ULUS ÖTESİNİ DÜŞÜNMEK: DEMOKRATİK ULUS VE ÜMMET -4.BÖLÜM
3-Ümmeti Tanımlamak
Ortadoğu’da demokratik ulusu tartışmak ancak kendi tarihsel ve kültürel mirasıyla uyumlu modelleri ve önermeleri tartışmak anlamına gelir. Öcalan, demokratik uygarlık geleneği kavramı altında Ortadoğu’nun kapitalist modernite tarafından tasfiye edilmek istenen tüm geleneklerini tanımlayarak sahiplenir. “Ortadoğu devrimleri kapitalist modernite kalıplarına göre değil, kendi tarihsel değerlerine uygun olarak ve güncel bilimle bütünleşerek başarılı olabilir. Eğer bazı tarihsel örneklerden ders alacaksak Zerdüşt, Musa, İsa, Muhammed örnekleri son derece öğreticidir. Bu örnekler, Ortadoğu devrimcileri Çin devrim ve devrimcilerin nasıl bütünlüklü, yoğun tempolu, ilkeli ve pratik olmaları gerektiği konusunda binlerce yıl öncesinden bizleri uyarmaktadır.”[15] İslami ümmet de yeniden yapılanmanın temel unsurlarından biri olacaktır. Elbette burada tartıştığımız iktidarcı kesimler tarafından özünden uzaklaştırılan ümmet değil; özellikle Hz. Muhammed tarafından ortaya konan ve pratikleştirilen ümmet kavramıdır.
Buna geçmeden önce demokrasi ve İslâm ilişkisi bağlamında zıtlaştıran tutumların aslında ne kadar da yanlış olduğunun vurgulamamız gerekir. İslâm demokrasiye izin verir mi sorusu saçma ve gereksiz bir sorudur. Zira İslam’ı sadece egemenlikçi ortaçağ kalıplarına mahkum eden geri bir tutumdur. Şu an cari demokrasi kavramı batı Avrupa ve Amerika uygulamaları ile eş değerli görülmektedir. Batı deneyimini tek ve eksiksiz demokrasi biçimi olarak ele almak ve diğer kültürleri bunun üzerinden değerlendirmek, iflah olmaz bir avrupa-merkezcilik ve sömürge kişiliği izdüşümüdür. Batılı standartların tek standart olmadığını, hatta toplumcu değil devletçi bir demokrasi olarak hastalıklı olduğunu, bunu yanı sıra sürekli olarak gerçek demokratik yönelimi ketlediğini de görmek gerekir. Liberal demokrasi Hitler, Mussolini, Franco, Salazar faşizmiyle; reel sosyalist demokrasi ise Stalin, Mao, Pol Pot, Enver Hoca gibi burjuva faşizminden geri kalmayan totaliter zorbalıklarla sonuçlandı. Oysa demokrasi toplulukların, komün ve cemaatlerin tarihsel olarak kendi içlerinden yaşadıkları “devlet olmayan yönetim biçimi” olarak ele aldığımızda gerçek demokrasi mirasını kendi tarihsel ve kültürel mirasımız içinde bulabileceğimizi görürüz. Devletli uygarlık öncesi doğal toplum unsurlarından devletli uygarlığa karşı birer direniş odağı olarak çıkan etnik hareket direnişlerinden dinsel ve mezhebi direnişlere değin tüm tarihimiz gerçek manada bir demokrasi deneyimiyle doludur.[16] İslam’ı teokratik bir yönetim teorisiyle özdeşleştiren tutumlara karşı da net tavır almak gerekir. Teokrasinin İslam’a yabancı olduğunu en başta tespit edelim. Teokrasi; tanrı yönetimi olarak tanımlanır; ki örgütlenmiş hiyerarşik bir tabakanın (kilise ve din adamları) varlığını ve bunların yönetimde mutlak söz sahibi olmasını zorunlu kılar.
Bu durum gereği, tüm insanları Allâh karşısında eşit gören İslam teokrasiyi sadece tanımamakla kalmaz; aynı zamanda kesin bir şekilde teokrasi karşıtıdır. Teokrasi hangi kılıfla sunulursa sunulsun, bir tanrı-kral ideolojisidir. Ve sadece İslâm değil, bütün tevhid dinleri özünde tanrı-kral ideolojisine karşıtlık eksenin de oluştuklarından teokrasi karşıtıdırlar. İslâm, hiç istisnasız buna karşıdır ve varlık sahasında tanrının yetkisini peygamber dahil hiçbir insan ferdine veya seçilmiş gruba verilmesini kabul etmez. Burada temel yanılgı “Allahın mutlak egemenliği” kavramı ile halk yönetimi (ki çoğu yerde halk egemenliği olarak geçer) kavramlarının birbirini reddettiği hatasıdır. Oysa egemenlik-hükümranlık yetkisinin sadece Allâh’a ait görülmesi, özünde toplumsal düzende insanların kast, sınıf, zümre, ulus, din veya mezhep eksenli tahakküm kuramayacakları; toplumsal düzlemdeki her tür yönetim kurumlaşmasının egemenlik ve tahakküm kurmaya yönelmemek şartıyla kesin olarak sınırlandığına işaret eder.
Bu yönüyle toplumsal yönetim; bir hükmetme yetkisi değil, tüm fertlerin ve toplulukların eşit düzlemde sorumluluk ve yetkiye sahip oldukları, yönetim yetkisini herhangi bir zümreye değil tüm toplum tarafından yerine getirilmesi niteliğine bürünür. Gardet’nin belirttiği üzere “Allâh’ın Kur’an’da ‘iyi’ olarak ilan ettiği şeyler, nesnel olarak doğal ahlak ve hukuk tarafından da benimsenmiş ilkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar adalete riayet etmek, verilmiş olan sözü yerine getirmek, ‘Allâh’ın ve insanların haklarına saygı göstermektir. Tanrı, yönetimi elinde bulunduranlara riayet etmeyi emretmiştir ama öte yandan müslümanların kendi aralarında birbirlerine danışmalarını de emretmiştir. İradeci ve sırf pozitif temeller üzerinde o halde radikal demokrasiyle ilgili demokratik bir kavramı tesis edebilecek belli sayıda veri karşısında bulunmaktayız.”[17] Madem ki insanların hepsi eşit hak sahibi varlıklar ve Allâh’ın halifesi olarak yaratılmışlardır; öyleyse yönetim dahil her işte eşit hak ve sorumluluk sahibidirler. İslâm alimlerinden Mevdudi de, hilafet olarak tanımlanan yönetim erkinin özünde bütün topluma verildiğini, her bir ferdin bu hakkın sahibi olduğunu, bunların ortak fikriyle ortak bir yönetim oluşturulmasının İslami yönetimin temel düsturu olduğunu belirtir.[18] Ortadoğu gibi etnik yapıların, dinlerin, mezheplerin , farklı kültür ve inanışların birbirinden sınırlarla ayrıştırılamayacak kadar iç içe geçtiği coğrafyada sınır, ayrışma, üstünlük, iddiası olgularıyla tanımlanan sosyal ve siyasal formların başarı şansı yoktur. Ancak tarihsel ve güncel hataları nedeniyle ümmet kavramını da hanedancı ve ulusçu milliyetçiliğin elinde özünden saptırıldığını ve çokça daraltıldığının görmemiz gerekir. Bu hatalardan birisi; ümmetin dar bir dinsel alana sıkıştırılmasıdır. Ümmet sanki sadece Müslümanlardan oluşmuş, katı bir dinsel hiyerarşiyle örgütlenmiş din adamları zümresi tarafından yönetilen birim olarak tanımlanır. Diğer yanlış ise ümmetin yönetim ve sosyolojik yapılanmasını orta çağa özgü hanedanlık olarak görmektir. Bu nedenle ümmeti somut olarak tanımlamak gerekir. Bunu yaparken amaç, arkaik bir sosyo-politik formu anakronik olarak güncele taşımak değil; günceldeki demokratik toplumun yararlanacağı ve besleneceği damarları bulmaktır. Öcalan ümmeti tanımlarken şu değerlendirmeyi yapar; “İslamiyet’in geleneksel kabile ve uygarlık kültürü üzerindeki etkisi devrimsel önemdedir… ümmet toplumundaki enternasyonalizm, özgürlük ve eşitlik temaları, sosyalist toplumdaki enternasyonalizm ve eşitlik temalarından daha zayıf değil; daha güçlü ve sistematik olarak dile getirilmiştir.”[19] Hz. Muhammed dönemi uygulamalarından ümmeti tanımlayacak olursak bunu dört başlık altında şöyle somutlaştırabiliriz.
Farklılıklara saygılı (hümanizm)
Halkın yönetime katılımına açık (demokrasi) muhtariyat
Farklılıkların hukuksal-siyasal ve kültürel muhtariyet (özerklik)
Merkezi olmayan siyasal birlik (konfederalizm)
MUHAMMED İNAL& YAŞAR CİNBAŞ
YORUM GÖNDER