ANNALES VE TARİH (7.BÖLÜM)
V- Yirminci yüzyılın en ileri tarih ve toplum yorumu ve analizi olarak değerlendirilen Marksizm’in bile çoğu ve toplumu tanımlamada yetersiz kaldığı fark edildiğinde, yeni arayışlar ve yeni tarih yorumları gelişmeye başladı. Bu arayışların izlerini daha 20. yüzyılın başlarından itibaren görebilmekteyiz. Bu arayışlar temelinde 21. yüzyıla girerken, ilkeleri daha da netleşen yeni bir tarih yaklaşımı ve yöntemi ortaya çıkıyordu. Özünde "gelişme düz bir çizgi halinde mi, yoksa helezonik ve inişli-çıkışlı mı oluyor?" sorusu etrafında yoğunlaşan tartışmalar bu yeni tarih yaklaşımın doğuşunu getirdi diyebiliriz. Adına Manuel De Landa'nın kitabına verdiği isimden esinlenerek "çizgisel olmayan tarih" denilen bu yeni, daha çözümleyici ve bilimsel tarih yaklaşımı, günümüzde, geniş çevreler tarafından kabul görmektedir. Kökleri 1927'lerin Fransa'sında March Blooch ve Lucien Febure tarafından geliştirilen ve sonraları Anneles okulu olarak önlenen yeni tarih hareketine kadar uzanır. Fakat bu akımın esas temsilcisi kendisi de Febure ‘nin öğrencisi olan ama sonradan ünü hocasını çok aşan Fernand Braudel'dir. "Total Tarih" olarak da kimi çevrelerce anılan bu tarih ekolünün çok temel ve önemli bazı özellikleri vardır. Bu okulun temel özelliklerini birkaç noktada ve şöyle özetlemek olanaklıdır. Her şeyden önce " tarihi bir olaylar bilimi olmaktan öte, insanların yaşamının bilimi olarak görür ve kabul eder" Egemen kral ve sultanların kahramanların macera ve öykülerinin anlatımını tarih olarak sunan anlayışları reddeder. Bu yeni tarih akımı ile sosyal bilim (ki en eski sosyal bilim tarihtir) disiplinleri üzerinde 1945 sonrasında etkisi oldukça bariz biçimde öne çıkan F. Braudel de epizotik (hikâye anlatan) tarihi eleştirir, yine zaman dışı ebedi hakikat anlayışına da karşı çıkmak için bir " Toplumsal zaman" tezini, ortaya atar.
İkinci olarak, "siyasal tarihin" ve " devletli olma" ayrıcalığının egemenliğine karşıdır. İnsanın milyonlarca yıl süren insanlaşma ve toplumsallaşma sürecinde, siyaset ve devlet olgusunun ve toplum yaşamına girişi, ancak bu uzun zamanın yüzde bir-iki gibi çok küçük bir dilimi olurken, sadece bu kısa dönemi tarih olarak ele alıp geriye kalan yüzde 98-99'luk büyük süreyi tarih dışına itmeyi doğru bulmaz. Bu yeni tarih anlayışı savunucularının tutkusu, siyasal tarih yerine, daha geniş ve daha insanı bir tarih bütün insan etkinliklerini kapsayacak ve olayların anlatışından çok 'yapıları' çözümlemekle uğraşacak bir tarihi geçirmektir. Anneles ekolünün üçüncü önemli özelliği kültür olgusuna yaptığı vurgudur. İnsanlığın gelişiminin kültürel birikimler sayesinde ilerleyip geliştiği bu birikimlerinde insanlığın ortak mirası olduğu ve bunun tarih biliminin asıl konusunu teşkil etmesi gerektiği bu ekolün en önemli savunuları arasındadır. Tarihçinin ilgisinin siyasal tarihten sosyal ve kültürel tarihe doğru kayması gerektiği ısrarla belirtilmektedir. Kültür terimini de edilgen bir şey olarak düşünmekten çok etkin bir olgu olarak ele alan bir yaklaşımlar söz konusudur. Annales ekolünün bunlarla bağlantılı dördüncü bir özelliği ise ezilenlerin tarihinin göz ardı edilmesine karşı çıkması, “barbarların tarihini" sahiplenerek savunmasıdır. Bunun gereği ise Murray Bockhin tarafından şöyle ifade edilmektedir: " Ezilenlerin tarihinin bir tarafa atılmasına izin vermemeliyiz; bu alternatifler tarihin çöp sepetine atılmak bir yana gün ışını hiçbir zaman görmemiş yaratıcı düşüncelerin yanı sıra gözle görülebilir kurumlar ve deneyimlerden oluşan bir hazine-gelecek için coşkuyla hayatta tutmaya çalışmamız gereken bir hazine-olarak görülmelidir. “ Beşinci özelliği, tarih yazımı konusunda getirdiği farklı yaklaşımıdır.
Genel de Avrupa merkezci bakış açısına karşı olduğu gibi tarih yazımında da Avrupa Merkezciliğe eleştirel yaklaşmaktadır. Her şeyi Avrupa uygarlığının ya bir ön hazırlığı ya da bir versiyonu gibi gören, özellikle de Antik Çağ uygarlığı ve tarihini yok sayan, inkâr eden veya Batı uygarlığının basit bir durağı gibi gören anlayışı ve bu doğrultudaki tarih yazımını kabul etmemekte, buna itiraz etmektedir. Tüm bunların ötesinde son bir özellik olarak belirtilmesi gereken bir yönü de insan merkezciliği terk etmeye doğru evirilen bir tarih anlayışını temsil etmesidir. Hep insanı merkeze alan bir bakış açısı ve tarih yazımı, yine insanların tarihleri dışındaki tarihleri de anlatılarına dahil etme çabasını geliştirmek isteyen bir ekoldür. Annales okulu: Fransa'nın Strasburg Üniversitesinden iki profesörün (M Bloch ve L. Febure) önderliğinde 1920'lerde oluşan yeni tarih hareketi. Adını, onların çıkardığı dergi olan " Annales d'Historie Economigue Et Sociale" den olan bu yeni tarih akımı, geleneksel tarihçileri kıyasıya eleştiriye tabi tuttu. Siyasal tarihin egemenliğine karşı çıkmakla ünlenen bu ekol, Annales okulu olarak anılır oldu. Kurucularından M. Bloch, 1944'te Almanlarca kurşuna dizildi. Toplum sistemlerini değerlendirirken yapmak istediğimiz bir değişiklik de zorunluluk ve rastlantılılık konusundaki yaklaşımlara ilişkindir. Kökenini tanrısal yasa anlayışında bulan ve Batı düşünce sisteminde sıkı bir nedensellik ve düz çizgide kesintisiz ilerleme anlayışı kuantum ve kozmos fiziğindeki gelişmelerle artık geçerliliğini yitirmiştir. Gelişmenin diyalektiğinde "kaos aralığı" her algıda kendini göstermektedir. Niteliksel değişimler bu aralığı gerekli kılmaktadır. Bu da kesintisizliğin, düz çizgideki sürekli ilerlemenin zihinsel bir soyutlama metafizik bir yaklaşım olduğunu ortaya koyar. Aralıktan düz çizgisel bir ilerleme her zaman mümkün değildir. Birçok etkenin o aralıktaki ilişkileri çok sayıda ve çok yönlü gelişmelere yol açabilir. Kaos aralığı olgular dünyasında yeni bir biçim tür yapılanma benzeri değişimler için gerekli olan karmaşayı ifade eder. Bir olgudaki çelişik yöntemler artık birbirleriyle ilişkiyi mevcut yapılanmayı sürdüremez duruma düşmüşlerdir. Biçim özü koruyamamaktadır. Yetersiz, dar, tahripkâr olmaktadır.
Bu durumda dökülmeler olur, hercümerç-kaos- doğar. Öz kendini biçimden kurtarmıştır. Ama henüz yeni biçime varamamıştır. Parçalanan eski biçim ancak yeni biçimler için kullanım malzemesi durumundadır. Bu aralıkta aslında evrensel bir ilke çalışır gibidir. Bilindiği üzere en görkemli dönemlerin ardılı krizli çözülmeler dönemidir. Doğanın bu genel yapısı toplumsal süreçler için de fazlasıyla geçerlidir. Evrenin yapı parçaları yakaladıkları kaosta hızlı değişimlerle yeni biçimlenme düzenlenmesine geçer. Eğer yeni biçim düzenlenmesi parçacıkları tadabilecek uygunluktaysa kalıcı bir yapıya bürünür. Kalıcı yapının da etrafında yeni bir sistem doğar. Basit kalıcı yapının da etrafında yeni bir sistem doğar. Basit maddi olgular dünyasında bir örnekle açıklayalım. H20 molekülü bir biçimdir. Bu biçime "su" denir. Sudaki iki elementten biri olan hidrojen molekülü (H2) ile bir oksijen atomu birleştiğinde su biçimi oluşur. İki elementteki atom altı parçacıklar düzeniyle su molekülü, arasındaki etki-tepki ilişkisi sürekli son derece akışkan olan sıvı durumunu sağlar. Parçalanma durumu ise kaos başlangıcıdır. Tüm H ve O atomları serbest kaldığında araya örneğin karbon ve sülfür gibi elementler girdiğinde kaos bir tepkimeden sonra çok sayıda yeni bileşim ortaya çıkar. Bu yeni yapılanma demektir. Su yerine birçok zehirli gaz ve sıvı yapılanır. (CO-CO2-ASİT-BAZ) Evrensel olan bu yapılanış kuralı toplumlar için de geçerlidir. Eski yapının dağılması yeni yapılan için zorunludur. Fakat dağılma, karmaşa kendi başına yapılanma yerine kazanamaz. O bir nevi hamurdur, çorba gibi bir şeydir, yoğrulup biçimlenmesi gerekir. İnsan toplumunda bu aralıklara kriz bölgesi denilmektedir. Krizden nasıl bir toplumsal gelişmenin çıkacağını ondan etkilenen güçlerin ondan etkilenen güçlerin mücadele düzeyleri, belirleyecektir. Çok sayıda sistem çıkabilir. Daha ileriye olduğu gibi geriye doğru da çıkabilir. Kaldı ki ileri-geri kavramı izafidir. Sürekli ilerleme evrensel kurama uymamaktadır. Bu ilke doğru olsaydı metafizik bir iddiacılık geçerli olurdu. Mutlak doğrulardan bahsetmen evrensel oluşum ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Doğa, mutlakları ile gelişmez mutlaklık değişmezlik aynılık demektir.
Böyle şeylerin olmadığını var oluş tarzımız kanıtlamaktadır. Doğadaki yasallığın kaos aralıklarına dayalı, insana doğru gelişiminde gayet esnek bir halde olduğu fizik, kimya ve biyoloji bilimlerindeki yasa(kanun) özelliklerinden çıkarılabilmektedir. İnsan toplumunda ise yapısallık son derece esnek bir karaktere sahiptir. Bu yasa aralıkları sık ve çok sayıda yeni yasaların gelişime kaydedebileceğidir. Bununla bağlantılı olarak özgürlük düzeyinin gelişkin olması, insan toplumundaki muazzam çeşitliliği açığa çıkarmaktadır. Esneklik özgürlüğü, özgürlük ise çeşitliliği doğurmaktadır. İnsan bu anlamda kendi yasallığını en çok ve en sık yapan doğa harikası bir varlıktır. Dolayısıyla insan toplumu da aynı zenginlikte bir sıklık ve çoklukta kendi sistem yasalarını oluşturabilmektedir. Sistemin gelişimi sürecinin ne çok eksikli ne de çok abartılı olmasına dikkat etmek objektif değerlendirmeler için önemlidir. Ne bir kadercilikle gelişim modeli doğrudur, ne de kaçınılmaz sonuçlar gibi kehanette gelecek kestirebilir. Toplumsal yasallıkların aralığı kısadır. Anlam geliştirme ve bağlantılı olarak yapılandırmalar da sıkça mümkündür. Yine de kaderciliğe ve kehanete başvurmadan sistemleri öz dinamikleri için de yakalamak, anlamı somutluk üzerinde edinmek bilimsel bilginin avantajıdır. Fakat felsefe mitolojiyle de anlam zenginliğine katkıda bulunabilir. Toplum gibi doğal evrimin tümünü bağrında taşıyan bir olguya basit fizik yasaları gibi tanımlayamayacağımız açıktır. Toplumsal dönüşüm farklı çalışmaktadır; sadece alt ve üst yapılara dayanılarak açıklanamaz. Dönüşümler çok karmaşık etkenler altında gerçekleşmektedir. Özellikle çağdaş aydınların büyük kısmını etkileyen, diyalektik materyalizmin dogmatik yorumu "reel sosyalizm “in çözülüşünde kanıtlandığı gibi gerçekçi çıkmamış umut bağlayanlarda büyük hayal kırıklıklarına yol açmıştır. Kendimizde, bu olgunun yakın bir parçası olduğumuzdan, birçok belirsizlikten, kaçınılamayacağımız kuantum fiziğinde de kanıtlanmış bir gerçektir.
Tarih toplumsal sistemlerini zorunlu yasaların sonucundan ziyade, dönemlerin ideolojik, politik ve ahlaki duruşların mücadele tarzıyla bağlantılandırmak daha çözümleyici bir yaklaşımdır. İnsan bireyi ve toplumu olgularında yasallık hem çok esnek hem de hızlı dönüşüm sergileyebilme özelliklerine sahiptir. Fizik, kimya ve biyolojinin sınırlarında geçerlidir. Gerisini insanın beyin yapısı ve toplum olgusu belirler. Bu nedenlerle insanı ve toplumu kaderci anlayışlara bağlamamak özgürleşme şansı ve olanakları açısından büyük büyük önem taşımaktadır. Gerek peşin önyargılardan gerekse kaderci, sonuçlu yargılar özgür yaratım dinamiklerine ket vurmaktadır. Sosyal bilim söz konusu olduğunda, söylenenlerin büyük kısmının hâkim toplumsal sistemlerin bin yıllardan beri süzülüp gelmiş ve her dönemde farklı kılıflara bürünmüş olduğunu günümüzde de bilimcilik maskesi altında taraf rolünü oynadığını her zaman ve her yerde göz önüne getirmek gerekir. "Bu temel varsayımlarla şu hususu kanıtlamak istiyorum: Doğal toplumdan zorunlu olarak hiyerarşik ve devletçi toplumun gelişmesi diye bir kanun yoktur. Belki bu yönlü bir eğilim olabilir. Eğitimin zorunlu, kesintisiz ve sonuna kadar olması tamamen yanlış bir varsayımdır. Sınıflı toplumun ilerlemeler için zorunlu olduğu biçimindeki Marksist tespit (ezilen ve sömürenler adına) yapılan en büyük yanlışlıklardan birisidir. Bu, sosyalizmi peşinen sınıf hakimiyetine terk etmektedir. Bu yanlış Marksizm’in yaklaşık 150 yıllık tarihinde bir kapitalizm yedeği haline getirilmiş olmasının en temel nedenidir. Devleti, sınıfları ve zoru toplumsal gelişmenin, ilerlemenin kaçınılmaz evleri olarak görmek, organik doğal toplumun günümüze kadar muazzam direnmesini küçümsemek hatta yok saymaktadır. Tarihi kendiliğinden tahakküm güçlerine, hediye etmektedir. Sınıfların varlığını kader olarak görmek belki de farkında olmadan hâkim sınıfların, ideologluğunda alet olmaktır. Bu yönüyle ezilen ve sömürülenler adına en tehlikeli bir rolü oynamaktadır. Tarih bu tür ideolojik ve politik akımların adeta istilası altında bırakılmıştır." Ataerkil ilişkinin ilişkinin güç kazanmasına bir zorunluluk gözüyle bakılamaz.
Ayrıca sanki bir kanun gereğiymiş gibi saf bir çıkış değildir. Sınıflaşma ve devletleşmeye giden yolda temel bir aşamayı teşkil etmesi üzerinde önemle durmayı gerektiriyor. Kadın ana etrafındaki ilişkinin bir güç, otorite ilişkisinden ziyade organik dayanışma tarzında olması, doğal toplumun özüne uygundur. Bir sapmayı teşkil etmez. Devlet otoritesine kapalıdır. Organik oluşumundan ötürü zor ve yalana dayanma ihtiyacı duymaz. Bu nokta Şamanizm’in neden ağırlıklı olarak bir erkek dini olduğunu açıklar. Şamanizm’e yakından bakıldığında yanıltma ve güç gösteri ağır basan bir meslek olduğu hemen anlaşılır. Doğal toplumun saflığı üzerine yayılacak kurnazca otorite için güç ve mitoloji özenle hazırlanır. Şaman artık rahipleşme, din adamı olma yolundadır. Yaşlı atayla ilişkiler ittifaka yönelir. Tam hakimiyet için güçlü avcının adamlarına ihtiyaçları vardır. Gücüne ve av yeteneklerine en çok güvenen grup ilk askeri çekirdeğe, dönüşme eğilimindedir. Bu üçlünün elinde giderek, değer ve yetenekler birikmektedir. Kadın-ananın etrafı kurnazlıkla, yavaş yavaş boşaltılır. Evcil düzen gittikçe kontrol altına alınır. Önce kadın, erkeklerin etkileyici gücü, söz geçireni iken, yavaş yavaş yeni otoritenin hükmüne girer. Hiyerarşi ve sınıfsallık gelişim gösterebilmiştir. Ama bu gelişim bir zorunluluk değil, hiyerarşi, ona dayalı devletleşmeyi, büyük bir zorbalık ve aldatmalarla yürüten güçlerle sağlanmıştır. Bunlar karşısında esas doğal toplum güçleri, bitmez tükenmez bir direnme göstermiş ve sürekli sınırlandırılmış, en dar alan ve aralıklara sıkıştırılmışlardır. Bazı alan ve aralıklara hiç sokulmamışlardır. Tüm toplumu sınıf ve devlet hiyerarşilerinden ibaret görmek hâkim sistemin en temel politikası ve propagandası ile sağlanmıştır. Kader denilen oyun bu pratiğin metafizik unvanı oluyor. Bu oyuna bulaşmamış din, mezhep, felsefi ve bilimsel ekol neredeyse kalmamış gibidir. Bu da kökeni binlerce yıl önceye giden rahip ideolojisinin ve tanrı-krallar devletinin muazzam fiziki ve zihni baskı, politika ve propagandalarının sonucudur. İsteyen bu oyuna mitoloji, isteyen felsefe, o da olmazsa bilimsel ekol demiştir.
Varılan nokta devletleşmiş ideolojiler ve bilimlerin dört dörtlük güncel durumudur. Marksizm’in bu yöndeki payı üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Konu üzerinde yoğunca durmamızın nedeni daha sonra ki tüm sınıflaşmaların sonucu olarak gelişen korkunç, tanrı kişilikler ve her türlü sınır, sömürü ve can almalarına gerçek bir açıklık kazandırmaktır. İnsanlığın lanetine-siyasal iktidar devlet- kutsal paradigmasıyla bakılırsa, insanlık zihniyetinin en kirli karşı devrimi gerçekleşmiş olacaktır. Gelişen de bu olmuştur. Buna ilerlemenin zorunlu etkeni denilmesi-Marksizm de dahil- karşı devrimlerin en tehlikelisidir. Tarihin bu açıdan kesinlikle eleştiri süzgecinden geçirilip doğrultulması sağlanmadıkça yapılacak her devrim kısa sürede karşı devrime dönüşmekten kurtulamayacaktır. Rönesans’ı tarihin en önemli zihniyet devrimlerinden biri olarak değerlendirmeyle birlikte daha da önemli olan sorun, hangi toplumsal sistemle bağlantılı olduğudur. Klasik tarih anlayışları Rönesans’ı, kapitalist toplum sisteminin, zihniyet hazırlığı olarak değerlendirirler. Marksist tarih anlayışı da sistemin doğuşunu adeta ilahi emir saymaktadır. Bu görüşlerin tümü bizzat kapitalizme bağımlı yaşamın bir sonucudur. Yaklaşık üç yüzyıllık birikime (M.S. 1400-1700) sahip olan Rönesans dönemi Batı uygarlığının esas itibariyle düşünme tarzını ortaya çıkarmıştır. Doğa ve toplumdan koparılmış insan zihnini yeniden, daha derinlikli bir felsefe ve bilimsel yola bağlayarak yeni uygarlık için gereken bir yöntem sorunu var. Özellikle Marksist tarih anlayışının aşırı materyalist yorumunda yapılan bu büyük yanlış, toplumsal formların düz çizgisel anlatımıdır. Sanki kapitalizmin gelişmesi, bir sistem olarak kurulması zorunlulukmuş gibi bir anlayış, belki de hiçbir kapitalist ideoloğun kapitalizme, yapamadığı hizmeti hem de antikapitalizm adına yapmış olmasıdır. Çelişkili gelebilir, ama geriye baktığımızda daha iyi anlamaktayız ki, kapitalizmin hiçbir ideoloğu Marksist kökenli kaba Materyalistler kadar sisteme hizmet etmemiştir. Bu kısa değerlendirme bile 19. yüzyıla kadar kapitalist toplum sisteminden bahsedilemeyeceğini göstermektedir.
O halde Rönesans’ı kapitalizmin bir ön aşaması, zihniyet süreci olarak algılamak vahim bir yanlılıktır. Doğrusu, ucu her tür gelişmeye açık bir kaos aralığıdır. Feodal toplum sisteminin dağıldığı, çözdüğü fakat yeni toplumun doğmadığı, doğuş sancılarının yaşandığı bir ara dönemidir. Bu ara dönemden feodalizm yeniden güç kazanarak çıkacağı gibi, kapitalist bireyci bir sistem de doğabilir; yine güçlü alt yapı koşullarına sahip demokratik, eşit-özgür bir toplumla doğru gelişme de yaşanabilirdi. Tamamen sistem savaşlarının bilim ve politik yeteneklerine, bağlı olarak pek çok sistemin doğması teorik olarak eşitliğe ve özgürlüğe ilişkin çeşitli ve oldukça güçlü kişisel ve kolektif anlayışlara rastlamak mümkündür. Burjuva devriminden ziyade halkçı bir devrimdir. 16. yüzyıldaki İspanya şehir komünanları demokrat karakterlidir. Amerikan devriminin niteliği de açıkça özgürlükçü ve demokratiktir. 1789 Fransız Devriminde komünistler dahil birçok renk vardır. Öncesi Rönesans sürecindeki toplumsal kaostan çıkışta özgür-eşit ve demokratik toplum eğilimi en az kapitalist- bireyci eğilim kadar şanslıdır. Kapitalizm ancak sanayi devrimiyle birlikte toplumsal savaşta üstünlük sağlayacaktır. 19. yüzyıl sanayi devrimiyle birlikte kapitalizmin her alanda hakimiyetini yükselteceği bir dönemdir. 19. yüzyılın, sonu ve 20. yüzyılın başlangıcında, sistemin dünya çapında ilk defa yayılmasını kabaca tamamladığını göstermekteyiz. Daha eşit-özgür ve demokratik toplum mücadelesi, 1848-1871 devrimlerinin yenilgisiyle hâkim toplumsal sistem olma şansını kaybederler. Tarihte zihniyet devrimleriyle toplumsal sistemler arasında düz çizgisel, kesinlikli bağlar kurmak üzerinde önemle durmayı gerektiren bir düşünce ve inanç tarzıdır. Kutsal kitaptaki "Levhi Mehfuz" anlayışının bilimsel düşünceye yansıtılmış biçimidir.
Halk tabirince "yazılan başa gelir" dogmatik inancı, bu tarzın ne kadar yaygınlaştırıldığını göstermektedir. Yapmaya çalıştığımız çözümlerde özenle vurguladığımız husus, bu anlayışın hiyerarşik devletçi iradenin yönetim anlayışıyla olan bağlantısıdır. "Emir" düzenini ilahi yasa olarak topluma özümsetmeyi esas alan bir yaklaşımdır. Kanun ve yönetmelik taslağı olarak düşünülmelidir. Binlerce yıllık gelenek bundan, "Altın Çağdan" başlayıp " Mahşer" ve " Cennet-Cehennem" le biten çizgisel bir gelişim modelinin ortaya çıkmasına yol açtı. Kadercilik düşüncesi de bu anlayışın gereğidir. İslam dünyasında Mutezilecilerle Levhi-Mahfuzcular arasında alevlenen bir tartışmadır. Özgür tartışma gereğini, çok seçenekli özgür irade tercihini anlamsız kılan bu anlayışın temeli daha eskidir. Doğa üstü tanrıların tüm olayları yarattığına ve yönettiğine inanılan mitolojik çağlara kadar gider; felsefi idealizmle devam eder. Avrupa uygarlığında Rönesans’la başlayıp günümüze kadar süren biçimi ise düz çizgisel ilerlemeci bir anlayıştır. Aydınlanma sürecinin ilerlemeye güçlü imanıyla, Marksizm'in " Komünizme Zorunlu Gidiş" inancının kökeni de aslında bu dogmatik düşünce tarzına dayanır. Atom altı, yani kuantum fiziğinin kanıtladığı olgular bu düşünce tarzının gücünü kırmıştır. Doğasal ve toplumsal, gelişmenin düz, kesintisiz bir çizgi halinde değil, kaos aralığında,atom altı dünyasında özgürlük seçeneği olan çoklu tercihlere açık bir gelişmenin yaşadığı en büyük düşünce devrimlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Aslında atom altı fiziğine gerek olmadan da sezgisel ve kurgusal yoldan da bu düşünce tarzına ulaşabiliriz. Tüm olay ve olgular dünyasında özgür tercihe yer bırakan bir gelişme gücü olmazsa, ortaya çıkan sonuç sınırsız evren-doğa çeşitliliğini izah edemeyiz çeşitlilik özgürlük gerektirir. Düz çizgisel yaklaşım, aynılık, dolayısıyla seçimsizliği zorlar. Bu bilimsel felsefi düşünce tarzına, 15. yüzyıldan itibaren daha da hızlanan ve kapitalizmin zaferiyle sonuçlanan sürece daha yaratıcı yaklaşımı mümkün kılmak için başvuruyoruz.
Öncesi kapitalizmin zaferi bir kader olmayabilirdi. Kapitalizmin başarısının nedenlerini daha doğruya yakın değerlendirmek gerekir. Bizleri etkileyen Marksizm’in, kapitalizmi ve ondan önceki sınıflı toplum biçimlerini "tarihin zorunlu ilerleme hattı" olarak ilan etmesi, farkında olmayarak inançları ve umutların hilafına, karşısında çok savaştığı kapitalizme en büyük katkısı olmuştur. Bu şunu izah etmektedir.; " Toplum sistemlerinde, Marksizm’de dahil temel düşünce biçimlerinin söylediği gibi bir zorunluluk ilkesi yoktur" biçiminde bir gerçekliktir. Üst toplum biçimlerine ilişkin olsun, devlete ilişkin olsun dile getirilen "zorunlu gelişme" iddiaları binlerce yıldır sürüp gelen resmi propagandaların izini taşımaktadır. Eskinin kader anlayışı günümüzün "zorunlu toplum yasaları" adı altında bilimsel bir kılıf altında sürdürülmektedir. O halde kapitalizme karşı bir zıtlık belirlediğinde, onun çizgisel olarak kapitalizmi yok edip, tasarımlanan, topluma yani sosyalizme ulaşacağı ancak soyut bir varsayım olabilir. Gerçeğin kendisi hem çok farklıdır hem de oluşumları daha farklı cereyan eder. Geçiş çağlarında genellikle geçmişte gelecekteki temel kurumlar bir arada yaşarlar. Başat sistem zıddını eritebilir, sömürgeleştirebilir, eş ortak kılabilir, çok az güç kaybıyla uzun verimli bir dönüşümle evrim gösterebilir. Sert bir kırılmayla da yeni bir sistemin malzemesi olabilir. Reel sosyalizmin kaba materyalist-determinist felsefesinin asıl tehlikesi toplum yasalarını fiziksel yasalarla özdeşleşmesidir; kendiliğinden bir ilerleme anlayışına veya çağdaş kaderciliğine kendini koy vermesidir. Kaldı ki gerek makro fiziğin gerekse mikro fiziğin buluştuğu yeni gerçeklik kesintisizlik ve düz çizgide determinist gelişme yasalarının olmadığına ilişkindir. Tüm olaylar arasında bir " kaos aralığı" vardır. Bu aralık olmadan hiçbir niteliksel gelişmenin, sağlanamayacağı anlaşılmıştır. Marksizm’e yöneltilecek diğer bir eleştiri konjonktürle ilgilidir.
Marx dönemindeki kapitalizmin olgunluk aşamasıdır. Marksın ve Engelsin bundan çıkardığı sonuç kapitalizmin kaçınılmazlığıdır. Kapitalizm adeta sosyalizmin önünü açan bir buldozer rolündedir. Daha da genelleştirirsek sınıflı toplum uygarlığını kaçınılmaz bir ilerleme olarak görmekte ve idealize ettikleri sistemlerinin kurulması için bu aşamalarını gereğine iman etmiş bulunmaktadırlar. Das kapital için sorulabilecek en önemli husus, kapitalizmi yıktı mı yoksa daha da güçlendirdi mi sorusudur. Soru benzer sistem manifestoları içinde geçerlidir. Konuya daha açıklık getirmek için diyalektik düşüncenin temeli olan tez, antitez ve sentez sürecini anlaşılır kılmak gerekir. Evrensel sistemde düalisttik özellik birin ikiye bölümüdür. Enerji-madde ilişkisinde birlik (1) kanıtlanmış gibidir. E=Mc2 formülü oldukça yol göstericidir. Enerji maddeyi hareketlendiren, değiştiren unsur olarak beliriyor. Daha serbest kalmış öz olarak "foton" özünde maddeden kopmuş enerjidir. Maddenin tümü fotonlaşması ' ışık ' haline gelmek demektir. Radyoaktiflik bu süreci ifade eder. Ama yine de madde-enerji ikilemi bir gerçekliktir. Özdeki aynılık ikilem haline gelmeyi önlemiyor. Asıl sır gibi kalan birin (1) neden ve nasıl ikileme itildiğidir. "İkileme" eğiliminin kendisi nedir veya nasıl oluşuyor? Atom içinde olan bitenin tüm çeşitliliğe hareketliliğe biçim verdiği güçlü bir olasılıktır. Son araştırmalardan, düşünülmesi bile zor çok küçük hızlı ve çok kısa süreli parçacık oluşum ve dönüşümünün tamlaşma sürecini belirlediği atomların molekülleri, moleküllerin bileşimleri böylelikle farklı element ve bileşimleri ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bunda farklı manyetik ortamlarında rol oynadıkları tahmin edilebilir. Doğadaki bu sürecin topluma uyarlanması kaçınılmazdır. Toplum yasallığı çok farklı olmakla birlikte, aynı sisteme tabi olması beklenebilir.
Toplumsal, sistem dönüşümlerinde (1)'den "klan"dan türediğini ana hatlarıyla bilmekteyiz. Klandan hiyerarşik toplumun ondan da devletli toplumun kapitalizme kadar bazı biçimlerinin boy verdiğini iyi bilmekteyiz. Diyalektikteki zıtlık kavramını, ikilemlerden birinin diğerini yok etmesi biçimde değil, onunla yüklenerek daha üst düzeyde farklı bir oluşuma dönüştüğü biçiminde yorumlarsak olguları anlayabilme imkânımız daha çok artar. Fakat bu konuda daha da önemli olan düz, çizgisel bir dönüşümün olmadığı gerçeğidir. Zıtların dönüşümü AX=AB biçiminde değildir. Klasik mantığın bu formülü çok sınırlı bir aralıkta geçerli olabilir. Olgular dünyasında dönüşüm daha çok zikzaklı helezonları saçaklı bazen hızlı bazen yavaş öncesiz-sonsuz olmaktan çok anlık-sonsuzluk gibi özellikler taşıyabilir. Çizgisellikten küreselliğe kadar kaos aralıklarıyla, değişen özellikler ihtiva ettiği varsayılabilir.
ABDULLAH ÇELİK
YORUM GÖNDER