İNSANIN ÖZÜNÜN/ DOĞASINI ANLAMA METODU OLARAK BİR DUYGU ANALİTİĞİ (1.BÖLÜM)
İnsanın doğal yapısını inceleyen sosyal bilimler insanın özüne inerek, oraya mercek tutarak davranışlarını incelemeye başlar. Larousse Ansiklopedisi Öz’ü “bir kimsenin benliği, temel varlığı” olarak tanımlar. Benlik kişinin öz değeri, öz varlığı ve kendilik değerini oluşturan şeydir. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde ise Öz “belirli türden şeyler tarafından paylaşılan ortak doğayı ifade eder. Bireysel varlıkların bir türe aidiyetlerini belirleyen, onları bir türün üyesi yapan şey ya da temel özellik olarak Öz, bu varlıkların her nasılsa sahip oldukları, kendilerini oldukları şeyi yapmayan arızi özelliklerden ayrılır.”[1]
Kişinin en dolaysız refleksleri, doğal davranışları ve kabul-ret tutumları kişinin benliğinin birer yansıma alanıysa, bu benliği oluşturan ve kişinin kim olduğunu, neye göre olduğunu yansıtan en dolaysız refleksler olarak duygularla başlamak gerekir. C. Solomon duygu ve benlik ilişkisini şöyle ele alır;
“Benlik ve benlik duygusu en temel duygulardan en karmaşık duygusal yargılarımıza ve dünyaya olan anganjmalarımıza dek her şeye nüfuz ediyor. Duygularımızın çoğu diğer insanlarla ya da bir durumla ilgilidir ve duygularımız fedakarca, tamamen özveri içinde hiçbir kişisel çıkar gözetmeyen görevlerle birleşebilirler. Öz bilinç sahibi olan ve olmayan duygular arasında da önemli bir farklılık vardır. Ama benlik hemen her insani duygu da üstü örtülü olarak içinde bulunur. Nöropsikiyatrist Antonio Damasio, yaşayan tüm canlılarda benlik ve bilinç prototipinin bulunduğunu söyler. Sadece açıkça benlik tarafından yönlendirilen ve benliğin odak merkezi olduğu utanç, mahcubiyet ve gurur gibi duygularda değil, benliğin açıkça odak noktasında olmadığı, öfke gibi duygularda benliğin tekrar tekrar ortaya çıktığını söylemek gerekir.”[2]
Solomon benliğin merkezinde olduğu olumlu duygular ile benlik tarafından yönlendirilmeyen, yani benliğin odak noktası olmayan duyguları iki temel kategoride ayrıştırır. Solomon’un referans gösterdiği Damasio ise duyguları üç temel kategoride ele alarak benliğin odak noktasında olan duyguları, sonradan sosyal, toplumsal yapı içerisinde şekillenen duygulardan ayrıştırır. Damasio’ya göre insanın özünü yansıtan ve birinci kategoride yer alan duygular “ana duygular”dır. Bunlar mutluluk, şaşkınlık, korku, öfke gibi duygulardır. 2- “Arka plan duyguları.” Bunlar iyi-kötü hissetme, sakin-gergin hissetme, acı-zevk hissetme duygularıdır. 3- “İkinci veya tali duygular.” Bunlar mahcup olmak, kıskançlık, suçluluk, utanç, övünç gibi içinde bulunulan toplumsal değerlere göre sonradan şekillenen duygulardır.[3]
Lisa J. Cohen ise duyguları “çekirdek duygular” ve “öz bilinçli duygular” diye iki kategoride ele alır. İnsanın kişilik ve karakterinin yansıması olan ve davranış repertuarımızı oluşturan 6 temel duygu olduğunu söyler. Bunlar öfke, korku, neşe, şaşkınlık, iğrenme ve üzüntü olarak bilinir. Öz bilinç duyguları ise utanma, sıkılma, gurur, suçluluk gibi duygulardır.[4] Chon’in 6 temel duygu olarak ele aldığı çekirdek duygular dilsel ve kültürel farklılıklara bakmaksızın, insanın doğuştan sahip olduğu biyolojik kodlu duygulardır. Bu 6 temel duygudan korku ve öfke gibi duygular hayvan türlerinde de var olan duygulardır. Fakat utanç, sıkılma, gurur, suçluluk, kibir, kıskançlık gibi sayabileceğimiz pek çok duygu insanın doğuşunda olmayıp, içinde bulunduğu kültürel, sosyal, eğitsel yapı sonucu sonradan edindiği duygulardır.
Bireyin özü nasıl ki onun saf ve bozulmamış çekirdek duygularında aranıyorsa, insanlığın özü de “doğal toplum” veya “komünal toplum” denilen sınıflı toplum öncesi toplumlarda aranır. Burada öz diye tanımladığımız husus, yukarıda refere ettiğimiz çeşitli araştırmalara da konu olan insanın saf/temiz, bireycilikten ve bencillikten azade, sömürü ve tahakküme yer vermeyen özüdür. Bu toplumlarda bitkilerden bile çıkarılan ders, bireyciliğin değil, kolektivizmin insan doğasına daha yatkın olduğudur. Nasıl ki bir çocuk doğduğu ilk yıllarda saf/temiz, bencillik, kıskançlık, egoizm gibi duygularla daha sonraları, ailesi ve çevresi tarafından tanıştırılıp alıştırılıyorsa, bu sürecin insanı da sınıflı topluma geçişle birlikte kendi özünden bir sapmaya uğramıştır. Peki çekirdek duygular haricindeki duygularla nasıl tanışır? Örneğin bir annenin çocuğunu emzirmek istediğini ve çocuğun diğer oyun arkadaşlarıyla oynadığı için gelmek istemediğini düşünelim. Bu durumda annesi onu emzirmek için bir-iki defa çağırır. Gelmediğinde ise, annesi memesini çıkarıp bir başka çocuğu emzirir. Bu durumda çocuk gelip diğer çocuğu iterek, hatta tartaklayarak kendisi annesinin memesini emer. Anne bunu bilinçlice yapmıştır. Ama çocuk ilk kez orada kıskançlık duygusuyla tanışır. Annesinin temel amacı da çocuğunu kıskandırarak onu emzirmeye ikna etmektir. Fakat bu davranış çocuğun kıskançlık kavramıyla tanışmasına ve saflık özelliğinden bir şeyler kaybetmesine neden olur.
Yine örneğin çocuğun ebeveynleri kendi çocuklarında hırs ve rekabet duygusunu oluşturmak için, çoğunlukla rekabette üstün gelmiş başka çocukları örnek göstererek kıyaslama üzerinden bunu yapar. “Falanca kişiyi örnek al” denildiğinde, çocukta ilk kez rekabet duygusunun, başa geçme hırsının temelleri de atılmış olur. Buna benzer bireycilik, bencillik, egoizm türü sistemin sosyal patojenleri olarak saydığımız özelliklerin tümü gerek aile, gerekse de çevre tarafından çocuğa sonradan kazandırılan özelliklerdir.
Bir de çekirdek duygu ve öz bilinçli duyguları antropolojik veriler ışığında komünal veya doğal toplum dediğimiz toplum özelinde ele alalım. Alaeddin Şenel, “İnsanlık Tarihi” adlı kitabında[5] insanın biyolojik evrimden toplumsal evrime geçişle somut ve soyut düşünce biçimlerini geliştirdiğini, ilk gelişen düşünce biçimlerinin edilgin, etkin ve sentezci düşünceler olduğunu ve bu düşüncelerinde somut düşünce biçimleri olduğunu söyler. Şenel, edilgen düşünceye örnek olarak bir insanın ayı görmesi karşısında korkması ve refleksif davranmasını edilgen düşünce olarak tanımlarken; kendini korumak için kaçması veya ağaca tırmanmasını etkin düşünce; ağaç dalından sivri uçlu mızrak yapmasını da sentezci düşünceye örnek olarak verir.
Şenel’in insanın evrimini konu alırken onda gelişen ilk düşünceleri konu alan örnekleri, aslında farkında olmadan insanın ilk dışa dönük duygularını da konu almış olur. Buradaki duygu durumu ayının insanı korkuttuğu ve korkunun fiziksel semptomlarını harekete geçirdiği biçimindedir. Darwinci evrim teorisinden yararlanan işlevselci duygu modelleri korkunun o insanı tehlikeden korumak ve onu hayatta tutmak gibi bir işlev olduğunu söyleyebilir. Şüphesiz korku burada içgüdüsel bir tepki de olabilir, bir eylem de olabilir veya kişiyi yapılması gerekene yönlendiren bir refleks de olabilir.
Fakat olayın duygu analizi daha farklı durumları da hesaba katmamızı gerektirir. Örneğin kişi neden ayıdan veya başka bir yırtıcıdan korkar? Kişi ayının veya başka bir yırtıcı hayvanın korkulacak bir şey olduğunu “zaten biliyor” olmalıdır. Bu karar belki de kendisinin kararından çok, bağlı bulunduğu klanın tecrübeyle, yaşamın deneyimiyle vardığı bir sonuçtur. Bu “ilk” karşılaşma olabilir ve adam yine de korkudan ağaca tırmanmaya çalışır. Fakat neden can havliyle ağaca tırmanır? Ayıyı veya aslanı gördüğünde ne görmektedir? Ayıyı, aslanı, kaplanı, kurdu kültürel tarih ve hatıralarla şekillenmiş bir imge olarak, korkulacak hayvan imgeleri olarak tanırız. Bu yırtıcılarla karşılaştığımızda bu karşılaşmanın risklerinin izlenimine, ürkütücü hislere zaten sahibizdir.
Ayı veya aslan kendi başına korkulacak bir şey değildir. Birisine veya birilerine göre korkunçtur. Asıl mesele ayı ile adamın girdiği temastır. Bu temas, geçmiş deneyimlerle şekillenir ki bu da ayının korkunç olarak algılanmasını sağlar. Buradaki duygusal reflekse mercek tuttuğumuzda his veya duygu nesnesinin hem duyguları şekillendirdiğini hem de onlar tarafından şekilleniyorsa hiçbir zaman sadece öznenin karşısında olmayacağı sonucuna varıyoruz. Nesnenin dolaşımı bize duygunun “sosyalliği” hakkında düşünme fırsatı verir.
Çekirdek duygular olarak tanımlanan 6 temel duygu insan özünün, yani insan doğasının bir parçasıysa, o halde bu duygular kültür-ötesi olup evrenseldirler. Bu çekirdek duyguların nörolojik olduğu, yıkıcı olmadıkları ve insanlığın %98’lik süresini kapsayan komünal toplum değerleriyle uyumlu duygulardır. Bu duygular yıkıcı değilse, o halde bu duygulardan sapınç nasıl gelişiyor? Söz gelimi öfke insanın doğuşundan itibaren var olan çekirdek duygulardandır, ama kin ve nefret bu duygudan sapma sonucu gelişiyor. Öfke her insanda var ama kin ve nefret her insanda yok. Yani öfke insan doğasının bir parçasıyken, kin ve nefret bu duygunun ajite edilmesi, manipüle edilerek yıkıcı bir muhteva ile donatılması sonucu gelişiyor.
Demek ki öfke bir kusur veya zayıflık değil, insan özünün doğal bir parçası ve diğer temel duygular gibi otonom sinir sisteminin tepkilerindendir. Doğaçlamadır, tasarımsal değildir. Hislerinde öfke içinde elbette yeri vardır ve zaten bu yüzden “öfkeli hissetmek” deyimi kullanılır. Ama öfkenin kin ve garez biçiminde sapmaya uğraması nörolojik bir sendromdur.
Öfke bir reflekstir, insan özünün dışa vurumudur. İlginçtir, en bencil insan bile bencilce bir davranış gördüğünde öfkelenir! Bu da bencilliğin insan doğasına aykırı olması sebebiyle, insanın birkaç saniyelik bile olsa bu bencilliğe karşı durma, onu regüle etme refleksidir. Öfke ahlaki bir yargı değeri taşır aynı zamanda. Hakimvari bir duygudur, yargı bildirir. Haksızlığa karşı duyulan öfke insan özünün hala bozulmamış kısmının kendini dışa vurumudur. Ancak bunun kin ve nefrete dönüşmesi kişinin kendi öfkesini ajite etmesi ve kişiye motive edici, enerji verici yönünün kişiyi paralize etmesi, diğer duygu ve düşüncelerle dengelemeksizin kendini onunla uyuşturması sonucu gelişir ve bu da şiddet ve yıkıcılık olarak dışa yansır.
Bu sapma ve manipüle olma halinin sınıflı uygarlıkla gelişmesi nedeniyle komünal toplumda şiddetin, yani gaddar bir kindarlığın, vahşet örneklerinin, savaş ve çatışmanın gelişmediğini biliyoruz. Şiddetin doğal toplumlarda gelişmediğini veya minimal örneklerle sınırlı kaldığını yapılan arkeolojik çalışmalardan biliyoruz.
Yuval Noah Harari, sırf şiddet olgusunu araştırmak için dünyanın değişik alanlarında yapılan araştırmadan örnek verir. “Portekiz’de Tarım Devrimi’nin hemen öncesinden kalma 400 iskelet üzerinde yapılan bir araştırmada, iskeletlerden sadece 2 tanesinde açık şiddet izleri tespit edildi. Aynı dönemden kalma İsrail’deki 400 iskelet üzerinde yapılan araştırmada ise yalnızca birinin kafasında insan şiddeti kanıtı olabilecek bir çatlak tespit edildi. Üçüncü bir araştırma da Tuna Vadisi’nde yer alan tarım öncesi yerleşimlerde yine 400 iskelet üzerinde yapıldı ve sadece 18 iskelette şiddet izi tespit edildi.”[6]
Noah Harari’nin tarım öncesi dediği dönem Neolitik çağ öncesi dönemdir. Portekiz, İsrail ve Tuna Vadisi gibi dünyanın üç ayrı merkezinde toplamda bin iki yüz (1200) iskelet üzerinde yapılan araştırmada sadece 20 iskelette böylesi bulgulara rastlanıyor. Yani %99,8’lik kısmında insan şiddeti izine rastlanmıyor. Bu da insanın doğal yapısının, özünün parçası olan öfkenin var olmasına rağmen, bunun henüz kin, garez veya nefret biçiminde bir sapmaya ve dolayısıyla bir şiddet rezervine henüz dönüşmediğini gösterir.
RAMAZAN ÇEPER
YORUM GÖNDER