşına girmesi, pastadan daha büyük pay koparmak içindir. Ama savaş Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanıp İstanbul işgal edilince, bunlar boş durmayacak, bu sefer İngiltere hegemonyasına sığınarak Mondros Mütarekesini (1918) imzalamakla sadece Osmanlı devletini çöküşe götürmekle kalmaz, toplumu da açık işgalle karşı karşıya getirirler. İşgale karşı Antep (17 Aralık 1918), Maraş (23 Şubat 1919), Urfa (24 Mart 1919) da başlayan mücadeleleri yürütenler dağılmış devlet güçleri değil, yerel güçlerdi. Zaten bu mücadeleler Mustafa Kemal daha Samsun’a varmadan (19 Mayıs 1919) çok önce başlamıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı, İstanbul’u işgal altında tutan İngilizlerin icazeti ve Sultan Vahdettin görevlendirilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu yüzden Erzurum Kongresi (23 Temmuz-07 Ağustos 1919) başkanlığına getirilmesi tartışmalıdır. Delegeler itiraz etmektedir.
Kâzım Karabekir’in devreye girmesi ve delegeleri ikna çabaları sonucu Kongre başkanlığına getirilebilir. Ardından Sivas Kongresi (04-11 Eylül 1919) yapılıyor. Yine Doğu’dan başlayıp Karadeniz, Ege ve Trakya’ya kadar yerel örgütlenmelerin bir araya getirilmesiyle birlikte Amasya Protokolleri (20-22 Ekim 1919) imzalanır. Protokoller adeta toplumsal mücadelenin manifestosu niteliğindedir. Amasya Protokollerinin Birincisi, ittihatçı düşüncenin tehlikesine ve bu zihniyetin yol açtığı Ermeni tehcirinde rol alanların cezalandırılmasına vurgu yaparak başlamaktadır. İttihatçıların tepeden milletvekili seçilmesi doğru görülmemekte, milletvekili seçimlerinin halkın oyuna bırakılması ve özgürce yapılmasına karar verilmektedir. İkinci protokolde ise açıkça Misak-ı Milli; “Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak tanımlanır ve “Bununla beraber Kürtlerin gelişmelerini temin edecek şekilde ırki ve içtimai haklarına ulaşmalarının sağlanacağı” müştereken imza altına alınır. Üçüncü protokolde ise, toplanacak meclisin üyeleri arasında ittihatçıların kötülükleriyle ilgili-tehcir ve kıyım gibi-lekeli olan kimselerin bulunmasının doğru olmayacağı, bunla ilgili gerekli önlemlerin alınmasına ilişkindir. “Amaç, tarafsız kişilerin seçilmelerini tercih etmek, memleketimizde bulunan bütün siyasi partilerin ve gayri Müslümler de dâhil bütün halkın seçimlere katılmaları sağlanıp, toplanacak Meclisin temsil yetkisinin bütün ülkeyi kapsadığını ispat etmek” olarak belirlenmiştir. Bu temelde toplanan birinci meclisin (I. BMM), bileşimi de ağırlıklı olarak toplumun işgale karşı sahada mücadele veren güçlerini (Sosyalistler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler vd.) içermektedir.
İlk meclisin demokratik vasfı açıktır. Komünizme karşı düşman değildir. Lenin’in şahsında Komünist Enternasyonal’le dostluk içindedir. Kürt ve Kürdistanlılık doğal karşılanmaktadır, milletvekilleri kendi kimlikleriyle (Kürdistan milletvekili, Lazistan milletvekili) mecliste yer almaktadır. Bu meclisin çıkardığı 1921 anayasası da “halkın bizzat ve bilfiil kendi kendini yönetmesi”dir, der. Yani doğrudan demokrasiyi tanımlamaktadır. Yerelde vilayet ve nahiye şuralarını doğrudan demokrasinin, Meclisi de temsili demokrasinin adresi olarak göstermesidir. Yine vilayet ve nahiye şuralarının özerkliğini asıl, merkezi yetkileri istisna olarak düzenlemiştir. Bu durum demokratik cumhuriyet için en elverişli zemini sunmuştur. Birinci dünya savaşı yenilgisinden sonra kendini feshetse de İttihat ve Terakki kadroları, o dönemde hala İngiltere kontrolündeki İstanbul hükümeti ve devletinin kilit noktalarını elinde tutuyorlar. Örneğin Fevzi Çakmak İstanbul hükümetinin savunma bakanı, İsmet İnönü ise müsteşarıdır. İşgale karşı sahada mücadele edenler ise Doğu’da Kürtler, Ege’de Çerkez Ethem güçleri, Karadeniz, İstanbul, Ankara, İzmir’de Sosyalistler, Lazlar ve tüm ülke genelinde Ümmetçi Müslümanlar gibi güçlerdir. Bu mücadelenin ürünü olarak gelişen Erzurum, Sivas Kongreleri, Amasya protokolleri nihayetinde Meclisin ilanı (23 Nisan 1920) ile somutlaşır. Süreç, toplumsal güçlerin etkili olduğu bir demokratik devrim süreciydi. Tüm bu süreç boyunca sahada işgale karşı mücadeleden uzak, İstanbul hükümetindeki görevlerini sürdüren ittihatçı kadrolardan İsmet İnönü 9 Nisan 1920’de, Fevzi Çakmakta 27 Nisan 1920’de Ankara’ya giderler. Bu kadrolar hem İttihat ve Terakkinin tek parti diktatörlüğü döneminde hem de daha önceki komitacı-darbeci eylemlerin gerçekleştiği süreçte aktif görevlerde bulunmuşlardı. Komitacılık, komplo, darbe ve Teşkilat-ı Mahsusa konusunda deneyimli ordu kökenli ittihatçılardı. Şimdi bu “yeteneklerini”, İngiltere hegemonyası lehine, Birinci BMM olarak şekillenen Sosyalistlerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların ve Ümmetçi Müslümanların demokratik ittifakını dağıtma ve 1921 anayasası ile demokratik temelde kurulan cumhuriyeti adım adım karşıtına dönüştürme rolünü oynayacaklardı.
Nitekim gelmelerinden hemen sonra Ege’de Yunan işgalini durduran Çerkez Ethem’e bir komplo (23 Ocak 1921) ile etkisizleştirdiler. Yine Sovyetlerle Ankara arasında köprü rolünü oynayan Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurma (28 Ocak 1921), İngiltere şartlarının kabulü temelinde imzalanan Lozan anlaşmasına muhalefetin etkili ismi Ali Şükrü Bey’i Teşkilat-ı Mahsusa çetesi Topal Osman tarafından öldürülmesi (27 Mart 1923). Yine Lozan anlaşmasını onaylamayan Birinci Meclisin feshi (1 Nisan 1923), merkezi liste usulüyle ittihatçı kadroların aday gösterildiği göstermelik seçim ile İkinci Meclisin bileşimi köklü değişime uğratıldı. İkinci Mecliste Lozan Anlaşmasının kabulü böyle gerçekleştirildi. Nihayetinde 20 Nisan 1924 tarihinde, cumhuriyeti kuran toplumsal ve siyasal konsensüsün ifadesi olan, yerelde doğrudan demokrasi ile genelde temsili demokrasi esaslarını düzenleyen 1921 anayasasının yürürlükten kaldırıldı. Antidemokratik, tekçi ve katı merkeziyetçi 1924 “anayasasına” geçildi. Peşi sıra Kürtlere yönelik Piran komplosu (13 Şubat 1925) gerçekleştirildi ve isyan bahanesiyle Şark Islahat Planı’nın devreye konuldu (15 Şubat 1925). Buna itiraz edip “Ben elimi Kürt kardeşlerimin kanına bulamam” diyen dönemin başbakanı Fethi Okyar hükümeti düşürüldü (02 Mart 1925). Yerine İnönü hükümeti kuruldu. İttihatçı kadroların tek devlet, tek millet, tek ülkü, tek parti ve tek şef iktidarının temelleri atıldı. M. Akif Ersoy ve Said-i Nursi’n sürgünü (1925) ve 1927 Komünist parti tevkifatı gibi adım adım cumhuriyetin kurucu müttefikleri komplolarla tasfiye edilerek sistem dışına atıldı. Alman yanlısı olmaktan İngiltere yanlısı olmaya kayan İttihat ve Terakkinin komitacı-komplocu-darbeci geleneğiyle zincirlenmesine bağlantılı karşıdevrim süreci olarak cereyan etti. Öyle ki gerek 1924 Anayasası gerekse CHF tüzüğünde demokrasiye kelime olarak bile yer verilmedi. Demokrasi sorununun alabildiğine ağırlaştığı “anayasa”, “yasa” ve “mahkemeleri” ile “hukukun” birer sopa olarak kullanıldı. 1924 Anayasası ile Takriri Sükûn, Sansür ve Sürgün Kanunları, İstiklal Mahkemeleri Kanunu, Türkleştirme genelgeleri, çarşı ve pazarda Kürtçe konuşmaya para cezası getiren düzenlemeler, Kürtçe köy, kent, ilçe, mahalle ve kişi isimlerini yasaklama, var olanları da Türkçe isimlerle değiştirildi. Mecburi İskân Kanunu, Sıkıyönetim, Dersim’in Türkleştirilmesi için özel olarak çıkarılan Tunceli Kanunu, Umumi Müfettişlikler Kanunları çıkarıldı. Bunlar, 1925-1938 yılları arasında Kürtlere karşı acımasızca uygulandı.
EMRAH EMEKÇİ
YORUM GÖNDER