ÖCALAN’IN ESARETİ, DEMOKRATİK KÜRTLÜĞÜN VE TÜRKLÜĞÜN ORTAK ESARETİDİR (2.BÖLÜM)
İttihatçı Zihniyet Komploculuğu:
Demokratik Çözüm için Yol Haritası, Türkiye’nin ulusal bütünlüğü kapsamında tüm Ortadoğu Kürtlerini, Ermenileri, Süryanileri ve Türkmenleri kapsayan bir içeriğe sahipken ve Demokratik Ortak Vatan, Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Ulus temelindeki yol ve çözüm önerileriyle bir anlamda 1924’te ulus-devletçe tek taraflı ihanete uğrayan Misakı Milli yeniden güncel hale getirilmişken, iktidar ve devlet yapılanması neden “Diz Çöktürme Planını” devreye koydu? Öcalan Anadolu ve Mezopotamya’nın tam demokratikleşmesi hedefiyle demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa sürecinin başlatılması çağrısında bulunurken, mevcut rejimin diz çöktürme planıyla karşılık vermesi elbette ki Türk iktidar aygıtlarının İttihatçı zihin yapısı ve komplocu akılla kendilerini (özünde uluslararası sistemi) 21. yüzyılda da sürdürme arzusundan bağımsız değildir. Kendi için olmayan bu zihin ve akıl, kendi varlık koşullarını başka halkların yokluğunda gördüğü içindir ki, her daim ve her koşulda -ister Rojava’da ister Afrika, Amerika kıtasında olsun fark etmez- özelde Kürt ve Kürtlük, genelde ise halkların düşmanıdır. Kürtlüğe olana bu düşmanlık, bu aklın homojen toplum yaratma sevdasının Kürtler tarafından boşa çıkarılmasından, başta Kürt halkı olmak üzere Mezopotamya ve Anadolu halklarına yönelik işlediği suçlardan, halkların, temelde de Kürtlerin birleşip demokratik bir güç haline gelmesi korkusundan kaynaklanmaktadır. Bu süreçle bir nevi 1.Dünya Savaşı koşullarında halkların ortak sözleşmesinin bir sonucu olarak somutluk kazanan Misak-ı Millînin, Kemalist öncülük ve önderliğin Britanya politikalarına yatmasıyla boşa çıkarılmasının bir tekrarı yaşatılmış oldu. Böylece devlet heyetinin bir görüşmede sarf ettiği, “R.T.Erdoğan, M.Kemal’i anlamak için yoğun bir inceleme içerisinde” tarzındaki cümleye daha da netlik kazandırılmış oldu. M. Kemal’in taktik yaklaşımı benimsenmiş ve devreye konmuştu.
Adaletsizliği ve gerçekleri tersyüz ve örtbas etmenin örtüsü olarak kullanıma sokulan ‘’Terörizm” yaftası da bu mantık örgüsünün yaratmak istediği illüzyonun bir sonucudur. Kürtçede ” Nave min li te, kümemin sere te” biçiminde ifadesini bulan bir deyim vardır. Türkçe çevirisini yapacak olursak, psikolojideki “yansıtma” kavramına karşılık gelir. Kişinin kendinde olan özellikleri başkası üzerinden ifade etme tutumunu, alışkanlığını tanımlar. Şüphesiz ortada bir terör ve terörizm gerçeğinin olduğu açık. Fakat bu açıklığı meydana getiren projektörün her defasında terörizmi toplum üzerinde bir strateji olarak uygulayan devlet iktidar aygıtlarını ve terör üreten şiddet tekellerini “polis, jandarma, istihbarat, vb.” şaşmaz bir şekilde gösterdiği de bir gerçek. Hiçbir tereddüt ve kaygı içerisine girmeden belirtmek gerekir, terör ve terörizm, ezilen ve sömürülen, kendilik mücadelesi veren toplumların, halkların değil, devlet ve iktidar organlarının varoluşsal bir yöntemidir. Toplumlar kendilerini savunurlar, devletler ve iktidarlar ise terör uygularlar.
Öcalan, herkesi birleştiren ortak sevinçli tutkular üzerine inşa edilecek bir özgür, eşit ve demokratik düzen projesi geliştirirken, ulus-devlet zihniyetinin, ortaklaştıran ve sevinci tesis eden inşaya karşı ayrıştıran ve düşmanlığı yayan faşist tutkularla hareket etmesi de tam manasıyla bir terördür ve terörizmin bir yönetim anlayışı haline getirilmesi yöntemidir. İktidar unsurlarınca terörün bir yönetim yöntemi haline getirilmiş olması, Türk-Kürt halkları arasındaki ilişkileri açısından da ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bir ulus-devlet özel harp yöntemi olarak terör, günümüzde Kürtlüğün varlık bulduğu tüm alanlara yöneltilmiş olup, topyekûn savaş konsepti temelinde yürütülmektedir. Amaç, Kürt ve Türk halklarının ortak yaşam, dostluk ve dayanışma kültürünün parçalanması, halkların birbirinden yalıtılarak demokratik güç ve birlik oluşturmalarının engellenmesidir. Zira iktidar aklı, mutlak düşman yaratma stratejisiyle ve toplulukların parçalanarak kendileri için düşünce ve eylem üretemez, toplumsal akıl doğrultusunda örgütlenemez hale gelmeleri sayesinde bir güç unsuru haline dönüşebilmekte ve varlığına süreklilik kazandırabilmektedir.
Özcesi, toplumsal akıl törpülendikçe iktidar akli güç biriktirmekte ve etkinlik alanını genişletmektedir. Bugün bu aklın Kürt siyasal, kültürel direniş öğeleri ve savunma güçleri üzerinde yürüttüğü soykırım politikalarının vardığı nokta, Kürtleri yeni bir tercihle karşı karşıya getirmiştir. Türk iktidar ve devlet aygıtlarının yaşattığı “terör” ortamında Kürtler, 1. Dünya Savaşı’nda Alman G. Kurmay stratejistlerinden E.Ludendorff’un kendi ulusu için kurmuş olduğu cümlelerin adeta bir benzerini yaşamaktadırlar, “Düşmanlarımız tüm düşünce ve hareketleriyle siyasetlerini güç ve şiddet kullanmaya ve savaşa göre tanzim ederlerken, bizimde bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, refahı ve gelişme imkanlarımızı geri kazanmak ve düşmanlarımızın bizi uzun müddet savunmasız ve moral çöküntüsü içinde bırakmak ve bizi dünya tarihinden silmek niyetlerine mani olmamız şarttır”. Şiddet, mümkün olanı yapmaktan daha çok, gerekli olanı yapma sanatı olduğuna göre, her şeyi içine alan, her şeyi etkileyen ve dolayısıyla her şeyden etkilenen bu savaş gerçeğine uygun pozisyon almak, siyaset yapmanın başta gelen kuralıdır. Öcalan, bunun bilinci ve birikimiyle, bu bilinci oluşturduğu zihinle siyaset yaptığı içindir ki, en kördüğüm haline gelmiş sorunlarda dahi ya bir çözüm yolu bulmuş, ya da çözüm için bir yol açabilmiştir.
Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihine ve mücadele sorunlarına taktik ve stratejik tıkanıkların yaşandığı süreçlere ve bu süreçlerin nasıl bir hamle gücüyle aşıldığına bakıldığında bu çok rahat görülür. Gerekli olanı yapma sanatı olarak siyaseti Türk ve Kürt halklarına uyarladığımızda Öcalan’ın nazarında güncel gereklilik, şimdinin ortak tarihsel hakikate bağlı kalınarak demokratik temelde yeniden inşası biçiminde belirir. Bu da tabi ki her iki halkın ve beraberinde diğer halkların politik özgürleşmeleriyle mümkün olabilecek bir durumdur. Politik özgürlük, yani farklılıklar temelindeki birlik, Hannah Arendt’inde belirttiği gibi, birlikte yaşamanın olanakları konusunda sürekli bir diyaloğa ve eylemselliğe girişilecek öznelliklerin aşılması anlamına gelir. Öcalan’ın varlığı bu doğrultudaki bir politik özgürleşme ve atılacak adımlar açısından önemli bir şansken, esareti engel oluşturma anlamında çifte bir olumsuzluk ifade etmektedir. Birinci olumsuzluk, Türk iktidar ve devlet mekanizmalarının Öcalan’ın esaretini kendi faşizan sistemlerinin ömrünü uzatma temelinde taktik bir araç haline getirme yönündeki ısrarlı pratikleşmeleridir. 1999’dan 2020’ye uzanan yirmi bir yıllık dönem içerisinde iktidarlar değişse de bu zihniyet değişmemiş, ateşkes ve müzakereler sorunu çözmenin değil, çözümsüzlüğü zamana yayarak çürütmenin ve kriz dönemlerini atlatarak güçlenmenin aracı haline getirilmiştir.
Toplumsal tarihe ve halklar gerçeğine ihanet olarak değerlendirebileceğimiz bu yaklaşımların kendini hala sürdürebilmesinde, Türk halk gerçekliği ve demokratik sol örgütlülükler tarafından yeterli itiraz ve direnişle karşılaşmaması, daha doğrusu halkın örgütsüzlüğü ve demokratik sol yapılanmaların dağınık ve güç haline gelememe durumu, önemli bir sebep oluşturmaktadır. Toplumsal alanın ulus-devlet ideolojisi tarafından mühendislik anlayışıyla sürekli dizayn edilmesi, toplumsal refleksin sahte milliyetçilik doğrultusunda işler hale getirilerek devrede tutulurken, demokratik sol güçlerin sistematik saldırı altına alınarak hep hedef gösterilmesi şüphesiz önemli bir dezavantaj yaratmıştır. Dezavantaj ortamında sürü-kitle faşizminin toplumsal alanda tahakküm kusması, iktidar lehine ve iktidar aygıtının işlevi açısından avantaj sağlar gibi görünse de yalan, yandaşlık ve rant üzerine kurulmuş düzenin yarattığı yozlaşma ve çürüme azımsanmayacak bir düzeye varmıştır. Denilebilir ki tarihin hiçbir döneminde Türk iktidar ve devlet unsurlarının sahtelikleri, öne sürdükleri argümanların gerçek dışılığı ve tezatlıkları bu kadar deşifre olmamış, zayıf düşmemiş ve bu denli suçüstü yakalanmamışlardı. Açığa çıkan bu realitenin sunduğu fırsatların demokratik sol siyaset tarafından örgütlenmeye ve toplumsal direnişe dönüştürülememesi, sadece iktidar unsurlarının başvurduğu teröre dayandırılamaz. Demokratik sol siyasetin kendisinin müzminleşmiş hastalığı olan ulus-devlet modernitesine, parlamenter rejime bağlılığı ve toplumsal alan örgütlemesine olan yabancılığı bu konuda başat sorun olmaya devam etmektedir. Kaçınılmaz bir biçimde Öcalan’ın altını çizdiği Türk sol hastalığı, tespiti karşımıza çıkıyor. Söylemde emek ve sosyalizm öne çıkarken, pratik gerçekleşmede her yönüyle küçük burjuva siyaset anlayışı ve yaşam tarzı kendini konuşturmaktadır.
Günümüzde iktidar ve devlet yapılanmasının başlangıç ve gelişme sürecinde sahiplik ettiği ideolojik moral kaynağını yitirdiğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Milliyetçilik ve Sünni İslam faşizmi biçimindeki argümanlar artık eskisi gibi etki etmede ve rıza oluşturmada belirleyici rol oynayamamakta, yerlerini, rüşvet, rant ve iş imkanları doldurmaktadır. İktidar, artık yaratılan geniş, orta sınıf ağıyla ve bu sınıfın desteğiyle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Machiavelli’nin daha 16. Yüzyılda belirleyip Prens’te dile getirdiği paralı askerlik yerine halk ordusuna dayanma stratejisinin 21. Yüzyılda TC iktidar mantığı tarafından terk edilmesi, bedelli askerlikle zenginlerin ve orta sınıfın bu zorunluktan kurtulmasının yolunu açarken, işsizlikle yoksulların paralı askerliğe mecbur edilmeleri, yine aynı anlayışın bir sonucudur. Kürt Sorununu demokratik temellerde çözemeyen Kemalizm’in çözüldüğü koşullarda oluşan ideolojik kriz ve boşluk ortamında, uluslararası güçlerin ” Ilımlı İslam Projesi” kapsamındaki desteğiyle iktidara yerleşme olanağı bulan Yeşil Türk faşizmi de bugün aynı dertten mustarip halde çözüm sürecine girmiştir. Tüm bastırılma çabalarına rağmen Kürt sorunun yarattığı “YA ÇÖZERSİN YA ÇÖZÜLÜRSÜN” diyalektiği yeniden devreye girmiş, güç zehirlenmesine uğrayan iktidar sahipleri zemin kaybetmeye başlamıştır.
Tabi burada çözülmeyi sadece devlet ve iktidar yapılanmalarıyla sınırlı tutmak, bu yapılanmaların toplum içerisine sızmış ve tahakküm kurmuş kurumsal uzantılarının gerçekleştirdiği sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuksal bozulmaya, yozlaşmaya ve çürümeye gözleri kapamak, bilerek ve isteyerek kendini kandırmak olur. Ulus-devletin iktidar oyunları sayesinde, bugün Türk toplumunun ahlaki ve politik varoluşsal özelliklerinin önemli ölçüde tahribata uğradığını görmek gerekiyor. Bir yandan iktidar ve devlet aygıtlarının ideolojik, politik, polisiye ve yargısal baskı ve zor yöntemlerine sürekli maruz kalmak ve diğer taraftan demokratik sol muhalefetin alternatif aydınlatma ve öncülük görevini yerine getirememesi ve bunun yol açtığı örgütsüzlük zemini, kitlelerin nihilizme sunulması ve biyolojik maddi yaşam kısır döngüsüne saplanıp kalmasını kolaylaştırmıştır. Toplumsal reflekslerin, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş düzeyde geliştirilen vergi ve zam yağmuru karşısında tepkisiz kalması, toplumsal sorunlara karşı gösterdiği umarsızlık ve artan kadın cinayetleri, aile içi şiddet, intihar vb. yansımalar, ahlaki-politik ve demokratik değerleri zayıflamış, lümpenliğin neredeyse her yere doluştuğu çöküş aşamasındaki arızi bir topluma işaret etmektedir. Faşizmin kitleselleşme özelliği gösterdiği bu koşullarda toplumsal yanılma, ayrışma ve bölünmenin giderek yoğunluk ve derinlik kazanması ulus-devlet faşizminin yararına görülse de, tarihsel belleğin Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı hatırlatmaları, süreçlerin benzer şekilde gelişmeseler de sonuçların benzer özellikler gösterebileceğine delalet eder. Netice de göstergeler çöküşün bütünlüklü bir hal kazandığını, ulus-devlet ve iktidar bloklarının yanı sıra kültürel, ahlaki, politik ve ekonomik toplum biçimlerinin de bundan paylarını aldıklarını bütün açıklığıyla sergilemektedir.
Yanlış tarih ve yanlış bilincin Türklüğü getirdiği nokta, başka halkların özgür varoluşlarını ret etmek adına kendi özünü, özerkliğini ve özgürlüğünü yitirmesi, kendine yabancılaşmasıdır. Yalnız bu yabancılaşmada sadece insanın insana yabancılaşması değil, aynı zamanda insanın doğaya ve evrensel işleyişin çoklu ve çoğulcu karakterine yabancılaşması da vardır. Aristoteles dostluktan bahsederken, “Dost, bir başka kendidir” der. Bununla anlatmak istediği, kişinin kendisiyle olduğu gibi bir başkasıyla da düşünceleri üzerine bir diyalog kurup sürdürebileceği ve dostluğu var edenin bu diyalog ve paylaşımın olduğudur. Türklük, bir başka kendilik olan Kürtlükle siyasal ve kültürel bağlamda kısmış olduğu tarihsel dostluk ve iletişim bağını yitirdiği içindir ki bugün gerçek manada bir diyalog kuramamakta, ya da diyalog adı altında kendisiyle bir monolog sürdürmektedir. Türkün Türk’le monoloğunun, bir başka kendilik olan dostluğu yaratamayacağı açıktır. İnsansal ve toplumsal tüm varoluşlar diyaloğa dayalıdır ve diyaloğun kurucu dinamizmi temelinde kendilerini gerçekleştirirler. Radikal kötülük aklın ve duyguların yozlaşması sonucu varlığın diyalogdan kopması ya da koparılmasıdır. Bir iktidar ve ulus-devlet aklı olarak radikal kötülüğün, Öcalan’ın esaretinden hareketle tüm Kürtlüğe ve Kürdi varoluşa yöneltilmiş olması, farkında olunsun ya da olunmasın diğer yönüyle Türklüğe yöneltilmiş ve Türklüğü sakat bırakmıştır. Kürtlüğün tüketilmesi üzerine kurulan ulus-devlet Türklüğü, Türklüğü kemirmeye ve tüketmeye başlamıştır.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER