TOPLUMUNA YABANCILAŞAN BİREYİN AHLAKİ-POLİTİK DEĞERLERLE ÇIKIŞ ARAYIŞI (2.BÖLÜM)
Bir Saldırı Hali Olarak İktidar
Günümüzde iktidarın, yaşamı her alanda kontrol edecek düzeyde gelişimi toplumu ciddi biçimde tehdit etmektedir. İktidar, ahlâki-politik toplumu toplum yapan temel demokratik komünal değerlerin inkârı ve zayıflatılması üzerine gelişim kaydeder. Bu açıdan iktidarcı toplum doğal toplumun antitezi olarak gelişim göstermiştir. İktidar kuşkusuz toplumdan doğmuş, ondan beslenmiş fakat onu zayıflatıp doğasını bozmaktan da geri durmamıştır. İktidar, toplum yaratımı olan bütün değerlerin gaspı anlamına gelmektedir. İktidarcı toplum, kendi doğasına yabancılaşmış toplum demektir. Bir sapma şeklinde gelişen bu yabancılaşma, kadın yaratımlarının gaspı, zihniyetinin ve kültürünün ters-yüz edilmesi üzerinden gelişmiştir. Aslında bu, insanlık özünün çarpıtılması anlamına gelip, iktidarcı toplumun başlangıç aşamasına tekabül eder.
İktidarcı toplum adeta üstenci bir toplum yaratmıştır. Toplumsal çelişkiyi dar sınıf çelişkiler düzeyinde ya da kaba bir ezen-ezilen çelişkisi biçiminde ele almak yetersiz kalmaktadır. Esas çelişki toplum ile iktidar arasındadır. Daha genişçe ifade edersek, eşitlikçi ve özgürlükçü değerler temelinde gelişen demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü toplum ile hiyerarşik, doğaya hükmeden devletçi toplum arasındaki çelişki temel karakterdedir.
Ahlâki-Politik Toplumun bir bütün olarak iktidar tarafından dönüşüme zorlanması, toplumsallığın intihara sürüklenmesi olarak görülmesi gerekir. Toplumsallığın yıkılışı, yeniden inşasını zorunlu kılar. Bu kuruluşun yeniden iktidarcı biçimlerde mi olacağı yoksa demokratik-komünal temelde mi olacağı veya bunların dengesinin nasıl kurulacağı, etkin güçlerin hareketliliğine bağlıdır. Bu kaos döneminin çok uzun sürmesi beklenemez. İktidarı, toplum tarafından üretilip fakat değişim geçirerek onun bünyesini kemirerek beslenip büyüyen, büyüdükçe bünyeyi tümden felce uğratan kanserli hücrelere benzetebiliriz. Bünyenin felç olması kaosa işaret eder. Ya kanserli hücreler bünyeden sökülüp atılarak bünye yenilenecektir; ya da kısmi tedavilerle bünyenin ömrü biraz daha uzatılacaktır, yoksa ölüm gerçekleşecektir. Modern iktidarın geldiği düzeyi bu biçimde tarif edebiliriz.
Tarihin hiçbir döneminde iktidar günümüzdeki kadar toplumsal yaşamı kontrol altına almamıştır. İktidar, toplumsal yaşamı bir bütünen denetlediği kadar kendisi de üretme iddiasındadır. Yaşamın tümden iktidar tarafından yönetilmesi, toplumsallığın yaşam üreten gücünün yitirildiği anlamına gelmektedir. Toplum yeni değerler üretemeyecek kadar zayıflamıştır ve iktidar tarafından yönetilmektedir. Bu, tarihte yeni bir gelişmedir. Tarih pek çok çeşit iktidar biçimlerine tanıklık etmiştir. Fakat iktidarın toplumu bir bütünen kontrol etmesi yeni bir gelişmedir. Bu da Batı merkezli kapitalist iktidarın buluşu olmaktadır. Günümüz kaosunun en belirleyici özelliği de budur. Bu nedenle toplum, demokratik komünal temelde yeniden kurulmalı ve bu kuruluş modern iktidar da dâhil olmak üzere bütün iktidar biçimleriyle radikal bir karşıtlık içerisinde olmalıdır. Günümüzde ahlâki-politik topluma sahip çıkmak, toplumu savunmak en birincil devrimci görevdir. Güncel kaosta demokratik sosyalizmin temel misyonu, topluma layık olduğu itibarı yeniden geçirmektir. Mevcut toplumu eşitlikçi ve özgürlükçü özüne uygun olarak yeniden kurmanın yol ve yöntemlerini bulup hayata geçirmektir.
Ahlâki-Politik Toplumsallık ne kadar güçlü olursa kapitalizmin iktidar olması da o kadar zor olur. Kapitalizm gaspa, talana dayalı bir sistemdir. Toplumu tümden, ekonomiye indirger. Toplum onun için değer biriktirilecek kocaman bir fabrikadan ibarettir. Toplumun metalaştırılması denen olgu da budur. ahlâki-Politik toplum ise biriktirmeye değil, dağıtmaya ve paylaşıma dayanır. İktidarın sürdürülebilirliği biraz da ahlâki-politik toplumun kendi kendine yabancılaşması ile mümkün olmuştur. Bu nedenle bütün tarihsel sistemler iktidarla toplum arasındaki bu hassas dengeye özen göstermişlerdir. Fakat kapitalizm bu dengeyi doğası gereği iktidar lehine bozmuştur. Kapitalist ulus-devletin tarihin tanıdığı en gerici devlet biçimi olması da bu karakterinden dolayıdır. İktidardan bağımsız, topluma nefes bile aldırmak istenmemektedir.
Günümüz toplumu, her açıdan iktidar tarafından tüketilmektedir.. Kendi kendine yetecek üretime kadar bile imkân tanınmamaktadır. Toplum içinde şekillendiği doğasıyla beraber imha tehdidi altındadır ve kuşkusuz buna karşı direnecektir. Bu yüzden kapitalizmin kriz derken sadece kapitalist iktidar biçimlerinin krizini kastetmiyoruz; tarihsel iktidarın krizini kastediyoruz. Tüm devletli-sınıflı toplum uygarlığı krizdedir ve yeni toplumsal kuruluşun radikalliği de krizin bu derinliğinden kaynaklanmaktadır. İktidar, toplumsal bünyeden dışlanmadan; toplumun kendisini sürdürmesi mümkün değildir. Bu temelde radikal demokrasi, toplumun iktidar yaratmadan kurulması ve sürdürülmesi demektir ki toplumun doğası buna daha uygundur.
Yabancılaşma Hali
Marks, genç yaşlarında, Kapitalizmin insanı, eşyanın kölesi yaptığını yazmıştı. İnsanlar, sahip oldukları şeylere göre değerlendirilir. Bundan ötürü de, belli tüketim standartlarını elde etmeye yönelirler. Bunun sonucu olarak insan sadece kişisel ve günlük yaşamında kendisi olduğuna inanır. Oysa aslında, tercihleri, tüketimin niteliği, görüş ve düşünceleri Kapitalist reklam ve haberleşme araçlarının güçlü mekanizması tarafından programlanmıştır, düzenlenmiştir. Bu araçlar; gazeteler, dergiler, radyo, televizyon ve iletişim ağlarıdır. Kapitalist tekeller bunları tüketiciyi “yaratmak” için kullanır ve insana boş zamanını geçirmesini sağlayacak bir şeyler verirler; kafasını bayağı” kütle kültürü” ile doldururlar. İnsanı düşünme alışkanlığından yoksun bırakırlar. Zihnini güdükleştirir ve ruhunu yoksullaştırır. C. Wright Mills’in dediği gibi bir “neşeli robot” durumuna sokarlar. Böylece kişiliğin gelişiminin gerçek gereksinimleri ile Kapitalist toplumdaki bütün bir yaşam tarzı arasında “yabancılaşma” diye bilinen bir uzlaşmazlık ortaya çıkar. Kapitalist düzende yabancılaşma, sadece ekonomik alanda değil, siyasal ve manevi yaşam alanlarında da geçerlidir. Siyasal güç toplumdan ayrılır ve emekçi halk kitlelerini egemenliği altına alan ve göreli bağımsızlığı olan bir güç durumuna girer. Bu siyasal yabancılaşma, sömürücü sınıfı askeri bürokratik aygıtının gelişmesiyle tam anlamıyla belirginleşir.
Kapitalist düzende, birey ve toplum birbirine yabancılaşmıştır. Birey, yabancılığı yaşayan toplumsal kurumlar, güçler ve ilişkiler dünyasında yaşar. Özel mülkiyet insanları böler; herkes kendini düşünmeye yönelir ve bu, bireycilik zihniyetinin gelişimine yol açar. Topluma ve öteki insanlara yabancılaşmış kişilik kendini yapayalnız; varoluşçuların dediği gibi kaybolmuş ve bırakılmış hisseder. Bunun sonucu olarak, yabancılaşma durumuna karşı herkesten fazla duyarlıklı olan ama bir gerçek çıkış yolu göremeyen aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve bilginlerden bazılarının kapitalizme yönelik bir hümanist eleştiriye giriştikleri görülür.
Yabancılaşma uygar toplumun özüne, varlığına ilişkindir; sadece söyleme dayanmaz. Tahakküm örgütlenmeleri içerdikleri anlamları hakikat olarak sunduklarında, toplumsal yaşam paradigmaları köklü değişimler geçirir. Toplumda çelişkili yaşam ve ona yön veren paradigma biçimleri oluşur. Yabancılaşma hakikati kemirerek, yontarak, eriterek yaşanır. Yabancılaşmanın hakikat olarak değeri çarpıtılma, bastırılmaya ve karartmaların kabulü için girişilen çabalar sonucunda sürekli azalır. Savaşılacak bir hakikati kalmadığında, yabancılaşmayı yaşayan toplum anlamsız bir yapılar yığını haline gelir. Söz konusu yapılar toplum için sadece bir yüktür; bir nevi toplumsal hastalıktır. Tutuculuk, softalık, faşizm biçiminde patolojik adlarla anılır. Yabancılaşma hastalık halindeki toplumsal gerçeklik olarak artık anlamsızlıktır. Anlam yitimi en tehlikeli toplum halini yansıtır.
Maddi yaşamın devingenlikle düşünsel aydınlanma arasındaki uyum ve paralellik toplumsal gelişim ve değişimin diyalektiğini oluşturur. Maddi yaşamdaki dinamikler hareketlendikçe düşünsel plandaki devingenlikte artar, düşünsel dünyaya yeni ufuklar açar, gelişim sağlar. Bu gelişimin kaçınılmaz sonucu yaşamın yepyeni fikirler ve edimlerle tanışmasıdır. Bu yönüyle maddi yaşam düşüncenin şekillenmesine etkide bulunur. Şekillenen düşünce ise bilim ve teknik alanında yepyeni yaratımlara yol açacak yaşamın ilerleyip değişime uğramasında rol oynar. Tarihin zaman tünelinde güncele uzanan toplumsal gelişimin tüm evrelerinde bu diyalektik işler.
Oluşturucu İtenek Olan “Bilgi” ve Bilinçlenme
İnsanlar, içinde bulundukları ortamları anlamaya ve kendileri bu ortamlara yerleştirmelerini sağlayan entelektüel araçlara sahiptirler. Bu, herkesin dünyayı ve dünyadaki konumunu doğru biçimde anladığını söylemek değildir. Hiç kuşkusuz, pek çoğumuz kendimizi çoğu kez fazlasıyla aldatırız! Ancak içinde bulunduğumuz ortamlarla olan ilişkimize dair bir yığın geliştirmek için gösterdiğimiz sürekli çaba, işlerini normal bir şekilde yerine getiren insanların bir özelliğidir. Bunu yapma ihtiyacına ve yeteneğine genellikle bilinç diyoruz. Bu, insani sistemleri insani olmayan sistemlerden çok daha karmaşık kılan bir özelliktir. İnsanların, Öz yaratıcı olmalarını, kendi faaliyetlerini içinde yaşadıkları ortamlar ve üzerlerinde yarattıkları yerleşik etkilerin ışığında seçmelerini sağlayan bilinçtir. Faaliyetlerimizin sağladığı bir sonuç, şimdiki ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı olabildiğince tam olarak karşılamaktır. Ancak faaliyetlerimizin bir başka sonucu, türetilmiş özelliklerimizi ve böylelikle onlara bağımlı olan ihtiyaçları ve yetenekleri güçlendirmek ya da dönüştürmektir. Tercihlerimizin insani gelişme bakımından yaratığı sonuçları çözümleme, değerlendirme ve hesaba katma yeteneğimiz, insanlar olarak bizlerin, tarihlerimizin “nesneler”! Olmanın yanı sıra “özneler”i de olmamızın nedenidir.
Günümüz dünyasında bilgiye ulaşma imkânı oldukça kolaylaşmıştır ve sömürülen egemenlikli sistemlerin en önemli dayanaklarından olan bilginin bir kesimin tekelinde ve çıkarına kullanılması yaklaşımının aşılması olanaklı hale gelmiştir. Böylece doğru ve yeterli bir tarih, toplum, doğa bilinciyle donanmış toplum gerçekleşmesi bir ütopya değil pratik hedef haline gelmiştir. Ancak beş bin yıllık sınıflı uygarlıklar tarihinin üzerinde varlığını sürdürdüğü ve insanlığın zihnine yerleştirdiği çoğu özellikleriyle toplumsal gen haline gelen düşünüş ve yaşayış alışkanlıklarının aşılabilmesi çok zorlu, büyük sabır ve çaba gerektiren dönüşüm mücadelesi gerektirmektedir. Bu dönüşümün en başta zihniyet düzeyinde gelişebilmesi için mücadele yöntem ve araçlarının tüm egemenlikli tarih birikiminin aşılması temelinde geliştirilmesi zorunlu olmaktadır.
İnsanın amaçlı davranma yeteneği, bu yeteneğini kullanma ihtiyacını gösterir. Sadece eylemlerimizin sonuçlarını çözümlemek ve değerlendirmekle yetinemeyiz, alternatifler arasında tercih yapmamız, dolayısıyla bu tercihi yapacak konumda olmamız gerekir. Bazılarının “özgürlük ihtiyacı” dediği bu durum, insanın “özgürlük ihtiyacı”nın pek çok hayvan türünün benzer ihtiyaçlarının ötesinde olduğuna işaret eder. Evcilleştirilemeyen ya da tutsak alındığında üremeyen, dolayısıyla doğuştan gelen bir “özgürlük ihtiyacı” sergileyen hayvanlar vardır. Ancak bilinç güçlerimizi kullanmak için duyduğumuz insani ihtiyaç, bir hayvan türünün de ihtiyaç duyduğu “fiziksel özgürlük” ü aşan bir özgürlüğü gerektirir. İnsanlar, kendi faaliyetlerini o faaliyetlerin sonuçlarına ilişkin anlayış ve değerlendirmeleriyle uyum içinde seçme ve yönetme özgürlüğüne ihtiyaç duyarlar.
Çağdaş toplumlarda incinmek ve diğerlerini incitmek eskiden olduğundan daha kolay… İnsanlar birbirleriyle eskisine oranla daha çeşitli biçimlerde ilişki kuruyorlar. Bunun sonucu kendimizi koruyacak savunma sistemleri geliştiriyoruz. İncinmemek için diğer insanlara tereddütle yaklaşıyoruz. Diğer insanlara zarar vermemek için onlarla ilgilenmemek, her insanın kendi başının çaresine bakmasını gerektiriyor. Hiçbir şeye bağlanamamak, insanın boşluk ve anlamsızlık duyguları yaşamasına neden oluyor.
Toplumun birey üzerindeki etkisi ne denli yoğun olursa olsun yine de kendi küçük dünyasında olup bitenler onun için öncelik taşır ve içinde yaşadığı toplum ne tür dönüşümlerden geçerse geçsin davranışlarını insan doğasının gereği doğrultusunda sürdürür. Amacımız insanı kendi yakın çevresiyle olan ilişkileri içinde değerlendirmekle sınırlandığından, insanın engellenmeler sonucu geliştirdiği ve kendisine, çevresine dönük yıkıcı davranışların gerisindeki dinamik güçlerin tanıtılmasına çalışılacak, daha sonra kendisinde doğal olarak var olan yapıcı ve yaratıcı eğilimlere nasıl etkinlik kazanabileceği tartışılacaktır.
İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerinizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!
Bilinir, başlangıçta bireyi birey yapan sözcükler olmuştur. Bireyin henüz yarı hayvan olarak mağarada ya da ağaçta yaşamının sürdürdüğü dönemde ürettiği ilk sözcükler birbirine benzeyen grubunu tanımlardı. Örneğin ev denildiğinde tüm evler anlaşılırdı. İlk konuşma biçimi hayvanlar arasında görülen sevgi çağrısıdır. Bunun yanı sıra annenin yavrusuna yaklaşan bir tehlikeyi haber veren sesleri de duyulur. Yapılan araştırmalara göre, gelişmiş maymunlar yirmi farklı ses ve bazı jestlerle oldukça zengin bir dağarcığa sahiptir. Bu, üç yüz sözcükle sınırlanmış bazı ilkel insanlardan çok daha farklı bir sayı değildir.
Soyut kavramlar kullanarak yorumlara ve yargılama eğilimi günümüzde öyle yaygın bir duruma gelmiştir ki, çoğu insana duygusunun ne olduğunu sorduğumuzda duygu yerine düşüncesini açıklar. İnsanın evrimiyle birlikte gelişen soyut kavramlar ve çağdaş toplumların mantıklı düşünceye verdiği değerin bunda önemli payı olsa gerek. Ne var ki, bu gelişme aşırı oranlara ulaştığında insanın kendisini ve çevresini entelektüel kalıplar içerisinde değerlendirmesine ve kendine yabancılaşmasına da neden olmuştur.
Çağımızda mantıklı olmak güçlü olmakla eşanlamlıdır. Ama tüm insanların ortaklaşa kullandıkları -Aristo mantığı çerçevesi içerisinde- her insanın kendi gerçeklerine uygun bir mantık sistemi de geliştirmiş olması gerekir. Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyi göze almayan bireyler abartılmış üstünlük çabalarına uygun bir mantık geliştirirler. Bu bireylerin mantığı, korkularına ve yetersizliklerine karşı geliştirmiş bir savunma sistemi olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü bu tür bir mantık, bizim için neyin en iyi olduğuna göre değil, nasıl olmamız gerektiğine göre düzenlenmiş, biçimsel ve içsel dünyamızdan kopuk bir mantık. Bireyin söyledikleriyle yaptıklarının farklılaşmasına neden olur.
İstek ve yetenek birlikte oluşur. İstek olmayınca yetenek de olmaz. Salt mantığa dayalı kararlar bizim gerçeğimize uygun olmayabilir. İçimizden gelen ses, eğer onu dinlemeyi başarabiliyorsak, bize hangi doğrultuda davranmamız gerektiğini söyler. Bu ses korku da içerebilir. Ama yeni bir yaşantıya geçerken yaşanan olağan korkuyla, bizim gerçekliğimize uymayan bir eyleme geçmek istediğimizde yaşanan korku birbirinden ayırt edilebilir. İlk benliğimizle bütünleşmiş bir duygu, ikincisi bizi dışarıdan yönetmeye çalışan bir güce karşı geliştirilmiş bir tepkidir.
Soyut düşünce aracılığıyla iletişim kurmak insanı incinmekten korur, ama yalnızlığını artırır. Üstelik mantıklı düşünce ve soyut kavramları savunma aracı olarak kullanan kişilerde jest ve mimik türünde davranışlarda giderek kısırlaşır. Günümüzde pek çok insan, duygusal yükü çok güçlü yaşantılarını bile sanki bir başkasını anlatıyormuşçasına dile getirirler. İçsel yaşantılarla davranışlar arasında böylesi bir kopukluk, duyguların yaşanmasının ilgisizlik ya da hoşgörüsüzlükle karşılandığı ortamlarda yetişen insanlarda görülür. Bu nitelikte bir ortamın oluşumuna yalnızca aile içi sorunlar değil, ait olduğu alt-kültür grubunun toplumu da neden olabilir.
Hiyerarşik uygarlık tarihinin başlangıcından beri, toplumun belleği üzerinde kurulan tüm denetimler, erk hiyerarşisinin koşullarını oluşturmuştur. Toplumsal bellekte, “bilinç-dışı öğeler” denilerek kesilen esas köklerin unutturulması için amansız ve kurnazca bir savaş verilmiştir.
Bugün bilgi akışının muazzam denetimi ve bilgileri işleyen bilgi ağının, siyasi zor aygıtının elinde en güçlü silah olarak korunması, daha da etkileyici bir durumdur. Toplumun ortak-kolektif belleğinin kurnazca yeniden düzenlenmesi ve siyasal erkin kendine doğrudan meşruiyet sağlaması, bu bilgi ağına sahip olmasından dolayı daha kolay olmaktadır. Bilgileri denetlenen bir topluma sahip olmak, belleği daha sinsice ve daha ince kurgulanan bir topluma sahip olmak, onu istediği gibi yönetebilmeyi kolaylaştırmaktadır. Bilgilenme ve iletişim sorunu, devasa yaşamsal bir siyasal sorun olarak özgürleşme mücadelemizin önünü tıkamaktadır. Buna rağmen bizler bilinçdışı denerek bir kenara atılan ve aslında toplumsal belleğimizin kökleri olan, bizi biz kılan değerlerimizle, daha bilinçli ve sağlıklı buluşup varoluşumuzu güçlendirebiliriz.
Özgürlüğü kendi varoluşları içinde kurgulayan ve sınırlayan egemenler için, tarihi yeniden kurgulama pratiğinde, toplumsal belleğin yol gösterici itici bir güç olarak, toplumsal dönüşümde stratejik bir önemi vardır. Hiyerarşik-devletçi yaklaşımlar, toplumun belleğini silmek ve tarihi yeniden kurmak için, sistemli unutturma yöntemiyle çalışırlar. Çünkü insanları tutsaklaştırmak için, öncelikle onların belleklerini silmek gerekir. Bunun için gerekirse bütün tanıkları ve belgeler yok edilir. Tarihe “temiz ve yeni” bir sayfa açılır. Burada ürkütücü olan, bu sahtekârlığın sadece insanlık onurunu çiğnemesi değil, geçmişi hatırlamayı bile bir korkutmayla özdeşleştirip değişim sürecini kapatmasıdır. Burjuva resmi tarih anlayışı ile resmi ideolojileri kökleştirmek isteyen devletlerin kolektif belleği yok etme savaşına karşı, tutarlı bir tarih ve toplum bilincine sahip muhalif tarih yazımı yapabilen inatçı direnişçiler, özgürlüğe susamış halkların toplumsal belleğini savunma savaşı yürütürler. Böylece kendi tarihsel, sosyal, kültürel yok oluşların engelledikleri gibi, gelecek kuşakların da suskun ve bilgisiz kalmasını engellemiş olurlar.
Burada sosyologlara, antropologlara, tarihçilere ve diğer araştırmacılara düşen görev, toplumsal belleğe mal olan sözlü tarih, sözlü edebiyat çalışmalarına titizlikle eğilmek, insanlığın kilitlerini ve ufkunu açan bu anahtarların sırrını kavramakta uzmanlaşmak olmalıdır. İnsanlığı özgürlüklerine kavuşturacak tarihsel bağların sırları bu araştırma alanlarında gizlenmiştir. Esas öğretmenimizin halk ve onun asırlardan süzerek getirdiği değerleri olduğu kavranmalıdır.
Toplumsal bilinç formasyonu belli toplumsal, tarihsel koşullarda topluma mal olmuş, toplumun, doğal ve toplumsal hareketleri kavrayış ve onlara yaklaşım biçimidir. Yalnızca evreni duyumlarla algılayışı değil, aynı zamanda bu algının zihinsel yorumlanması, genellenmesi, bir yaşam felsefesi oluşturulması ve bunun pratiğe dönüştürülmesini de içerir. Üretim ilişkilerinin tüm toplum düzeyinde benzer özelliklerle cereyan edişi gibi, bilinç de toplumsal boyutludur.
Tarihsel gelişmeler içinde bilinç formasyonları birbirleriyle etkileşirler. Bir önceki formasyon, bir sonraki içinde kalıntı olarak yaşar. Bu, sonrakinin daha öncekini kendi formasyonları içinde ve kendi çizgisinde kullanması biçiminde olur. Daha önceki bilinç formasyonu biçimsel olarak varlığını koruyor olsa da, sonuncusunun özüne uygun biçimde görüntülenir. Bir başka açıdan yaklaşırsam daha somut gelişen bilinç formasyonu kendisinden öncekini kuşatır, içine alır. Öte yandan her bir bilinç formasyonu kendi içinde geleceğe yönelik nüveler de içerir. Bu nüvelerin nesnelliğini, her bir üretim tarzı içinde beliren gelecekteki üretim tarzının kendine özgür ilişkileri oluşturur. Böylece belli bir tarihsel anda, üstyapı içindeki bilinç organizasyonuna bakılacak ve kaba bir yaklaşımla organizasyondan enine bir kesit alınacak olursa, o tarihsel koşulların karakteristiği olan bilinç formasyonu ile birlikte diğerlerinin kalıntısal izlerine ve geleceğin nüvelerinde rastlanır. Bunun örneklerini (bu çalışmada da vermeye çalıştığımız gibi) belirleyebilmek mümkündür.
Düşüncenin bilimsel yönü, insanlığın üretimci çalışmasının tarihi kadar eskidir. Kabaca, artı-ürüne el konulmuş noktasına kadar da, bilimsel düşünce toplum düzeyinde yaygın olup, pratiğin içinde kolektif biçimde ve hiç kimsenin çıkarlarının aleyhine olmaksızın üretilmiştir. O zamanlarda bilim profesyonelleşmemiş ve amatörce üretilen bir insan faaliyeti olmuştur. Sınıflı toplumda ise, bilimin üretimi üretenlerden ve üretimden koparak, dar bir profesyonel kadronun eline geçer ve sınırlı sayıdaki egemenin tüketimine yönelir. Böylece toplumsal düzeyde bir bilinç formasyonu olmak niteliğini de tamamen yitirir. Kitleler artık doğrudan kendi inisiyatiflerindeki değil, kendilerine dayatılan bir bilinç yapısına sahiptirler. Bilimsel düşüncenin üretimi üzerindeki bütün denetimlerini yitirmişlerdir siyasal yönetim gibi bilimsel düşünce de belli bir sınıfın elindedir. Ve düşünce üretimi egemen sınıfın kendi konumunu sağlamlaştırması açısından önemlidir. Dolayısıyla siyaset, bilimsel düşüncenin üretiminden kitleleri uzak tutmak amacını da güder. Bu aynı zamanda sınıflı toplumun çelişkisidir. Ancak ne olursa olsun, bilimsel anlayışın sınıflı toplum içinde bir yandan sürdüğünü belirtmek gerekir.
Sonuç olarak; kapitalizm seçeneğini ne Hegel’in ‘akılsal yürüyüşü’nün bir sonucu, ne de Karl Marks’ın aydınlanmacı ilerleme ideolojisinin zorunlu sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Kapitalizm Sümerlerden beri varlığı bilinen bir sistemdir. Toplumların hep en uğursuz ve yaşanmaması gereken ahlâksal bir olgu olarak belleklerinde yaşattıkları, iradeleriyle sürekli savaştıkları toplum bozucu bir unsurdur. Zaman zaman toplumsal yüzeye yansıdıkça, sert yanıtlarla karşılaşıp hep dip noktalarında sinsice ve gizlice varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Hiçbir sömürme yöntemi ve aracı kapitalizm kadar toplumları bozucu, dağıtıcı, sürekli kriz ve kaosta tutucu özellikte olmamıştır. Kendileri de hep baskıcı ve sömürücü oldukları halde, diğer tüm uygarlık güçleri bu yapısından ötürü kapitalizmi sınırlamayı ve dibe sürmeyi toplumun sürekliliği açısından zorunlu görmüşlerdir. İleri bir uygarlık aşaması olmak şurada kalsın, hep toplumun lanetini üzerine çekmiş, ahlâki ve politik toplumun kanser hastalığı olarak anlam bulmuştur. Günümüz toplumundaki ve çevresindeki kriz, yıkım ve kırım gerçekliği, toplumsal gerçekliğin vicdanı olarak ahlâki yaklaşımın yılmazlığını kanıtlamaktadır.
Kapitalizm onu en yetkin kollanan güçlere bol zaferler sağlar. Ama bunu hep toplumları kriz içinde tutarak, ahlâki ve politik duruşunu işlevsiz kılarak, sürekli iç ve dış savaşlar içinde tutarak, yıkım ve kırımı yaşatarak gerçekleştirir. Sonuçta güç ve zenginlik azınlık elinde toplanmıştır. Bu eller zafer kazanmıştır. Karşılığında ise, yıkılan bir ahlâki-politik toplum ve sürdürülemez bir çevre bırakmıştır.
Halbuki! ‘Toplumsal doğalar öz olarak ahlâki ve politiktir. Ahlâksız ve politikasız toplum ve birey düşünülemez. Toplum ahlâksız ve politikasız kılınmaya zorlanabilir. Ahlâki ve politik yetenek kötürümleştirilip rolünü oynamayacak denli zayıf kılınabilir. Ama asla yok edilemez. Yok, edilmesi ancak, toplum olmaktan çıkmakla mümkündür. Ahlak ve politika toplumsal hakikatin güçlü araçlarıdır. Ahlaki ve politikadan yoksunluk hakikatsizliğe yol açtığı gibi, güçlü ahlâki ve politik eylemin olduğu alanlarda hakikatin kendini ifade tarzları da güçlü, şeffaf olur. Ahlakı ve politikayı üst yapı olarak sunmak, Marksistlerin önemli yanılgılarından biridir. ahlâki ve politik olmayan hiçbir toplum birimi ve bireyi yoktur. Her toplum birimi ve bireyi hem ahlâki hem de politiktir. Demokrasi ahlâki ve politik toplumla orantılıdır. Demokrasi ahlâki ve politik toplumun işleyen halidir. Toplumsal hakikatler kendini azami olarak demokratik toplum halinde açığa vurur. Hakikatlerin bilim, felsefe ve sanat halinde ifadeleri ahlâki-politik toplumla en iyi hallerine kavuşur.”
ABDULLAH ÇELİK
YORUM GÖNDER